Kategori arşivi: Elif’den Yansımalar

Hâfıd-Râfi

HÂFID/RÂFİ(el-Hâfıd /er-Râfi)         (23,24)

Hâfıd, alçaltan,zillete düşüren;  Râfi, yücelten,izzet ve şeref bahşeden

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Vâkıa suresi üçüncü Âyette kıyametin alçaltıcı ve yükseltici olduğu     bildirilmektedir. Şüphesiz alçaltan da yükselten de Allah-ü Teâlâ’dır.

 

2)    Hz.İbrahim ve oğlu Hz İsmail’in Kâbenin duvarlarını yükseltmeleri: Bakara 127

 

3)    Allah,  peygamberlerini  üstün kılmıştır (yükseltmiştir): Bakara 253 / En’am 83 /

Yusuf 76

 

4)    İnsanların kimini kimine üstün kıldığını belirten: Nisâ 32/En’âm 165/Zuhruf 32/Mücadele 11.Âyetler,

 

5)    Göğü direksiz yükseltmiştir.  Ra’d 2.Âyet.

 

6)    “Refi’ü’d-derecât” yani en üstün mertebede olan zât manâsında Mü’min 15.Âyette kullanılmıştır.

 

7)    İsa (a.s.)’ı kendi katına yükselttiğini: Nisâ 158.Âyette bildirmiştir.

 

Hâfid: Allah’ın iman etmeyenleri bedbaht yaparak alçaltması; Râfi ismi ise, mü’minleri bahtiyar ederek yükseltmesi manâsınadır.

 

Allah –u Tealâ  Tîn Suresinde: “ İnsanı ahsen-i takvim (en güzel ahlak) üzere yarattık. Sonra onu esfel-i safiline (aşağıların aşağısına ) indirdik.” Buyurmakla, yükseltenin de alçaltanın da Zât’ı olduğunu bildirmektedir. Yani O yükseltmede ve yine O alçaltmadadır. Burada kula düşen sadece niyet etmek, sonra da gayret ve say ile niyeti yönünde hareket etmektir. Nefsin daima kötülüklere meylettirmek  arzusunda olduğunu bilmekteyiz. İşte onun bu isteğini bilip, yap dediklerini yapmamak ve yapma dediklerini de yapmak suretiyle, kul kendine düşeni yerine getirmiş olur. Böylece Allah lûtfu ile o kulu yüceltmiş olur. Kul nefsini alçaltınca, yani bedendeki ve kalbdeki hükmünü kaldırınca, kendi özündeki ruh açığa çıkmış ve kalbine, bedenine ruh hakim olmuş olur. Yani yükselme insanın ruhun etkisinde olması demektir. Alçalma ise bunun aksidir. Böyle kullarda kalp ve beden hem de akıl nefsin kötü etkisinde olup, ruh gizlide kalmış, örtülmüştür. Bu kişiden iyi bir hareketin çıkması zordur.

 

Hakkın ortaya çıkarılması, tavsiye edilmesi, Hak ile bâtılın ayırt edilmesi için, ruhun üzerindeki perdenin kaldırılmış olması lâzımdır.Böylece insanda ruh hüküm sürmüş olur. Hak ile bâtılın ayrılması çok önemlidir. Her insan için önemlidir. Zira insanlık için en önemli olan adalet duygusu ancak bu ayırt etme ile mümkündür. Dünyadaki bütün haksızlıklar, nefsani egemenliklerden oluşur. Yani Hak ve bâtılın seçilemeyişinden kaynaklanır. İnsanın başkalarının haklarını yerine koymadan önce kendi haklarını tesbit edebilmesi lazımdır. Ancak bundan sonra adil karar vererek, hakları yerine koyar.

  

Bu isimlerin insana yansıması ile o kişi aynen Allah’ın Ahlâkında olduğu gibi haklıdan yana olur. Haksızın haksızlığına mani olur. Her zaman ve her hal içinde, kendi menfaatine aykırı bile düşse, hakkı savunûr, hakkı tavsiye eder. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’in “ Kızım Fâtıma dahi olsa elini keserdim.” Hadis-i Şerif’inde buyurdukları gibi olur. Bir Kudsi Hadis-i Şerif’de Allah-ü Teâlâ bir velisine: “ Zühdün (Allah için dünya sevgisinden sıyrılman) kendi rahatın içindir. Beni zikretmekle de benimle şereflendin.Acaba sırf benim için bir haklıya arka çıktın mı? Bir haksıza karşı koydun mu? ” buyurmuştur.

 

Ya Refiü’d-derecât  perdeleri kaldırsan,

Hak ile bâtılı birbirinden ayırsam…

Mu’iz-Müzil

MUİZ/MÜZİL(el- Mu’iz/el-Müzil)    (25,26)           

Dilediğine veren,yücelten; dilediğinden de alan,alçaltan,zillete düşüren

Mu’iz ismine örnek olarak;

“ Asıl üstünlük (izzet) Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir”   Münafikûn 8

“ De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin”             Âl- i   İmran 26

 

Müzil ismine örnek olarak:

– Kötü amelleri sebebi ile zelil ve perişan olacaklarını anlatan: Yunus 27/ Mücadele  20/Kalem 43

-Cizye âyetinde,”küçülüp,boyun eğerek” konusu, Allah’ın dinini kabul etmeyenlerin    dünyada da zelil olacaklarını bildirir. Tevbe 29 / A’râf 152

 

O, mülkü dilediğine verip dilediğinden alandır. Mülkten anlaşılan, muhtaç olma zilletinden kurtulmak ve bunun için lazım olan ilimle ilimlenmektir. İşte bunu dilediğine verir (Mu’iz) , dilediğinden alır (Müzil)

 

Allah, kimin kalbinden perdeyi kaldırır, Allah’tan başka hiçbir şeye muhtaç olmayacak derecede kanaat ihsan eder ve nefsinin hevai arzularını etkisiz kılacak kuvveti verirse onu aziz kılmış ve bu dünyada ona mülk vermiş olur. (Mu’iz)

 

“…fakat siz kendi kendinizi yaktınız. Hep Müslümanların felakete düşmesini beklediniz. Din hakkında şüphelere düştünüz. Sizi boş emeller aldattı. Nihâyet işte Allah’ın emri geliverdi. Allah’a karşı sizi aldatan aldattı. “                                     Hadîd  14

 

Bu zilletin son perdesidir. Allah burada Müzil ismi ile seslenmektedir.

 

İnsan Allah’tan başka neye muhtaç ise fakirdir. Çünkü, bu ihtiyaçlar hiç bitmez. Bu muhtaçlık fâni olan şeylerden beklenti sebebiyle olur. Herhangi bir şeye ihtiyaç duyulması nefistendir. Nefsin, kendi sahibine zulmüdür.

 

İnsanın ihtiyacı üç sebepten olur: Kanaatkar olmamak, tamah, hırs. Kanaatkar olmamak ve tamah, dünyevi sebeplerdendir. Hırs ise hem dünyevi hem uhrevi olabilir.Bu ahlâk kimde varsa zillet sahibidir. Hakiki mülk ise bu zilletten kurtuluştur. Bu kurtuluş ile Muiz ismi insanda tecelli etmiş olur. Bu kul Allah’la dolmuştur. Zengindir.  Verdiklerine ve vermediklerine şükreder.

 

Bu gün mülk Senindir, Ya Mu’iz!

Evvel de böyle imiş, bilemedik lâkin biz.

Semî-Basîr

SEMİ/ BASAR (es-Semî  /el-Basîr)     (27,28)

Hakkıyla işiten,hakkıyla gören

 

Kur’an-ı Kerim’de: Hem Semî ismi ve hem de Basîr ismi 47 defa geçer.

SEMÎ ismi:

 

1)    Gizli, açık, içte saklanan, dışa vurulan her şeyi işitmesi: Zuhruf 80/ Mücâdele 1

 

2)    Duaları işitme babında “semî’u’d-dua” şeklinde Zekeriyya (a.s.) ve Hz.İbrahim’in   dualarında Âl-i İmrân 38/ İbrahim 39

 

3)  Bizzât Zât’ı  için (işitirim ve görürüm  ) “esma’u ve erâ ”buyurduğu Tâhâ 46

 

4) İlâh edinilen varlıkların işitmeden yoksun olduklarını bildiren: Meryem 42/

Şuarâ 72/ Fâtır 14

 

5) Hz.İbrahim’in babası ile geçen bir konuşmasında “işitmeyen ve görmeyen şeylere

niçin tapıyorsun? ”sorusu ile, mabudun ancak işiten ve gören olması gerektiğini     anlıyoruz: Meryem  42

 

6) Semî ve Basîr sıfatlarının kemal sıfatları olduğunu anladığımız: “ O ne mükemmel işiten, ne mükemmel görendir” Kehf  26

 

7) Kur’an’da bu isim mutlaka başka bir isimle birlikte kullanılmıştır.

 

Alîm ismi ile en fazla kullanılmıştır: “Semîu’l alîm”.

Basîr ismi ile de çok kullanılmıştır: “semîu’l basîr”.  Nisâ 58,134/ İsrâ 1/ Hacc 61,75/ Lokman 28/ Mü’min 20,56/ Şûrâ 11

Karîb ismi ile bir yerde, Sebe’ 50.Âyetinde kullanılmıştır.

 

BASAR ismi:

 

1)    Bazı âyetlerde basar yanı sıra, rü’yet ve nazar manâlarında da kullanılmıştır.            Hucurât 8/ Hadid 4/ Mülk 19/ Âl-i İmrân 77/ Tâhâ 46/ Alâk 14

 

2) Bazı âyetlerde Allah’a göz, gözler (ayn,a’yun) izafe edilmiştir. Tâhâ 39/Hûd 37/                  Mü’minûn 27/ Tûr 48/ Kamer 14

Semî, Allah’ın işiten ismidir. Basar da görme ismidir. İki ismin beraber anlatılmasında fayda vardır. Çünkü bu iki isim birbiri ile bağlantılıdır.

 

Allah ne kadar gizli olsa da her şeyi işitir. Kalplerden geçenleri de işitir. Kalben dua edenlerin duasını duyar. İşitme havanın titreşimi ile olur, lâkin Allah’ın işitmesi için ne kulağa ne de havanın titreşimlerine ihtiyacı vardır. Görmesi de böyledir. Görmesi için ışığa ihtiyacı yoktur. Her şeyi görür. Ortada olanları ve olmayanları yani görünmeyen şeyleri de görür. Yerin en derininde olanları görür. O’nun işitmesi ve görmesi hiçbir benzetme ile yani teşbih ile anlatılamaz ve anlatılmamalıdır.

 

Bir Hadis-i Şerif’de: “ İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni görür.” Buharî/ İman/37 buyurulmaktadır.

 

Kulun bu isimlerden alacağı pay şöyledir: İnsan bilmelidir ki kulak kendisine duyması gereken hakikati duyması için verilmiştir. Halbuki insanlar bu özel organlarını gereksiz yere kullanmakla, haksızlık etmektedirler. Her duyulan başkasına aktarılmamalı, kulak dedikoduya vesile kılınmamalı. Bazı şeyleri duymazlıktan gelmeli. Bazı hataları örtmek için kullanmalı. Bazen bize duyurulmak istenmeyen başkalarının sırlarını dinlemek için mücadele etmemeli. Başkalarını konuşturmaya çalışarak, bizi ilgilendirmeyen konuları duymaya çalışmamalı. Bunlara kapalı olan kulak hakikate açılır. O zaman “…ben o kulumun işiten kulağı, gören gözü olurum.” Kudsî Hadis’i gereği, kulaklar temiz işitir, gözler temiz görür. Bu azalarda hakikat tecelli eder de her duyduğunu Allah’ın duyduğu gibi duyar. Her gördüğünü sanki Allah ile berabermiş gibi görür. Böylece duymak istediklerini değil, duyması gerekenleri duyar. Görmek istediklerini değil, görmesi gerekenleri görür. Meselâ bir ihtiyaç sahibinin Rabbine yakarışını duyar da, onun halinden haberi olur, imdadına yetişir. Her iki gözü de âmâ olsa bile, kalbi ile gerekli olanları görür ve ulaşır. Görmenin böyle gözsüz de olabildiği hale basîret denir. Basîret kalbin bilişi ve görüşüdür.

 

“Yahut biz onların içlerinde gizlediklerini ve aralarındaki fısıldaşmayı işitmiyoruz mu sanıyorlar? Hayır , onların yanında bizim elçilerimiz de var, yazıyorlar.”        Zuhruf  80

 

“ Kim burada kör olursa, o ahirette de kördür, yolca da daha şaşkındır.”    İsrâ  72

 

Kulak ve gözlerini diğer azaları gibi temizlemiş olan bilir ki Allah, gökte değil, şah damarından daha yakınındadır. Her yaptığına şahit olmakta, azalarını nasıl kullandığını bilmektedir. Gördüğünü Rabbi ile görür. İşittiğini Rabbi ile işitir. Her nereye dönse, yönelse orada Rabbini bulur: Fesemme vech’ullah.

 

İşte bu isimler yakîn dediğimiz, çok kıymetli bir yerin kazanılmasına vasıtadır. Bu isimler ile isimlenmek, bizi Allah’ a uzak olmaktan korur. Bu isimler ile isimlendikten sonra, bu ahlâk tamamen yerleşir ve insanda bu isimler ile isimlenmek gayretine gerek kalmaz ise, bu isimler sıfat olur. Yani kişi Allah’ın sıfatlarından olan Semî ve Basîr sıfatları ile vasıflanmış olur.

 

Özün sözünü duymuşsan eğer,o zaman nokta olmaya değer.

Özün özünü görmüşsen eğer, Elif noktaları ihatâ eder.

Hakem

HAKEM  (el-Hakem)          (29)

Hüküm verme yetkisinin sahibi,son hükmü verecek olan

 

Gerçek hakim, karar verici olmasıdır. O’nun hükmünü kimse bozamaz.

 

Kur’an-ı Kerim’de:

1)     Hakem ismi,Hakem olarak tek âyette geçer:

“ O,size kitabı apaçık indirmişken,ben Allah’dan başka hakem mi ararım?” En’âm 114

 

2)    Hükmün ancak Allah’a ait olduğuna dair : Kasas 70

 

3)    Hakimiyetin kayıtsız, şartsız Allah’a ait olduğunu belirten: En’âm 57/Yusuf 40,67

 

4)    En güzel şekilde hükmedenin Allah olduğunu belirten: Mâide 50

 

5)    O’nun hükmünü hiçbir şeyin bozamayacağını belirten: Ra’d 41

 

6)    Hükmüne kimseyi ortak etmez: Kehf 26

 

7)    Allah’ın kuralları ile hükmetmeyenlerin durumlarına göre Kâfir, zalim veya fasık olacaklarını bildiren: Mâide 44,45,47

 

8)    “Hayrü’l- hâkimin”yani hakim olanların hayırlısı manâsında: A’râf 87/ Yunus 109

 

9)    “ahkemü’l-hâkimin” yani verilen hükümlerin hakimi manâsında : Hûd 45/Tîn 8

 

Allah’ın yarattıkları arasında vermiş olduğu hükümlerden birkaç örnek verirsek

 

“ Şüphesiz iyiler Naim Cennetinde, kötüler ise Cehennemdedir.”   İnfitâr 13-14

 

“ İnsan için ancak yaptığının karşılığı vardır. Şüphesiz onun yaptığı ileride    görülecektir.” Necm  29- 30

 

“ Böylece onları yedi kat gök olarak iki günde yarattı

ve her bir göğe ona ait emri vahyetti” Fussilet 12

Daha pek çok örnek olabilecek, hükmünü anlatan âyetler vardır. Bu âyetlerde Allah’ın hükmünü anlıyoruz. Bu hükmünü sürerken de çeşitli sebepleri yarattığını ve bunların da birer hüküm olduğunu görmekteyiz.

 

Hakem ismi Hikmet ile ilişkilidir. Hikmetin manâsı, sebepleri tertipleyip, meydana gelen hadiselere yöneltmektir. İşte bu bakımdan düşünülürse, Allah mutlak hakemdir.

 

İlk emri olan “ol”emri, ilk hükmüdür. Kader ise, artmayan ve eksilmeyen belirli bir miktarla, sebepleri ölçülü ve hesaplı hareketiyle belirli sayıda ve sınırda olan müsebbiblerine yöneltmektir. Kaza ise sebeplere yapılan külli va’zıdır. Hüküm ilk külli tedbirdir. Hüküm Allah’ın ilk külli tedbiridir demekten murad edilen; bütün olayların, kaza ve kaderin düzenlenmesi, bir ölçü üzere sebeplerin yaratılması, böylece işleyecek olan sistem için bir tedbirin oluşması ve sistemin çalışması için ilk emrin verilmesidir, demektir. Hiçbir şey O’nun kaza ve kaderinin dışına çıkamaz.

 

Tedbir hükmün ta kendisidir. Zaman içinde bazı kişilerin tasavvufun tam anlaşılamayışı sebebiyle, ve çoğu kez de cahillik sebebiyle “Biz Allah’a teslimiz, tedbir O’nun yanında ne işe yarar?” diye düşündüklerini biliyoruz. Bu doğrudan bilgilenmemekten kaynaklanan bir durumdur. Eğer Esmâ anlaşılabilseydi böyle konuşulmayacaktı. Çünkü tedbir Allah’ın Ahlâkındandır ve Hakem isminin kula yansımasıdır. Kula ne kadar yansımış ise, o kişi hem dünya ve hem de ahiret hayatı için o kadar tedbir sahibi olacaktır. Tedbir yakîn ile artar. Bir kişide Hakem ismi ne kadar tecelli etti ise, o kadar tedbiri artmış olur. Bunu iyi anlamak için Esmâ’nın anlaşılması lâzımdır. Dünya hayatını yaşarken tedbir sahibi oluş, Allah’ın tedbirine uyarak yaşayış demektir. Allah’ın tedbiri ise Levh’de mevcut olup, bu mevcuda uymadır. Teslimiyet ayrı, teslimiyetçilik ayrı şeylerdir. Sebepleri ve müsebbibi Allah olarak tek merci görüş, teslimiyettir. Burada kişi Allah’ın tedbirine teslimdir. Belki de bu tedbirde asla razı olunmayan bir hüküm vardır. Fakat kul bu tedbire teslim olurken kendi tedbirini de devam ettirir. İşte bu çok zor ele geçen bir haldir. Meselâ; böyle bir kul Allah’a yakînlik kazanmış, o kadar ki Levh’i okur hale gelmiş olsa, yani Allah’ın takdir ettiği kendi kaderini okur hale gelmiş olsa ve de orada kendisinin Cehennemlik olduğunu görmüş olsa, bir yandan bu hükme razı olup, teslimiyet ile kabul edecek, diğer yandan kendi tedbiri ile Allah’a sığınıp,belki merhametinden istifade edebilirim ümidi ile, her şeye rağmen  Allah yolunda sabit duracak. Teslimiyetçilik ise laf ile olan bir özenti olup, böyle biri rüyasında kendini Cehennem’de görse acep,teslimiyeti ne olur? Yine aynı şekilde Allah’a yönelir mi? Yoksa ben nasılsa şakilerdenmişim deyip, her iyi yolu bırakır da kötü yolu seçer mi?

 

“ Kim nefsini Allah’a, O’nu görür gibi teslim ederse, muhakkak ki o en sağlam kulpa yapışmış olur. İşlerin sonu ancak Allah’a dayanır.”                                       Lokman  22

 

Kader konusu herkes tarafından merak edilen, ve üzerinde pek çok konuşulan, münakaşalara sebep olan bir konudur. Allah, kitabımızda kimin said, kimin şakî olarak kendisine döneceğini bildiğini buyuruyor. Bu çok önemli meselede kulunun tercihine göre de sebepler yaratıyor. Ruhlar aleminde tercihimizi belirleyip, dünyaya geldiğimizde o tercihimize göre yaşıyoruz. Allah merhameti sebebi ile, dünya hayatında sebepler ile yaşarken tekrar tekrar yeni sebepler yaratarak, tercihimizi değiştirmemize yardımcı olacak şeyleri de hâsıl etmiş oluyor. İsimlerindeki ve sıfatlarındaki çeşitlilik sebebi ile, âdeta kula rahmet için bahaneler yaratıyor. Meselâ koskoca bir hayatın içinde teferruat diyeceğimiz bir an içinde,bizden çıkan bir merhamet anı, Rabbimizin merhametini celbedip, “merhamet edene merhamet ederim” lûtfu ile kaderi değiştirebiliyor. Ve yine içi yanmış birinin sıkıntısına bilmeden cevap olduğumuzda, o kişi öylesine memnun olup, duacı oluyor ki, Allah bu duaya icabet ederek, bizim belki de başımıza gelecek bir kazayı, hafif geçirme sebeplerini halk ediyor. Günahsız ağızdan yapılan duaların reddolunmayacağını biliyoruz. Belki böyle bir ağızdan ve belki de İnd-i İlâhi’de makbul bir zamanda yapılmış bir dua ile kaderimizde iyiye yönelik değişmeler oluyor. Bu günahsız ağız, Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmış, O’nun Yüce isim ve sıfatları ile donanmış Allah’ın veli kulları olup, daha dünya hayatında iken ,ahirete kalmadan bizi iyilik ve güzelliğe sevkettiklerini görüp, dualarının kabulünden istifade etmiş oluyoruz.

 

Allah’ın ezeldeki hükmü ile ilgili olmak üzere insanlar birkaç türlü düşünce içinde olabilirler:

1) Sonlarını düşünüp, merak ederler. Son nefeste nasıl öleceklerini düşünerek, burada akıbetleri ile meşgul olurlar. Bunlar ezeldeki kendileri hakkındaki hükmü bilmedikleri gibi, merak da etmezler.

 

2)  Geçmişlerini düşünenler. Bunlar ezelde kendileri hakkında verilmiş olan hükmü merak ederler. Bunlar bir derece daha iyidir. Zira bir yandan geçmişi düşünürken, diğer yandan geçmişteki hükümden haberli değilim ama, Allah’ın merhametine sığınayım ve bundan sonraki hayatımı insanlık şerefine uygun yaşıyayım diye bir umut sahibi olup, iyi işler yapmaya gayret ederler. Zahitlerin yani Allah’dan korkan ve sakınanların, iyi iş ve ibadetlerle, salih amellerle meşgul olanların çoğu bu kişilerdir.

 

3)  Ne geçmişi ne de geleceği düşünenler. Bu kişiler içinde bulundukları anı yaşarlar. Vaktin oğlu denen kişilerdir. Bilseler de bilmeseler de, ezelde kendileri hakkında verilmiş olan hükme de gönülden razıdırlar, akıbetlerinin ne olacağına da peşinen razıdırlar. İçinde bulundukları an neyi gerektiriyorsa, onu yaşarlar. Hiçbir konuda o anın gerektirdiği şeyi, diğer murada uymuyor diye değiştirmeye ,zorlamaya çalışmazlar. Bu kişiler Marifetullaha ulaşmışlardır. Yani Allah’ı bilen, yakîn kesbetmiş kişilerdir.

4)   Ne geçmişi, ne geleceği, ne de şu anı düşünmeyenlerdir. Bu kişilerin kalbi  Allah’ın hükmü ile dolmuş, devamlı şuhud hali içinde olanlardır. Allah’ın fiileri, isimleri, sıfatları ve Zât’ı ile tecelliye uğramışlar, tevhidi yaşayan, kendileri diye bir şeyin kalmadığı, varlıklarının eriyip, tükendiği kişilerdir. Bunlarda yakîn bile uzak kalmıştır. Zira yakîn ayrı iki şey için mümkün olan bir şeydir. Burada bu kişilerde Allah’dan başka bir şey kalmamıştır. İşte derecelerin en yükseği bu derecedir.

 

Hakem Sensin, “ol” dedin de, oldu bütün âlemler,

Ahirette hükmün ile, seçilecek zalimler.

Adl

ADL    (el-Adl)                   (30)

Çok adil,mutlak adalet sahibi

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)         “Rabbinin sözü, doğruluk (sıdk) ve adalet (adl) bakımından tamamlanmıştır.” En’âm 115 Âyetinde, sözünün adaletinden bahsedilmiştir.

 

2)    Pek çok Âyette hak ve kıst sözleri,adl manâsında kullanılmıştır: Âl-i İmrân 18/ En’âm 57/ A’râf 8/ Yunus 4

 

3)    Hak ve adaletinin mutlak olduğunun belirtildiği : Enbiyâ 47/ Yunus 54/ Zümer 69

 

4) Toplumda adil olmamızı isteyen:“Şüphesiz Allah adaleti ve iyiliği emreder” Nahl 90

 

5) Hakimin adaletle hükmetmesi :  Nisâ 58

 

6) Yazanın adaletle yazması :  Bakara 282

 

7) Toplulukların arası bulunurken adaletle hükmedilmesi: Hucurât 9

1)    Konuşmalarda bile adaletten ayrılmamak gerektiği: En’âm 152

 

Manâsı adaletli olmasıdır. En adil olan şüphesiz Allah-ü Teâlâ’dır. Adalet zulmün zıddıdır. Adl ismini anlayabilmek için,  sınırsız düşünceye erişebilmek gerekir. Yoksa sınırlı düşünen insanî aklımızla ne bu ismi, ne de başkalarını anlayabiliriz. Meselâ yaşam, ebedi olmakla sınırsız olmuş olur. Yaşam derken sadece dünya hayatını düşünürsek, sonu olan bir şeyi yani sınırlı bir şeyi düşünmüş oluruz. Ebedi hayata inananlar için muteber değerlendirmeler, sonu olmayan ebedi hayat esas alınarak yapılan değerlendirmelerdir. Şimdi meselâ bazıları bu noktaya dikkat etmeden, falancayı fakir etmekte Allah’ın adaleti nerede? diye sormaları, düşüncelerinin sınırlı olması sebebi ile, adaleti anlamamaya varır. Oysa ki ebedi hayatın yanında sonu olan bu hayatta uğranılan sıkıntılar, belki de esas hayat için bir gerekliliktir. O zaman ne kadar iyimser düşünsek bile, Allah’ın adaletini anlamamız mümkün olmayabilir.

 

“ Âfâkta da , kendi nefislerinde de yakında âyetlerimizi onlara göstereceğiz.” Fussilet 53

 

Mevcut olan her şey Allah’ın işleridir. Yani fiilleridir. Hem ayrıntılı olarak, hem de bütün olarak Allah’ın fiillerini bilmeyenler için, isimler sadece lûgat manâsı ile bilinebilir. Yani anlayış ve kavrayış olarak anlayabilmek için, Allah’ın ahlâkını tanıyabilmek için fiil tecelliyatını anlamış olmak lazımdır. Fiilleri tafsilatı ile biliş, insan için takat dışıdır. Buna rağmen nadiren de olsa bütünüyle biliş mümkündür. Bunun için de insan kendi iç alemindeki yolculuğunu tamamlamalı, kendinden giderek, bu manâyı kavrayabilmelidir. Kur’an-ı Kerim’de Hızır (a.s.) ve Musa (a.s.) kıssası  malumdur. Bu manâ yolculuğunda, Musa (a.s.), Allah’ın fiillerini kemali ile anlama noktasına daha sonra  erişmiş olmalıdır. Bazı ters gibi görünen şeylerin ne kadar düz olduğunu , beşeri özellikler içinde göremeyebiliriz. Yine Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teâlâ; şer bildiklerimizin arkasında hayır olabileceğini bildirerek, kulunun beşeri özellikleri ile nasıl itiraz edebileceğini bildiğinden, hatırlatıyor.

 

Bu ismin yansıdığı kişiler; önce kendi nefsinde adil olmalıdır. Sonraki aşama ise, kendi nefsinde adil olduktan sonra dışarıda adil oluşudur. Adalet anlayışı iki türlüdür. Kulca adil oluş ve Hak’ça adil oluş. Aslolan  Allah’ın adaleti gibi adil oluştur. Fakat bu noktaya geliş zordur, hatta belki de mümkün olmadan da hayatın sonuna gelinebilir. İnsana düşen görev, Hak’ça adaleti buluncaya kadar, kulca adaleti yaşamak ve yaşatmaktır. Meselâ; insanların haklarını çiğnememek, kimseye eliyle, diliyle ezada bulunmamak, hakaret etmemek, yakın çevresinin haklarını mümkün olduğu kadar yerine koymak, öfkelenmemek, çirkin söz ve davranışlarda bulunmamak, ayırımcı muamelede bulunmamak, insanların emeklerinin karşılığına sahip çıkmak,v.s., … gibi.

 

İşte bunlara riâyet ederken, diğer taraftan kendi nefsine insaf nazarı ile bakmak, bakabilmek lâzımdır. Herhangi bir konuda kendi nefsini kontrol ederken, kendi muhasebesini yaparken, yaptığı işi ne için yaptı, esas sebep ne idi? Örttüklerinin altından nefsinin muhasebesini yapabilmelidir ki, bu da insaf nazarı ile bakabilmektir. Bir başka manâda insaf nazarı, önce kendimize karşı dürüst olmaktır. Yani yaptığımız işlerde esas nedeni bulmamız, bir başka daha hoş görünen sebebe sığınmamamız demektir. Meselâ birine aleni yardım ederken, eğer etraf görsün de benim iyi biri olduğumu anlasın diye yapmışsak, bunu merhamet edip de yapmış gibi göstermemek lazımdır. Yine aleni yardım yaparken etraf görsün, örnek alsın, onlar da yapsın,böylece insanlara yardım çoğalsın niyeti ile yapılmışsa , bu güzeldir. Saklı bir şey yoktur. Zira sadakanın gizlisi de alenisi de muteberdir. Ve Eshab Hazretleri bunun ikisini de yapmışlardır. Burada görünüm aynı olduğu halde, niyetler farklı olduğu için fark vardır. İnsanların bilmesinden daha önemlisi Allah’ın bilmesi olduğu unutulmaz ise, yani Allah yakında hissedilirse, niyetler dürüst olmuş olur. Eğer kişi o anda Allah’sız ise, yani Allah görmüyor, duymuyor, bilmiyor şuurunda ise niyetler kolayca yamuk olacaktır.

 

Kişi insaf nazarını ibadetler ile yakalayamaz. Bu ancak iç alemine bakışı ile yani içine, özüne yolculuğu ile mümkündür. Sonra dışarı  taşan bir adalet başlar. Allah’ın Adl isminin  tam olarak  yansıdığı kişiler, bazen adaletsiz zannedilebilir. Anlaşılamayabilir. İlm-i Ledün sahipleri bazen umumun anlamadığı hal içinde bulunabilirler. Musa (a.s.) kıssasında olduğu gibi.

 

Allah kullarını tanıdığından, onların tamahlarını bildiği için,  zekâtı farz kılmıştır. Böylece en alt seviyeden bile olsa, kulca adaletin başlangıcını farz olarak tesis etmiştir.

 

Ey Adil Padişah, adaletin hep lûtuftur

Varlığımı tarumar et, gayriyi de unuttur.

Lâtif

LÂTİF  (el-Lâtif)         (31)   

İhtiyaçları en ince noktasına kadar bilip, karşılayan.

 

Kur’an-ı kerim’de : Yedi defa geçer. İkisinde tek başına, beşinde “habîr” ismi ile beraber kullanılmıştır.

 

1)  Tek olarak:  “ O hiç yarattığını bilmez mi? O Lâtiftir, her şeyden haberdardır” Mülk 14 / Yusuf  100

 

2)  Habîr ismi ile “ lâtifü’l habir” olarak beş Âyette: En’âm103/ Hacc 63/ Lokman 16/ Ahzâb 34/ Mülk 14

 

Lâtif isminin manâsı yumuşaklıkla bir işin yapılması, yaptırılması demektir. İşlerin yerine getirilmesi belli bir hüküm ile, yani tedbir ile olur. İşte yerine getirilmesi tedbire muhtaç olan işleri bütün incelikleri ile bilerek, yumuşaklık içinde gereken yere ulaştırmak, Lâtif ismi ile olur. Burada işler yumuşaklık ile yerine getirilirken, lûtuf kemal mertebesinde olmalıdır. Yani lûtfun kemalinde olarak var oluşu ancak,Allah’ü Tealâ için mümkündür.

 

Meselâ ceninin anne karnında kaç kat örtü altında korunarak, büyütülmesi hem ince meseledir, hem de Allah’ın lûtfundandır. Çocuk belli bir süre annesinden göbek kordonu ile beslenir. Doğduktan sonra ise hemen emme refleksi oluşarak, memeyi emer. Bütün bunlar Lâtif ismi ile olur. Annenin sütünün ılıklığı, muhtevası, psikolojik etkisi hepsi ayrı lûtuflardır. İnsanda mevcut olan bütün azalar ayrı birer lûtuftur. Yerin, göğün, güneşin, hatta güneşin yerküreye uzaklığının dahi tam yeterli oluşu, toprağın, suyun, bitkilerin ve hayvanların yaradılışı hepsi lûtuf iledir. İnsana faydasına göre lûtufların en ince teferruatını düşünerek sunuş da lûtuftur.

 

Dünya hayatı kısa bir süredir, ahiret ise ebedi. Kısa olan dünya hayatındaki pek az bir taate karşılık, ahirette ebedi saadet verilişi de lûtuftur.Yani kul, taatine karşılık olarak almış olmaz, çünkü taati belli bir süre içinde yapmıştır. Halbuki ahirette bu taatin karşılığı ebediyen devam edecektir. Verişlerinin karşılığı ile aldıklarının arasında zaman bakımından da bir oran yoktur.

 

Kula taşıyamayacağı yükü yüklememesi de ayrı bir lûtuftur. İnsanlara bazı şeylerin çokça verilmesi kadar, mahrum edilmesi de lûtuftur. Bu konuyu iyi anlamak ve buradaki inceliklere vâkıf olmak lazımdır. “  De ki ;bu Allah’ın lûtfu keremindendir. Onu dilediğine verir.”

 

Bu ismin insana yansıması, yani tecellisi şöyledir:

İnsan Allah’ın inceliklerine vâkıf olduğu kadar lâtif olur. Lâtif olan kişide koyu taassub olmaz. Allah’ı tanıdığı gibi anlatır. Bu anlatılanda korkudan çok sevgi, öfkeden çok merhamet, ümit, saygı, hoşgörü vardır. İnsanları Allah yoluna davet ederken lâtif davranır, yumuşaklıkla celbeder. Öyle ki bu kişilerin letafeti konuşmalarına olduğu kadar tavır ve hareketlerine, oturup kalkmalarına intikal eder. İnsanlar bu kişiler ile Allah’a çekilirler ve idrak edebilirler.

Habîr

HABİR  (el-Habîr)     (32)

Her şeyden haberdar olan

 

Kur’an-ı Kerim’de : Bu isim, haber, ahbar şeklinde de kullanılmıştır.

 

1)    Tek başına:  Bakara 234,271/ Âl-i İmrân 153,180/ Nisâ 94,128,135/ Mâide 8/Tevbe 16/ Nûr 30,53/ Furkan 58,59/ Lokman 29/ Ahzâb2 / Feth 11 /Hadîd10 /Mücâdele 3,11,13/ Haşr 18/ Münafikûn 11 /Tegabûn 8/ Âdiyat 11

 

2)    “Hakîm” ismi ile beraber: En’âm 18,73/Hûd 1/Sebe’ 1

 

3)    “Basîr” ismi ile beraber: İsrâ 30,96 / Fâtır 31 /Şûra 27

 

4)    “Alîm” ismi ile beraber: Nisâ 35 /Lokman 34 / Hucurât 13/Tahrîm 3

 

5)    “Lâtif” ismi ile birlikte: En’âm 103/Hacc 63/Lokman 16/Ahzâb 34/ Mülk14

 

6)    Ahbar olarak: Tevbe 94/Muhammed 31/ Zilzal 4

 

7)  Haber olarak: Neml 7/Kasas 29

 

Bu ismin manâsı gizli bilgilerden haber alan demektir. Alîm ismi de bilen manâsınadır. Lâkin Habir ismi bâtından, yani iç alemden, kalpte olanlardan, kısaca maddi ve manevi alemdeki her gizli olandan haberdar olan  demektir. İç âlemdeki hem mevcut olan gizlinin gizlisinden, hem de değişen her gizli, örtülü olan şeyden haberdar olandır.

 

“Eğer küfrederseniz, şüphesiz,Allah sizden müstagnidir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin faideniz için bundan hoşnud olur. Hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez. Nihâyet hepinizin dönüp gidişi ancak Rabbinizedir. Artık neler yapmakta idiniz, O size haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyla bilendir.” Zümer 7

 

Bu isim kula yansıdığında, o kişi kendi iç alemini bilir. İnsanı helâke götürmeye sebep olan kalbin hastalıkları ve yerleşmiş olan kötülükleri bilip, bunlarla mücadele eder. Her olayda nefsinin payını araştırır, kurtulma çareleri arar. Kendinden haberdar olmayan ise kendini görmek istediği gibi görür; bilmek istediği gibi bilir. Böylece kendine yabancı, kendindeki hakikate yabancı, hayal ettiği kendine yakın olmuş olur. Habîr ismi yansıma derecesine göre, kişinin gafletten sıyrılma derecesini de gösterir. Zira daima nefsini kontrol etmek insanı gafletten sıyrılmaya götürür.

 

Vücudumda misafirim, perdeyi kaldır,

Ben beni iyi bilirim, haberin vardır.

Halîm

HALİM  (el-Halîm)      (33)

Ceza vermede acele etmeyen, yumuşak davranan

 

Kur’an-ı Kerim’de:  Tek başına hiçbir yerde kullanılmamıştır.

 

1)    Ceza vermede acele etmeyen manâsında:

“Şâyet Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Ancak O, onları belirlenen bir müddete kadar erteliyor”

Nahl 61

“ Zalimlerin yaptığından Allah’ı gafil zannetme. Ancak onların azabını gözlerin belerip      kalacağı bir güne erteliyor”

İbrahim  42

 

2)    “Gafûr” ismi ile beraber: “gafûrü’l-halim” olarak: Bakara 225/Âl-i İmrân 155/ Mâide 101

 

3)    Bazı Mekki Âyetlerde ise: “ halim gafûr” olarak kullanılmıştır: İsrâ 44/ Fâtır 41

 

4)    Üç Âyette: “ alim halim”olarak geçmiştir.Nisâ 12 / Hacc 59 / Ahzâb51

 

5)    “Ganî” ile birlikte : Bakara 263

 

6)     “ Şekûr” ile birlikte: (bitişik olarak) Tegabün 17

 

7)    Yumuşak huylu anlamında:

Hz.İbrahim hakkında: Tevbe 114/ Hûd 75

Hz. İsmail hakkında  : Sâffât 101

Hz. Şuayb hakkında  : Hûd 87

 

8) İnsan ahlâkındaki önemi bakımından,Hz. İbrahim’in salih evlât isteme duasına karşılık olmak üzere: “ Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik” Sâffât101

Halîm ismi ani öfkelenmemek, hemen karar vermemek, yumuşaklıkla ve sabırla bekleyerek muamele etmek manâsınadır.

 

“ Eğer Allah,işledikleri günahlar yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı,yer yüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat Allah onları cezalandırmayı belli bir zamanâ kadar tecil ediyor.” Fâtır 45

Bu isimden kula düşen pay ise, insanların hatalarını hemen yüzüne vurmamak, öfke ile ani davranışta bulunmamak, yumuşaklık ile yani hilm ile muamele etmektir. Yapılan kötü bir işe veya muameleye karşılık verirken de, tehir etmektir.

 

Utanırım, yüzüme vurmadıklarından Ya Halim!

Yumuşak davranışınla eriyor kalbim.

Azîm

AZİM   (el-Azîm)       (34)

Zât’ı ve sıfatlarının manâsı anlaşılamayacak kadar ULU olan

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Allah’ın sıfatı olarak: Altı yerde geçer:Bakara 255 / Şûrâ 4 /Vâkıa 74,96/Hakkâ 33,52

 

2)    “Kur’an-ı azîm” olarak Hicr 87

 

3)    “Azabün azîm” olarak: Bakara 114/ Âl-i İmrân 105, 176/ Mâide 33,41/ Enfâl 68/ Nahl 94, 106/ Câsiye 10

 

4)    “Ecrün azîm”  olarak: Âl-i İmrân 172,179/ Mâide 9/ Tevbe 22/ Hucurât 3/ Tegâbün 15

 

5)    “fadlün azîm” olarak Enfal 28

 

6)    100 defa büyük başarı, büyük mükafat, büyük ahlak, büyük haber, büyük gün, büyük günah gibi, yarattıklarının sıfatı olarak geçer.

Bu isim ile Allah’ın büyüklüğü öylesine bir tariftir ki; bu büyüklüğü akıllar kavrayamaz. Allah’ın Azîm oluşu tek oluşu sebebiyledir. Çünkü benzetilip teşbih yapılacak başka bir şey daha yoktur. Meselâ kâinat, evren, güneş sistemleri de büyüktür. Lâkin bu büyük şeyleri yaratan yine Allah-ü Teâlâ’dır.

Meselâ, karınca için üzerine gelmekte olan, kendisini ezecek olan ayak en büyüktür. İnsan için ise, uzaklık, büyüklüğü küçültür. Uzaktan gelen bir gemiyi tırnağımızın ucuna yerleştirebiliriz ama yaklaştıkça biz geminin yanında nokta kadar kalırız. Geminin büyük olarak müşahadesi için mutlaka yakınında olmak icab eder.

İnsanların Allah’ın büyüklüğünü idrak edebilmeleri için; O’nu fiilleri, isimleri, sıfatları ile müşahade etmek; Zât’ını da Zât’ı ile bilmek icab eder. Bu ise, yakînden daha yakînde, Azametini, yani Ululuğunu bilmektir.

 

Fiilerini bilmek: Fail (yapan) olarak  O’nu  görmektir. Bu görüş: “ (taşları) attığın zaman sen atmadın, biz attık” âyetinde pekiştirildiği gibi, bütün işlerin O’na ait olduğunu hiç olmazsa ilmen bilmektir. Sonra bu biliş hayatın içinde yaşanarak, bütün işlerin Allah’a ait olduğunu kendiliğinden kabul etme haline geçer. Yani, gafletsiz olarak işlerin sahibi bilinir. O’nun yanında kendi muradının olmayacağı veya ancak Allah murat etmiş ise olabileceği fark edilir. Böylece kul, kendi acziyetinin bir kısmını anlamış olmakla, zannındaki Allah büyürken kendi küçüklüğü fark edilir olacaktır. Uzakta nokta gibi görünen geminin biraz daha yaklaştığında dumanın çıktığını fark etmek, ışığının yanıp yanmadığını fark etmek ne kadar yeterli bir biliş ise ; fiilleri ile Allah’ı biliş de bu kadar yeterli bir biliştir. Allah’ı fiilleri ile biliş, “kim?” sorusunu siler.

 

İsimleri ile biliş: İsimlerin manâlarını öğrenmek, bu isimlerin Allah’ın Ahlâkı olduğunu bilmek, bu isimler ile mümkünse isimlenmek, bu isimlerin hepsinden az bir miktar bile olsa pay alabilmek ve sonunda Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmanın kolay olmadığını anlamak, bu pek az olan payı alabilmenin dahi zorluğunu anlayarak, Allah’ın azametini, bu payların hepsini kendinde topladığını düşünerek anlamaya çalışmaktır. Bu gemi örneğinde,

geminin rengi, yüksekliği, uzunluğu, sesi ile gemiyi tanımak gibidir. Allah’ı isimleri ile biliş, “Ne,Neden?” sorularını siler.

 

Sıfatları ile biliş: Allah’ın isimlerini ahlâk olarak, isimlerin doruğunda taşıması, O’nun vasıflarının bir kısmıdır. Bir diğer sıfat gurubu ise subuti olan sıfatlarıdır. (Zât’ına ait) Bu vasıfları ile Allah’ı biliş, kulu, O’nun tek olduğuna götürür. Burada yani teklikte kul o kadar küçülmüştür ki Allah’dan başka bir şey kalmamıştır.  Geminin burnumuzun dibine girdiği an gibidir. Allah’ı sıfatları ile biliş, “Nasıl, Nereye,Kiminle, Nereden?” sorularını siler.

“Nereye baksanız, Allah’ın vechi ordadır.”

“Allah’dan geldik yine Allah’a gideceğiz.”

“O sizi bir bulanık sudan yarattı.”

Zât’ını Zât’ı ile biliş: Burada kul, ilahi azameti, uluhiyyeti, vahdaniyyeti, samediyyeti hakkı ile bilmiş olur. Bu hakkı ile biliş kulda ruh ile nefs arasında hiçbir perdenin kalmadığı çok yüksek makamlardan sonra ulaşılan makamsızlıkda yani Hak ile bâkî oluşta mümkündür.

            Bu ismin insana yansımasına örnek:  Peygamberler ve ariflerin kâmilleridir. Hz.Peygamberimiz dualarında,  “Ya Rab! Seni hakkıyla senâ edemedim” derken, bu bilişin kademelerinden, ümmetlerine haber vermekte idiler. Peygamberlerin mirası olarak bu ilim, ümmetin varlığından kurtulmuş kişilerine aktarılmıştır. Bu sebeple onlar, Allah’ın lûtfu keremi ile dilediğine verdiği bu zenginliği, hazineyi insanlar için sebil ederler.

 

İnsanlardan bu isimden nasibini alanlar, Allah-ü Teâlâ’yı fiilleri, isimleri, sıfatları ile müşahede edebildiği kadardır.

Gafûr

GAFÛR  (el-Gafûr)     (35)

Günahları örterek,çok bağışlayan

 

            Kur’an-ı kerim’de: Gafûr ismi 91 defa geçmektedir. Arap’ça da örtmek, gizlemek manâlarını da taşır.

 

1)    Affetmek ve bağışlamak manâsında insana izafe edilerek: Şûrâ 37/ Tegâbün 14

 

2)    İki âyette tek başına geçer: İsrâ 25/ Kehf 58

 

3)    “Rabbün gafûr” şeklinde: Sebe’15

 

4)    71 yerde “rahîm” ismi ile “gafûrü’n rahîm” beraber kullanılmış olarak geçer.

 

5)    Bir Âyette:  “Er- rahîmü’l-gafûr” olarak geçer: Sebe’ 2

 

6)    “ zü’r-rahme” olarak : Kehf  58

 

7)    “vedûd” ismi ile birlikte: Bürûc 14

 

8)    “halîm” ismi ile: “ halîm gafûr” şeklinde: İsrâ 44/ Fâtır 41

“gafûr halîm” şeklinde: Bakara 225,235/Âl-i İmrân 155/

Mâide 101

 

9)    “afüv” ismi ile  Nisâ 43,99/ Hacc 60/ Mücâdele 2

 

10) “aziz” ismi ile birlikte: Fâtır28/ Mülk 2

 

Gafûr ismi kök olarak Gaffar ismi gibidir. Gaffar ismi affetmede mübalâğa manâsınadır. Gafûr isminde ise daha da mübalâğa vardır, affediciliği tamdır, mağfiretin en uzak derecelerine kadar uzanır manâlarını taşır. Gaffar isminden daha önce bahsedildiği için, burada bu kadarla yetineceğiz.