Kategori arşivi: Elif’den Yansımalar

Şekûr

ŞEKUR  (eş-Şekûr)  (36)

Az bir iyiliğe çok mükafat verilendir.

 

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)    Allah’ı nitelemek üzere dört yerde geçer.

“ gafûr şekûr” beraberliği ile: Fâtır 30,34/ Şûrâ 23

“ halîm” ismi ile birlikte  Tegâbün 17

 

2)    Allah’ı vasıflandırmak üzere “şâkir” ismi ile “ alîm” ismi beraber kullanılmıştır: Bakara 158/ Nisâ 147

 

3)    Lokman 14.Âyette,Allah’dan sonra ana ve babaya şükredilmesi emrolunmuştur.

 

4)    “şükür” görevini yerine getiren kulun az olduğu konusunda:Bakara 243/Yunus 60/Yusuf 38/ Neml 73/ Lokman 12/Sebe’ 13/Mü’min 61/Mülk 23

 

5)    Şükrün yokluğu, azlığı veya nankörlük ögesi üzerinde durulan âyetler: Bakara 52,56,185/ Mâide 6,89/ A’râf 10/ Hacc 36/ Yâsîn 35,73/ Vâkıa 70

 

6)    Yapılan iyiliklerin karşılığının fazlasıyla verileceği konusu, Fâtır 30/ Şûâra 24/Tegâbün 17. Âyetlerde bildirilmiştir.

 

İsmin manâsı, yapılana mukabele etmek, teşekkür etmek ve bunu fazlasıyla yapmak demektir. Allah mutlak şekûr’dur. Zira az bir taate karşılık olarak verilenler sınırsızdır. Yapılan taatler sınırlıdır. Beş vakit namaz, ramazanda bir ay oruc, malının kırkta birinin zekatı gibi mahdut olan taatlerin karşılığı sonsuzdur. Şekûr isminde bir övme de vardır.

 

“ …O ne güzel kuldu. Hakikat o daima Allah’a yönelen bir Zât idi”  Sad  44

“Geçmiş günlerde takdim ettiğiniz iyi amellere mukabil,afiyetle yiyin, için” Hâkka  24

 

Bu Âyetlerden Allah’ın kullarını övdüğünü görüyoruz.

 

Bu isimden kula yansıma, yine şükürdür. İnsan hem karşılıksız olarak verilen nimetleri verene şükreder. Hem de nimetin eline geçmesine sebep olana teşekkür eder. Sebeplere teşekkür, şükrün hakikatine aykırı değildir. Peygamberimiz (s.a.v.) “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.” buyurmuşlardır.

 

Nimetlere şükür aslında kusurludur. Zira ne kadar şükretsek yine de Allah’a hakkı ile şükretmiş olamayız. Taat ve ibadetler de şükür olarak eksiktir. Çünkü  onlar, bizi ahiret saadetine ulaştırmak için verilmiş başka nimetlerdir. Peygamberimiz (s.a.v.), Allah’a hakkıyla senâ edemediğinden söz etmiştir. Şükür sadece dil ile değil, kalp ile, hal ile ve her an yapılmalıdır.  Meselâ azaların şükrü, onları iyi işlerde kullanmaktır.Gözün şükrü kötü şeylere bakmaktan korumaktır. Bunlar hal ile şükürdür. İnsanların çoğu, şükrü dil ile yapılan sanır.

 

Şükrün hakikati:  Tam ve kâmil şükrü ancak Allah yapar. Kullarda en az  şükredenler dilleriyle “şükür” diyenlerdir. Biraz daha şükretmeyi bilenler, azaları ile şükredenlerdir. Azaları ile şükür, meselâ; gözün şükrü , görmesi gerekeni görmek olup, daha yüksek makamda gözü görmeyenlere yardım etmek, daha da yükseğinde basîretlenmektir. Dilin şükrü, önce susmak, bir sonraki makamda susmak isteyince konuşmak, konuşmak isteyince susmaktır. Daha sonraki makamda ise konuşmaktır. Bu şekilde bütün azaların şükrü ayrı ayrı yapılır. İnsanın bütün bu farkları tespit edebilmesi için, kendi hakikatinden haberdar

olması icap eder. İşte şükrün hakikati de insanın kendi hakikatine vâkıf olduğu kadar, derece derecedir.

 

İnsanlarda Şükür isminin kâmil olarak yansıması, bir nevi razı oluş ile beraber gibidir. Bu; nimetin verilmesini şükür ile karşılamak yanı sıra, verilmemesinin de nimet olduğunu bilmek şükrüdür. Yani, varolana şükrün yanı sıra yok olana, yokluğa da aynı şekilde şükretmektir. Bunun için, Allah’ı iyi tanımak, vermediği nimetlerin, nimet olduğunu görebilmek, yani basîret lâzımdır. Meselâ fazla mal, mülk vermediği için, bu nimeti görebilmek lazımdır. Belki bu fazlalar ile oyalanacak ve Allah’ı unutacaktır. Maddi ve manevi şöhretin verilmeyişinin nimet olduğunu bilmek de aynı şükürdendir. Burada yokluk olarak kabul edilen nimetsizlik nimetini teşekkür ile, memnuniyet ile karşılamak, Allah’ın rızasını getirir.

 

“Allah onlardan razı, onlar da Allah’dan razı…” âyetinde bildirildiği gibi.

Alî

ALİYY  (el-Alî)               (37)

Yücelerden Yüce

 

Kur’an-ı Kerim’de : sekiz yerde geçer.

 

1)    Beş Âyette “Kebîr” ile beraber geçer: Nisâ 34/Hacc 62/ Lokman 30/ Sebe’ 23/ Mümin 12

 

2)    İki Âyette “Azîm” ismi ile birlikte geçer: Bakara 255/

Şûrâ 4

 

3)    Bir Âyette “Hakîm” ismi ile beraber geçer:Şûarâ 51

 

4)    “Rab” ismi ile birlikte iki Âyette geçer: A’lâ 1/ Leyl 20

 

5)    İki Âyette en yüce sıfatların O’na ait olduğunu vurgulayarak geçer: Nahl 60/ Rûm 27

 

6)    Kur’an-ı Kerim’in 87.suresi “A’lâ” adını taşır.

 

Alî olana iman edenler de Alî’dir. Firavuna karşı ürperen Musa (a.s)’a: “Korkma en yüce sensin”  buyurmuştur. Tâhâ 68

 

Muhammed (s.a.v) ümmetine: “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer iman ediyorsanız en yüce olan sizsiniz.” buyurmuştur.

Âl-i İmrân 139

Bu isim derece olarak en üstün derece manâsına kullanılır. Allah  O’dur ki, O’nun derecesinin üstünde bir derece daha yoktur. Alî ismi ulûvv aslından türemiştir. Ulûvv de yüce manâsını taşır.

 

Allah mahlûkatını farklı derecelerde yaratmıştır. Meselâ insan, hayvanların üstündedir. Melekler insanların üstündedir. Allah her şeyin üstünde bir derecededir.

 

Halbuki insanlar hisleri, akılları ve beş duyuları ile büyüklük, küçüklük, üst derecede, alt derecede diye karar verirler. Basîret olmadan his ve duyularla idrak ,muhakemede yetersiz kalır. Bu sebepten insanların Alî derecede olmaları mümkün olmadığı gibi, Alî derecede olanları idrak etmeleri de çok zordur. İman etmek gerekir ki Alî ismine layık olan Zât, ancak Allah-ü Teâlâ’dır. Çünkü insanlar bir gün yüceltir, diğer gün indirirler.

 

Bu ismin kula yansıması: Azın azı olmakla birlikte, mümkündür. Bunun için gerekli olan en önemli hususiyet o kişinin Allah’dan başka hiçbir şeye muhtaç olmamasıdır. Şükür ve hamdi kemalinde, lisanı yumuşak, varlık iddiasından kurtulmuş, ancak Allah’ın varlığı ile varlığını sürdürebilen, Allah’dan başka hiç bir şeye ihtiyaç duymayan, Allah’dan başka kimseden ummayan, korkmayan, çekinmeyen, sığınmayan, başka bir şey ile oyalanamıyan, tad almayan, hakkı yerine koyan, adil, kalbi kalplere hitap eden, ihtiyaçlının cevabı, insanlığın emânı olan kişidir.

Kebîr

KEBİR (el-Kebîr)            (38)

Ululuğu karşısında her büyüğün küçüldüğü mutlak büyük

 

Kur’an-ı Kerim’de: “Kebir”  ismi, Rabbimizin ismi olarak yedi defa geçer.

 

1)    “tekbir” yani “Allahü Ekber” olarak : Büyüklüğünü bildirmek anlamında O’nun hakkında kullanılır.                              Bakara 185/ İsrâ 111/ Hacc 37/ Müddessir 3

 

2)    “Aliy” ismi ile birlikte : Hacc 62/ Lokman 30/ Sebe’ 23/ Mü’min 12

 

3)    “Müteâli”ismi ile birlikte: Ra’d 9

 

4)    Kibirlenen manâda iblis ve bir takım insanlar hakkında kınanan bir özellik olarak pek çok Âyette geçer. Birkaç örnek olmak üzere: Bakara 34/ A’râf 13, 146/ Kasas  39/ Zümer 59

 

5) “pis bir günah” anlamında Nisâ 2. âyette geçer.

 

İsmin manâsı büyük demektir. Allah, Zât’ın kemalinden ibaret olan Kibriya sahibidir. Bu kibriyada daimilik, ezeli ve ebedi oluş ve kendisine asla yokluk arız olmayan gibi hususiyetler vardır. Ayrıca her mevcudun varlığı, O’nun varlığından südûr etmiştir.

 

Bu ismin insana yansıması: Kulların kâmil olanlarınadır. Bu kişiler ahlâklarını Allah’ın Ahlâkı ile güzelleştirmişler, kemal sıfatlarını kendilerinde toplamışlar, böylece kemal sıfatlarında noksanlıktan arınmışlardır. Bu insanların kemali, aklında, ilminde ve takvasında kendini gösterir. Akıldan murad edilen gafletsizlik, ilimden murad Marifetullah, takvadan murad ise hal ve gidişlerdir. Kebir ismi ile isimlenen insandan halk istifade eder, örnek alır, ilimlenir.

Hafîz

HAFİZ  (el-Hafîz)     (39)

Muhafaza eden ve dengede tutan

 

Kur’an-ı Kerim’de: altı defa geçmektedir.

Hûd 57/ Sebe’ 21/ Şûrâ 6 / Yusuf 64/ Hicr 9/ Enbiyâ 80. Âyetlerde, “hafîz” , “hâfız”, “hâfizûn” olarak geçer.

 

Bu ismin manâsı korumak, saklamak, muhafaza etmek demektir. Allah hem mahlûkunu yaratır, hem de onu içten ve dıştan gelecek olan tehlikelere karşı korur. Eğer tefekkür edilirse insan vücudundaki koruma sistemi, bebeğin anne karnında korunuşu, dünyamızın kendi sistemi içinde korunuşu, güneş sisteminin korunuşu; bunlar tesadüf olmayıp, doğrudan Allah’ın korumalarıdır. Ormanlar yeryüzünün akciğerleri olarak yaratılmış, böylece hem oksijen kaynağı ve hem de su için var oluşları bu sistemin en önemli tezahürleridir. İnsanların evlâtları için gösterdiği koruma duygusu, keza hayvanların yavrularını koruma içgüdüleri hep Allah’ın bu isminin yansımasıdır.

 

Hafîz isminin insana yansıması ile ,o kişi canını ,malını, ırzını, evlâdını, dinini korumak, muhafaza etmek duygusuna sahip olur. İnsanın önce kendini iç ve dış tehlikelerden koruması lazımdır. Sonra etrafını korur. Bu ismin tecelli ettiği kişilerde, ruhta bilgi olarak mevcut olan Hafîz ismi belirir. Ve koruma bununla olur. İnsan yaratıldığı gibi kalmaz. Dünya hayatı ile bilgilenme başlar. Bu bilgilenme bazen egoyu ortaya çıkaracak tarzda gelişir. İşte insanın kendini muhafazasında insani değerlerin korunması da vardır. Meselâ; uyuşturucu  işi ile meşgul olan biri kendi şartlarını mükemmelleştirmek için, yani menfaati icabı, dışındaki pek çok insana zarar vermektedir. Bu durum insani değerlerin bozulduğu, kendi  menfaatleri icabı başkalarının hiçe sayıldığı bir durumdur. Hafiz isminin insana yansıması ile ,insan hem kendini böyle kötülüklerden korumuş olur, hem de kendi dışındakileri ve insanı insan yapan değerleri korumuş olur. İnsan yaratılırken ruh emaneti ile dünyaya gelir. Dünya hayatının şartlarına uygun olmak üzere yaşarken, edinilen yanlış bilgilerle bu ruh emaneti örtülü kalır. Hakikat ve haklar saklı kalmış olur. Kendi ile meşgul olan insan, yaptıklarının muhasebesini tutar. Yararlı ve zararlı olanları tesbit ederek, açıkça kendini eleştirip,yarara yaklaşır. Zarardan uzaklaşır. Bu zarardan uzaklaşmak da muhafazadır. İnsan yaptıklarından bir gün hesaba çekilecektir. Önemli olan hesaba çekilmeden önce her an kendini hesaba çekmektir. Nefis muhasebesi insanın kendini muhafazasında ilk adımdır.

 

Muhafaza başladıktan sonra, devam ettirmek için kalbin, dilin korunması lâzımdır. Dilin korunması için, insanı hüsrana götürecek kötü ahlâktan korunmak gerekir. Kalbin korunması için ise kalbi işgal eden faydasız, hatta zararlı düşüncelere yer vermemelidir.

 

Dilin korunmasında, nefsin muhasebesinden faydalanılır. Kalbin korunmasında, nefsin murâkabesinden faydalanılır. Bir yere kadar insan sadece dilinden mes’uldür. Kemalâtın başlaması ile, hem dilinden hem kalbinden mes’ul olur. Dolayısıyle kalbin korunması daha zordur.

Hasîb

HASİB  (el-Hasîb)          (40)

Kullarını hesaba çeken ve onlara kafi gelen

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    “Hasîb” ismi ile beş defa geçer. Üçünde Allah’ı vasıflandırma olarak kullanılmıştır: Nisâ 6,86/ Ahzâb 39.âyetlerde.

 

2)    “serî’u’l hisâb”(seri hesap gören), “esra’u’l-hâsibîn” (hesap görenlerin en seri olanı) ve “hâsibin” (adaletle muhasebe eden) şeklinde nitelemeler kullanılmıştır: Bakara 202/ Âl-i İmrân 19,199/ Mâide 4/ Ra’d 41/ İbrahim  51/ Nûr 39/ Mü’min 17/ En’âm 62/ Enbiyâ 47

 

3)    “su’ül-hisâb”   yani kötü hesap  olarak Ra’d 18,21

 

4)    “şedidü’l- hisâb” yani şiddetli hesap olarak Talâk 8

 

5)    “hisâb-ı yesîr” yani salih ve mü’min kullar için kolay hesap, İnşikak 8.Âyetinde vaad edilmektedir.

 

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) bir dualarında: “ Ey Serî’u’l-hisâb olan Allah’ım! Şu bize karşı birleşmiş olan  düşmanları bozguna uğrat!” şeklinde niyaz etmişlerdir. Buharî/ Cihat/ 96. Buradan anlıyoruz ki, Allah’ın bu vasfı, dünyada da tecelli edebilir.

 

Bu isim kâfi manâsınadır. Bir şeye kâfi olan onun hasbidir. Allah her şeyin hasbidir. Allah’dan başka hiçbir şey yoktur ki, tek başına bir şeye kâfi gelsin. Kur’an-ı Kerim’de  hem Hasbî ve hem de Kâfi olarak geçer. Vekil olarak Allah kâfidir. Taleb eden karşılık bulur. Bu âyetlerde Allah, kâfi isminin özelliğini bildirmektedir. Kâfi isminde kul diler, Allah yeter. Hasbî isminde ise, kul dilese de dilemese de Allah’ın verişi vardır.

 

“Hasbünallah” yani Allah bize yeter demekle, başka hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığını bildirmiş oluyoruz.

 

Bu ismin insana yansıması,  hakikatte yok gibidir. Zira hiçbir şey kendi başına hiçbir şeye kâfi değildir. Allah tek başına, ona kâfidir. Yaptığı ibadetlerde ve taatlerde yalnız Allah’ı murad eder. İnsana yansımasının yok gibi oluş sebeplerinden biri de; hem “Allah bize yeter” denir ; hem de başka pek çok şeye ihtiyaç duyulur ve belki de ihtiras duyulur.Sebebi Hasîb ismi dilimizde kaldığı ve kalbimize inmediği için; ya da lâf ile söyleyip, hal olarak yaşayamadığımız içindir. İnsanlar bilseler ve inansalar ki, ihtiyaçları için sadece Allah’a sığınıp, isteseler, başka yerden medet ummasalar, o ihtiyaçları bir vesile ile Hak tarafından karşılanacaktır. İşte insanın Hasîb olması için, Allah ile zengin olması ve hiçbir ihtiyacının kalmamış olması lâzımdır.

Mukît

MUKİT   (el-Mukît)    (41)

Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp,veren

 

“Kim iyi bir işe vesile olursa, bu iyilikten onun da nasibi olur. Kim bir kötülüğe aracı olursa, bu kötülüğün vebalinde mutlaka ona da bir pay vardır.Allah her şeyin karşılığını vericidir”  Nisa 85

 

Bu isim Kur’anda sadece tek Âyette  geçer.

 

Bu kelimenin manâsı azıkları yaratıp bedenlere gönderen demektir.Azık bedenin hayatta kalmasını sağlayacak miktardaki yiyecek demektir. Azıklar, iki türlü mütâlaa edilir:

 

  1. Her türlü yiyecek ve içecekler: Bunlar beden için gereklidir.

 

  1. İlim ve marifetler (Allah’ı bilme ilmi): Bunlar da kalpler içindir.

 

Rezzâk ismi, daha önce bahsedildiği  gibi rızıkları veren manâsınadır. Mukît ismi ise Rezzâk isminden daha geniş kapsamlıdır, özele aittir. Meselâ, Mukît ismi ile bir kişiyi rızıklandırdığında  o kişi yemek yemese de, su içmese de Allah ilim ve kudreti ile bu kişinin kalbini besler, bu kişi de rızka ihtiyaç duymaz. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.) , birkaç günlük orucu bozmadan tutmuş ve eshabına “siz bu hale heves etmeyin, Rabbim beni besler” demiştir. Rezzâk ismi, genele aittir.

 

Bu ismin insanda tecelliyatı zordur. Ama olabilir. Bu ismin yansıdığı insan, eli ile bedenlerin azıklanmasına sebep olur, dili ile de kalplerin rızıklanmasına sebep olur.

 

Eli ile bedenlere azık dağıtmak daha kolaydır. Lâkin kalpleri beslemek, rızıklandırmak zordur. Bu kâmil kişiler kendi kalpleri rızıklanmadan, başka kalplere rızık vermeye sebep olamazlar. Kendi kalplerinin rızıklanması ise âfakî ve enfüsî olur. Âfaki olan, rızıklanma kendinin dışından gelen ilhamlardır ve Allah’ın ilim ve kudret sıfatları ile sıfatlanmış olmak sebebiyle gelir. Peygamberlerin emrine rüzgar, fırtına ve bulutların verilişi gibi. Enfüsî olanlar ise, his ve düşünce âlemini arı duru hale getirmekle elde edilir.

 

Bu hal kalbde, ilim ile, marifet nûrunun parlamasıyla olur. Bu  rızıklanma kişinin nefsine yönelip, iç âleminde yolculuk yaparak nefis muhasebesini daimi yapmasıyla  ele geçer.

Celîl

CELİL  (el-Celîl)       (42)

Azamet sahibi

 

            Kur’an-ı Kerim’de: “zü’l-celâli ve’l-ikram”  şekliyle iki âyette geçer: Rahman 27,78

 

İsmin manâsı ; Celâl sıfatlarını kendisinde toplayan demektir. Celâl sıfatları: Muhtaç olmama, ilim, kudret, hakimiyet, bütün noksanlıklardan münezzeh oluştur. İşte bu sıfatları kendisinde toplayan mutlak Celil, Allah-ü Teâlâ’dır.

 

Celil ismi sıfatların kemaline delâlet eder. Kebir ismi Zât’ın kemaline, Azîm ismi ise hem Zât’ın hem de sıfatların kemallerinin toplamına delâlet eder.

 

Celâl sıfatlarını kendisinde toplayan, CELÎL’dir.

Cemal sıfatlarını kendisinde toplayan CEMÎL’dir

 

Basîret , beş  duyu ile idrak etmenin dışında, Allah’ın kalbe doğrudan bildirdiği, ve içine şeytanın ve nefsin karışmadığı bir kalp görüşüdür. Basîret ile Celâl sıfatlarının idraki, Cemal ismini alır. Cemal isimlerin güzel olanlarının topluluğudur. Meselâ bu bakış açısından, Adl veya Kahhar ismini anlamak ve bu isimlerden haz almak mümkün değildir. Meselâ Celâl’i idrak edebilmek için Adl ismini anlamak ve hatta haz almak lazımdır. Belki Allah’ın adaleti bazısına ağır imtihanlardadır. Meselâ varlık sebebi ile ahlâkı bozulacak olanı, yokluk ile yaşatmayı, bu adaletin içinde bulabiliriz. Şimdi bu yokluğa tahammül zor iken, bundan hatta haz almak mümkün değil gibidir. Bu sebepten insanlara razı olmaktan önce sabır tavsiye edilir. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) “Fakrım ile iftihar ederim.” derlerken, yokluğundan razı oluşunu dile getirmişlerdir. Bu da yüksek makamlarda olanlara ait bir deyiştir.

 

Hulâsa bütün kemalât, ahenkli ve güzel olarak, haz alınan birer Cemal özelliğidir ve bâtıni gözle bunu seyretmek hoşluk verir. Celâl ise, eğer kişi konunun aslına vâkıf olacak bir idrake henüz ulaşamamışsa, acı verir. Kişi, Allah’ın isimleri ile isimlenmiş ve kemal derecesinde bu isimlenme hayatına geçmiş ise, yani sıfatlar ile sıfatlanmayı tamamlamış ise, bu noktadan sonra Celâl ile Cemal aynı olur. Celâl’de Zâti sıfatlar kemalinde olarak bulunduğundan, bir kişide Zât tecellisi olmadan Celâl idraki olamaz. Celâl ancak azın azı tarafından anlaşılır. Umum Cemal peşindedir, hem haz olarak hem de idrak olarak insanlar için anlayışa ve hazza açıktır.

 

İnsanın bu isimden payı: Celîl ve Cemîl ismi ile isimlenmiş kişilerin bâtıni sıfatları yani ahlâkı, Kur’an Ahlâkı’na uyar. Basîretli kişiler de bu kişileri tanır, anlar. Kalpler yanında bulunmakla huzur duyar, haz alır. Fakat  bu az bulunan kişilerin Celâl vasfını anlamak mümkün olmaz. Zira basîret Cemal’i müşahedeye yeter. Bazen anlaşılmadıklarından dolayı yanlış değerlendirilebilirler. Fazla yaklaşmamakta fayda vardır. O’nların dışları güzel olmasa bile iç âlemlerinin güzelliği bir çekim alanıdır.

Kerîm

KERİM  (el-Kerîm)    (43)

Fazilet sahibi , keremi sonsuz

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    İki Âyette Kerîm olarak : Neml 40 / İnfitar 6

 

2)    “kiram” olarak iki Âyette melekleri nitelendirmek üzere; Abese 16 / İnfitar11

 

3)    Bir  Âyette de salih ve müttaki kulları nitelemek üzere: Furkan 72

 

4)    “Alâk” suresinde 3.Âyette yer alan “Ekrem” ise Allah’a ait, sonsuz kerem sahibi manâsındadır.

 

5) “zü’l-celâli ve’l-ikram” yani ululuk ve ikram sahibi manâsında: Rahman 27. Ve   78.Âyetlerinde geçer.

 

O vaad ettiğini yerine getiren, mahvetmeyi takdir ettiğini mahveden, verdiğinde umulandan çok veren, ne kadar verdiğinin ve kime verdiğinin hesabını tutmayandır. Zât’ından başkasından istenmesine razı olmaz. Zulmedeni azarlar, Zât’ına sığınanı himaye eder, kimseyi vesilelere ve şefaatçilere muhtaç etmez. Bu vasıflar, kazanılarak değil de tabii olarak, kendiliğinden toplanmış olursa bu Zât Mutlak Kerîm’dir ki, bu da Allah-ü Teâlâ’dır.

Bu ismin insana yansıması mümkündür, lâkin çok gayret ve çalışma ister. Hem de yukarıda sayılan ahlâkın hepsini kazanmak mümkün değil gibidir. Bu sebeple kul Kerîm ismi ile zor vasıflanabilir.

 

Bu ismin insanda tecelli etmesi, o kişinin mutlak dürüst olması ile ilgilidir. İnsanların bazı şeyleri karşısındakine söyleyebilmesi, Hak olanı yerine koyması zordur. İnsanların çoğu net değildir. Söylemek istediğini dolaylı olarak söyler. Çoğu yüzüne karşı söyleyemediğini arkasından söyler. Bu , Allah’dan başka şeyleri ortak edenler için böyledir. Bir kişi ne kadar Allah’ı yakınında olarak kabul eder ve hissederse, o kadar net ve açık olabilir. Kerim isminde hakikatin saklanmaması vardır. Hakikatler ise insanlara hem söylerken hem de dinlerken acı verir. İşte hakikat saklanmadığı için bir helâk de vardır. Helâk çeşitli şekillerde olabilir. Meselâ kişinin özünde evlâdına olan sevgisi, ileride kendisine bakacağı gibi bir menfaat sebebiyle olsa, kendi de evlâdını sadece o olduğu için, hiçbir beklentisi olmadan sevdiğini söylese, bu yalandır. Ve sahibine şöyle bir zarar verir. İnsan kendi gerçeğini saklamış ve kendine yabancı olmuş olur. Bu da kendi değil de başka biri olmuş gibi olmayı getirir. Halbuki biliyoruz ki Allah’ı tanımak, bilmek demek; önce kendini bilmeye yani kendi hakikatinden haberdar olmaya bağlıdır. Aksi taktirde insan kendini iyi sanacak, dolayısıyla düzeltecek bir ahlâkı olduğunu saklamış olacaktır. İşte bu büyük bir aldanıştır.

 

Kerîm ismi insana yansımışsa, o kişi Allah’ın Kerîm olduğunu bilir. Sonra da verdiği her şeyi yerine ulaşıp, ulaşmadığını gözetmeden verir. Allah’ın kullarına, lâyık olsalar da, olmasalar da verdiğini, hiç unutmadan (gaflette olmadan) verir. Sonra bir şeyini saklamayı bilmez. Allah Kerim’dir, diyerek ileriyi düşünmeden ve karşılığını asla beklemeden verir. Kendimize baktığımızda, Kebîr ismi çoğumuzda vardır. Büyükleniriz. Ama Kerîm ismi kaç kişide vardır? Bu isim Celâl vasıflarındandır.

Rakîb

RAKİB  (er-Rakîb)     (44)

Gözetip, kontrolünde tutan

 

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)    Allah’ın murâkıb olduğunu anlatmak üzere  3 Âyette geçer:

Nisâ 1,Mâide 117,Ahzâb 52

 

2)    Hûd 93.Âyette ( gözleyen ve bekleyen) anlamında, Şuayb (a.s.)’ı  niteler.

 

3)    Kaf 17,18.Âyette (kayıt ve tesbit eden) manâsında melekleri niteler.

 

İsmin manâsı bilen ve koruyan olup, hiç gafletsiz olarak koruyan ve bilen demektir.

 

Rakîb ismini alana Murakıb denir. Âdeta  Alim ve Kadir isimleri gibidir Fakat bu isimde hem kul tarafından ve hem de Hak tarafından bir murâkabe söz konusudur. Kul Allah’ı murâkabe ederken , Allah da kulunu murâkabe eder.

 

İnsanın bu ismin tecelliyatına uğraması demek, Rabbini ve nefsini murâkabe etmesi ve bu murâkabenin devamlı olması demektir. Yani bir insana Murakıb demek için o kişinin gafletsiz olarak ve yalnızca nefsini ve Rabbini  murâkabe etmesi gerekmektedir.

 

Bu ismin yansımasına uğrayan murâkıb’ların özellikleri şöyledir: Allah’ın her işte kendini murâkabe ettiğini, yaptığı her işi gördüğünü, nefsinin kendisini kötü işlere yönelteceğini bilir. Ve kendini her an bu hile ve oyunlardan korur. Gafletsiz olarak ve daima bu ayık hali korumak suretiyle nefsini bilen, koruyan olmuş olur. “Nefsini bilen, Rabbini bilır” Hadis-i Şerif’i ile, Rabbini bilir, Rabbine olan yakınlığını korur. Bu kişiler kendileri için yaptıkları hataları da açıklıkla kabul ederek, Hakk’ı yerine koyanlardır.

 

“ Kızım Fâtıma olsa, elini keserdim” Hadis-i Şerif’i bunu anlatmaktadır.

 

Allah kulunu murâkabe ederken, iç alemi dış alemine uyuyor mu? Kalbinde dünya hırsı ve sevgisi var mı? İnsanların haklarını veriyor mu?  Helâle ve harama yönelişi nasıldır? Kalbinde Allah ne kadar yer tutar? İşlerinde nefsinin payı ve şeytanın payı nasıldır? Zengine, fakire muamelesi nasıldır? Şöhret ile sevinir, gariplikle üzülür mü? Emanet verilebilir mi? Taleb edeni önemser ve cevap olur mu? İnsanlara karşı taraf olur mu? Nefsini bilir mi? …v.s. diye günde pek çok defa kulunun kalbine tecelli eder.

Kulun murâkabesi ise: Allah’ın murâkıb olduğunu bilmesi, her an gözetimde olduğunu unutmaması, nefsinin ne gibi hileleri olduğunu bilerek, daima onu göz hapsinde tutması. Her olayda kendini eleştirirken, suçluluk payının olabileceğini unutmaması. Hakkı her zaman öne geçirmesi. Bâtılı kendinden ayıklamayı bilmesi ve bu konuda acele etmesi. Kalbini boş düşünce, hayal, uzak emellerden sâlim kılması. Kalbinin çoğu kez Allah’ı hatırlamasını sağlaması. Her aldığı nefesi son nefesi imiş gibi kabul ederek, hazır olması. İmanını sık olarak gözden geçirip, kendinin değeri ne kadardır, kendini kaça satabilir, hangi dünya metaı için değerini hiçe sayabilir? Allah’ı neye değişebilir? Dünya veya ahiret menfaatlerinden hangisini Allah’ın önüne geçirebilir? İşte acı da olsa bu soruları kişi kendine sormalı ve bunu günde çok kez yapmalıdır.

Mücîb

MÜCİB  (el-Mücîb)      (45)

Dilek ve dualara karşılık veren (icabet eden)

Kuran- Kerim’de:

1)   Bir Âyette tekil olarak ve Allah’ı vasıflandırarak geçer.: “…Çünkü Rabbin  kullarına çok yakındır, dualarını kabul edendir.” Hûd 61

 

2)  Duaları kabul eden olarak:

“De ki: Dualarınız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?”Furkan 77

Dua edenin sıkıntısını giderip, rahatlatmanın sadece Allah’a mahsus olduğuna dair Neml 62

Duada herşeyden sıyrılıp, “dini Allah’a has kılarak” yapılmasının önemi ile ilgili  olarak, meselâ : Mü’min 14, 65/ Enfâl 24

 

3) Allah, Zâtını nitelerken “mucibun” olarak isimlendirirken, Azametini de katmıştır.  “…Biz de duayı ne güzel kabul ederiz” Sâffat 75

 

4)Dilekleri kabul eden olarak:

Her vesilede kulunun kendisinden dilemesini istemiştir. Mü’min 60.

“Biri benden bir şey istediğinde, onun dileğini yerine getiririm.” Bakara 186. Âyet

Yanlış bir işten duyulan pişmanlık ile de Allah’a yakarılabileceğini bildiren âyetler:

Bakara 152/    Hûd 90 / Nûr 31 / Zümer 53

 

5)Tevbelerin kabulü:

“Kâbilü’t – tevb” ifadesiyle geçer: Mü’min 3

Allah’ın tevbeleri kabul edeceği pek çok âyette mevcuttur. Meselâ : Tevbe 104/ Şûrâ25

 

Kelime manâsı icabet eden, cevap verendir. Allah dileyenlerin dileklerini  yerine getiren, dua edenlerin duasını kabul eden, sıkıntıya düşenlerin ihtiyacını gideren, böylece yarattıklarına mukabele edendir. Hatta istenilmeden, yalvarılmadan, ihtiyaçları bilip, lûtfundan ve kereminden verir. Bilgisi ezelden biliş olup, henüz ihtiyaç olmadan rızıkları ve ihtiyaçları karşılayacak sebepleri yaratmıştır.

İnsanlarda bu ismin tecelli edişi ile, o kişi Allah’ın istediklerine itaat eder. Yap dediklerini yapmada , yapma dediklerini yapmamada itina gösterir. Allah’ın emirlerini tam olarak düstur edinir. Asla dışında bir hareketi düşünemez bile. Sonra her taleb edeni Allah’ın gönderdiğini bilerek, reddetmez. Elindeki imkanları yettiği kadar talebleri karşılamaya çalışır. Hatta karşılayamadığı zamanlarda bile, imdat isteyeni terslemez, reddetmez, bir çaresini bulmaya çalışır. İsteyenin kendisinden istemesini ister. Bu yardımı gizler, başa kakmaz. “İsteyiciye gelince, onu da azarlayıp kovma” Duha 10.  âyetinin manâsını kavramıştır. Elinden geldiği kadar insanlara cevap olmaya çalışır.

 

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) “ Bir paça yemeğine davet edilsem icabet ederim. Bir hayvan ayağı hediye edilse kabul eylerim” buyurmakla, insanların davetlerine icabet ettiğini, verilen hediyeleri de kabul ettiğini bildirmişlerdir.