Kategori arşivi: Adımlar 3.Cilt

Fikrin Hakikati

Fikrin Hakikati:

Tefekkürün hakikati; iki ilmi (marifeti) öğrenip, içine sindirerek gönülde yerleştirmek ve böylece üçüncü marifeti (ilmi) elde etmektir. İlk iki bilgi sermayedir, üçüncü ise kâzançtır. Üçüncü elde edilenden sonra, tefekkürün devamı ile ilimlenmeler çoğalır. Dördüncü, beşinci,… marifetler de oluşur. Böylece marifetin (yani ilmin) sonu gelmez. Ancak ölümle sonlanır.

Birinci marifet: Tezekkürdür (hatırlayarak düşünmek) . Ahiretin dünyadan hayırlı olduğunu duyup, konuya yüzeysel olarak yaklaşıp, tasdik ederek, duyduğuna da güvenerek, taklid ederek de olsa ahireti tercih ettiğine göre, bu hale uygun amellerde bulunma gayretine girmek.

İkinci marifet: Tefekkürdür (bilgi sahibi olduğu konuyu daima düşünmek). Ahiretin baki (daimi) olduğunu bilmek ve baki olanı fani (geçici) olan dünya hayatına tercih etmeye gayret etmek, bunu sıkça hatırlamaya çalışmaktır. İlk iki marifetten üçüncüye geçemeyenler, daima hatıra getirerek(tezekkür ederek), üçüncüye geçme gayreti gösterirler.

Üçüncü marifet: Bu fikir ile kalbin aydınlanmasıdır. Ahireti tercih etmenin daha hayırlı olduğunu bilmektir. Bu üçüncüyü arayana mütefekkir yani fikir sahibi denir. Üçüncü marifeti elde edenlerde, diğer marifetler çoğalır. Yani marifet, marifetin neticesidir. Bu iki marifeti kullanarak, diğer marifetleri elde etmenin yolu;  genelde Allah-ü Tealâ’nın gönüllerde yerleştirdiği bir nur ile olur. Yoksa kişinin bunca dünya meşgalesi ve arzuları ile bunu elde etmesi elbette çok zordur. İmanlı olanların çoğu, iki marifetten öteye gidemezler. Ağızlarında, dünya hayatının geçiciliği varken, yaşantılarında  bu kısa ve geçici olan hayata fazlaca ihtiras ve arzu tesbit edilir. Bir yandan ahiretin saadetini arzu ederler, diğer yandan nefislerine uymaktan geri duramazlar.

Dördüncü marifet: Kalbin halinin değişmesidir. Bu suretle kalp iyi hal içine girer.

Beşinci marifet: Kalbin yeni tutum ve davranışına uygun olarak, âzaların kalbin haline uyması ve bu uyuşla hizmet etmesidir. Tefekkür bütün iyi amellerin başlangıcıdır. Tefekkür sonucunda, ilim, hal ve amel elde edilir. Özel olarak elde edilen ise, marifettir. İlim, dünya hayatı ile ahiret hayatı hakkında bilgilenmektir. Hal; bu bilginin ışığında tercihini yaptıktan sonra, bu bilgileri daima hatırında tutmaya çalışarak, ahiret tercihini yaptığı duruma uygun yaşamaya çalışmaktır. Amel ise; kalbinden ve âzalarından iyi ve hayırlı işlerin çıkmasıdır. Özel olarak elde edilen marifet ise; fikrin fikri ürettiği durumdur ki; burada marifetten kast edilen, Allah’ı tanıma, yakinen müşahede etme bilgisine ulaşmaktır.

Kalbin tefekkürden nasibi, kalpte ilim meydana gelince, kalbin halinin değişmesidir. Kalbin halinin değişmesi demek, kalbi afetlere götüren; kin, gadap, hırs, tamah, riya, kıskançlık, haset, aşırı istekler, gıybet, söz taşımak, iftira gibi kötü ahlâktan temizlenmesi demektir. Kalp böylece iyi hale döner. Kalbin hali değişince, âzaların amelleri değişir. Bu bakımdan bütün iyi amellerin başı tefekkürdür denir.  Tefekkür, zikirden ve bütün amellerden hayırlıdır. Fikir yani düşünce zikirden fazladır. Zira zikir ile düşünce süratine ulaşmak mümkün değildir. Fikrin kendisi zaten zikirdir. Fikir kalpte hasıl olduğundan, kalp ile zikir demektir. Kalbin zikri ise, âzaların amelinden üstündür. Hatta amellerin şerefi, kalbin zikrettiği kadardır. Zikrin hakikati ise dil ile ve kalp ile Allah’lı olmaktır. Yani her işinde Allah ile veya Allah için veya Allah rızasına uygun veya Allahsız olmadan o işi yapmak anlamına gelir. Bir bakıma gafletsizliktir. Bir bakıma da yakîndir. Yoksa dil ile sayısız Allah (c.c.) denmiş olsa ve bu söz kalpte yerini almamış olsa, bir kıymet ifade etmez. Bu sebeple fikir, zikirden ve bütün amellerden üstündür, dedik.

Fikrin Mecraları(Yolları)

Fikrin Mecraları(Yolları):

Fikrin yani düşüncenin tamamı din ile ilgili hususlarda değildir. Tevhid açısından ele alınacak olursa; elbette hiçbir şey Allah(c.c.)’dan ayrı husus değildir. Buna rağmen din ile ilgili diye ayırım yaparak inceleyeceğiz. Din ile ilgili hususlardan kast ettiğimiz, kul ile Yaradan’ı arasındaki hususlar ile ilgili fikirlerdir. Din ile ilgili olmayan fikriyatın, tevhid ışığı altında, nasıl din ile ilgili olduğunu ise şöyle bir misal ile açıklayabiliriz: Kişi meselâ; ileride başarılı olmak, iyi kâzanmak, hayatını kurtarmak fikri içinde, gece gündüz buna ulaşma yollarını arıyor, düşünüyor, nasıl ele geçireceğinin hesaplarını yapmak  için aklını meşgul ediyor ve sürekli düşünüyorsa; bu dinin dışındaki konular ile ilgili fikirdir. Ama yine de tevhid bakımından aynı potaya koyup karıştırırsak, bu düşünce de iyi bir sonuca götürebilen bir fikir olmuş olur. Çünkü, kişi eğer bu fikriyatını uygulamaya geçirebilirse; kimseye muhtac olmayacak, dilenme durumuna düşmeden hayatını kurtarmış olacak, insanlara belki de faydası olacak, meselâ öğretmen ise çocuk yetiştirecek, belki kendindeki fikirleri de onlara aşılayacak, belki içinde bulunduğu durumu dolayısıyla alan el değil, veren el olacak. İşte bütün bunlar da Allah(c.c.)’ın hoşuna giden şeyler olduğu için, bu fikirlerin de O’ndan ayrı olmadığını söylemiş olduk.

Din ile ilgili hususlarda, yani kul ile Rabbi arasındaki hususlarda kulun düşünce ve fikri, âzalarına ait ve kalbine ait olmak üzeredir. Her ikisi ile ilgili olmak üzere, Allah’ın yanında sevimli olanlar ve sevimli olmayanlar olmak üzere de iki kısımda mütalâa edilir.

Kul kendi özelliklerini ve yaptığı işlerin özelliklerini düşünür. Özetlersek: Kulun kendisiyle ilgili iki türlü fikri olur:

Birinci kısım: Muamele ilmine girer. Bu kısım da:

A)Allah (c.c.) katında sevimli olmayan işler:

1) Âzaların işi olan: İSYAN. Burada kul isyanını düşünür.

2)Kalbin tehlikeli ve helâke götüren vasıfları: MUHLİKAT. Kul, kendini helâk olmaya götürecek olan ve kalbinin helâkta oluşuna sebep olan hallerini düşünür.

B)Allah (c.c.) katında sevimli olan işler:

1)Âzaların işi olan: TAAT’ini düşünür.

2)Kalbin vasfı olan ve kurtuluşa götüren işler: MÜNCİYAT. (Adımlar 1,2,3)

İkinci kısım: Mükâşefe ilmine girer. Bu kısım da:

A)Allah(c.c.)’ın Esma-ül Hüsna’sını, sıfatlarını ve Zât’ını tefekkür etmek,

B)Allah’ın fiillerini düşünmek. (işlerini)

C) Allah(c.c.)’ın mülk ve melekûtunda yer alan her şeyi; göklerin ve yerin yaratılışlarını ve bunların arasındakilerin yaratılışlarını düşünmek.

Yukarıda sınıflandırılanlardan, Allah(c.c.)’ın yanında sevimli olmayan şeyler hakkında, üç hususta düşünmek lâzımdır:

1) Kendisinde, kötü sıfatların mevcut olup, olmadığını düşünmek.

2) Kötü olan halinden kurtulma çarelerini araştırmayı düşünmek.

3) Eğer şu anda bu kötü olan kendinde mevcutsa hemen şimdi, terk etmeyi düşünmelidir. Veya kendinde yoksa bile ileride karşılaşma ihtimali yüzünden, tedbir almayı düşünmelidir.

 

Muamele ilmi ile ilgili olan tefekkür:

İSYAN: Kişi her gün, günah işlemeye müsait olan  yedi âzasını kontrol etmelidir. Bu yedi âza ile olan isyanlar;  kalp, dil, mide, el, edep yeri, ayaklar ve bütün vücuda yayılmış olan anne-babaya isyan şeklindeki günahlardır. Bunların hakkında geniş bilgiyi Adımlar 1’deki tevbe bölümünde anlatmıştık.

İşte bütün âzalar ile ilgili düşünülür, şayet âzalardan biri veya daha fazlası ile şu anda günah işleniyorsa, hemen terk edilir. Düne ait bir günah varsa, tevbe etmelidir. Gelecekte böyle bir günah işleme durumu varsa, hemen korunmak üzere tedbir alınmalıdır. Meselâ dil ile (yalan, iftira, gıybet, alay etme, kendini övme, düşmanlık, şakacılık, boş sözlere dalmak gibi) yapılan isyanı önlemek için Kur’an ve Hadis’lerden ibret almalı, sünnetteki yeri öğrenilmelidir. Önleyemediği zaman insanlardan uzaklaşmalı, salih kimselerle dostluk kurmalıdır. Hatta bazen helâl olan şeylerin dahi aşırı olanlarının meşru olmadığı düşünülmelidir. (Çok yemek, çok içmek gibi. Zira bunlar şehvete kuvvet verir)

Düşünülmelidir ki, haram lokma ve giysi ile yapılan ibadetler kabul olmaz. İsyanın baş sebebi, harama bulaşmakla olur.

TAAT: Üzerine borç olan farzlara bakmalıdır. Eksiklerini nafilelerle tamamlamayı düşünmelidir. Bütün âzaların itaati sağlanmalıdır. Gözün, kulağın, dilin hakkı verilmelidir. Âzaların ne için yaratıldığı düşünülmeli, şükürlerinin yapılıp yapılmadığı hesaplanmalıdır. Malının fazlasını ihtiyacı olana vermelidir. Böylece malı da itaate sevk edilmiş olur.

MUHLİKAT: Kişiyi helâke götüren vasıfların kalpte yer almasıdır. Bunlar; şehvet, gadap (öfke), cimrilik, kibir, ucup (büyüklenme), riya, haset, kötü zan, gaflet, gurur ve benzerleridir. Kişi kalbine bakmalı, ama insafla bakmalı, bu hastalıkların kendinde var olabileceği ihtimalini düşünmelidir. Çoğu zaman nefis, insana bu kötü vasıflardan uzak olduğunu zannettirebilir. Bu bakımdan kişi emin olmamalı, kendisini tekrar tekrar olayların içinde denemelidir.

MÜNCİYAT: Kişiyi kurtuluşa götürecek olan iyi vasıfların, ne kadarının veya kaçının kalbinde bulunduğunu düşünmesidir. Bu iyi vasıflar: Tevbe, pişmanlık, belâya sabır, nimete şükür, korku ve ümit, ihlâs, iyiliğe niyet, rıza, sadakat, muhabbet, huşû, tevazu, zühd, takva gibi, kişinin kurtuluşuna vesile olan güzel ahlâktır. Kul insaf ile kalbine bakmalı, bu vasıflardan hangilerinin ve ne kadarının kalbinde bulunduğunu düşünmelidir. Bu vasıflar ilim ile meydana gelir. İlimlenmek için de tefekkür etmek, kendini nerede ve nasıl görmek istediğini bilmek ve tercihini yapmak gerekir. Bütün bunlar, rast gele yaşayışların içinde, fark edilemezler. Ancak düşünen insan için önemi vardır. Bu bakımdan Kuran-ı Kerim’de düşünen insan övülmüştür. Düşünmeyenler için ise: “Hiç düşünmezler mi?..” denmiştir.

Sevilen halleri elde etme ilmi, en iyi bir şekilde, manası düşünülerek okunan Kuran-ı Kerim’den alınır. Kitabımız bütün hal ve makamları içinde toplamıştır. Tefekkür ederek okunan ve tesirinin hissedildiği bir âyet, tefekkürsüz indirilen bir hatimden daha makbuldür. Eğer Kuran’ın manası her okuyanın kalbine inmiş olsaydı, böyle okuyanlar için asla kalpte dünya sevgisi kalmazdı. Hadisler için de aynı şey söylenir. Hadis ile verilmek istenen öz, eğer okuyanın kalbine tesir etseydi, o hadisi bir kere okumak yetecekti ve dünya kalpten silinecekti.

Allah (c.c.) yoluna girmek isteyen ve bu isteğinde samimi olduğu kadar sadık da olan, Allah (c.c.) taliplerinin son arzusu; tek olan Hakikat’te yok olmaktır. Sıddıkların nimetlerinin sonu da budur. İşte münciyat (kurtuluş yolları) ile meşgul olmak, samimi olarak Allah’a ulaşma isteğindendir. Fakat ömür boyu bu işlerle meşgul olmak ve ömrü böyle geçirmek de akıl kârı değildir. Çünkü bu işlerle meşgul olunurken, Cemalullah’a ulaşmaya ve bunun zevkini ve huzurunu bulmaya vakit kalmayacaktır. Bu şuna benzetilebilir: Bir kadın sevdiği eşi için süslenip hazırlanır, nihayet yanına girer. Fakat ona lâyık olarak hazırlanmak için, bütün ömrünü hazırlık içinde geçirirse, sevdiği için bunları yaptığı halde, eşine kavuşamamış olur. Bu sebepten tavsiye edilen, öğrenmek, sonra öğrendiğini hayatına geçirmek, sonra aynı hataya dönmeden başka bir şeyi öğrenip, hayatına geçirmek ve sonunda bunları tamamlayıp, tevhide bir an önce ulaşmaktır. Fakat nefis, iyilik yolcusunu bırakmaz. Hep iniş ve yokuşlarla oyalar. İnsan kendi kısır döngüsünde dolaşır durur.

Eğer Kur’an ve Hadis’ler ile uğraşmak ve tefekkür etmek için, vakit ayrılamıyorsa veya anlaşılmaz bulunuyorsa, bu çemberi yırtmış ve ulaşmış olanlar mutlaka vardır. Allah-ü Tealâ böylelerinden, dünyayı boş bırakmaz. Bu gibilerin sohbetleri dertlere deva ve iç âleme şifadır. Onların sohbetlerine gitmeli, kalbin perdelerinin varlığı tespit edilerek, açılmaları sağlanmalıdır. Yoksa; Cehennem korkusu ile amel etmek, dayak korkusu ile iş yapmak gibi olur. Aynı şekilde Cennet için amelde bulunmak, para karşılığı iş yapmak gibidir. Dinin incelikleri anlaşılmadan, korku ve beklenti ile amel etmek, kalbi genişletmez, açmaz. Vücuda da yorgunluk olur. Böyle yapan kişi bir yerde, amelleri bir başka yerde, kendi ise daha başka bir yerdedir. Yani kendisine uzak, kendindeki mevcut Hakikate uzak, tabii ki Allah (c.c.)’a da uzak olur.

Bu bakımdan sohbet ehli olmak başka bir hususiyettir. Sohbet ile gönlü açılmış olan, hem Cennet ehli, hem de Allah’a yakınlığı kâzanmışlardan olabilir. Ama karşılık bekleyerek amel eden, Cennet ehli olsa bile, Allah(c.c.)’ı bu dünyada tanımadığı gibi, öbür dünyada da tanıma fırsatını kaçırmış olabilecektir.

Kula gereken, Rabbi ile arasındaki yakınlığın mümkün olduğunu bilmek; bunu arttırmak veya devam ettirmek için daima nefsi ile mücadele vermek, sadece Cennet’e razı olmayarak yakîni istemek, dolayısıyla hakikat ifade eden her âyetin, hadisin, sözün üzerinde tefekkür etmek, her olayın ve her kişinin kendi nefsi için imtihan olduğunu düşünerek gafletsizliği yakalayabilmek ve ömrünün ilk kısımlarını bunlarla geçirmektir.

Bizim tavsiyemize gelince; her Allah ehli olmaya istekli olanın bir defteri olmalı, derim. Kişi, bu deftere kendinde tespit ettiği kötü halleri ve iyi halleri yazmalıdır. Her gün bu deftere bakmalı, kendindeki kötü halleri hatırlamalıdır. Çünkü nefis daima kişiye iyi hallerini gösterip, kötü hallerini unutturur. Muhlikatten yani kişiyi helâke götürmeye sebep olan ahlâktan on tanesi vardır ki, eğer kişi bu on ahlâktan selâmete ulaşırsa, diğer kötü olan hallerden de selâmete ulaşması kolay olur. Selâmete ulaşmamız gereken on muhlikat şunlardır: Cimrilik, böbürlenmek, kendini beğenmek, gösteriş yapmak, çekemezlik, fazla hiddet, oburluk, şehvet düşkünlüğü, mal ve mevki sevgileridir.

Selâmete ulaşmamız için münciyattan (kurtuluşa vesile olandan) on ahlâk yeterlidir: Günahlara nedamet, belâya sabır, kâzaya rıza, nimete şükür, korku ve ümitte orta yol, dünyayı sevmeyi terk, amelde ihlâs, halk ile iyi geçim, muhabbetullah, Allah’a karşı derin saygıdır.

İşte kul defterine muhlikat ve münciyatı yazmalı, kendisinde hangileri varsa veya kötü olanların hangilerinden kurtulduysa üzerini çizmelidir. Böylece hem her an günahları ve kurtulma yolları üzerinde tefekkür etmiş olur, hem de kendinde iyi haller varsa da kötüleri de görerek, kibre girmemiş olur. Ve hem de kötü hallerini iyiye çevirmeye gayret etmiş olur.

Ben; hesap günü gelmeden hesabımızı kendimiz tutalım; kendimizi aldatmaktan uzak olalım; başkaları ne derse desin, kendimizi kendimiz bütün açıklığı ile tanıyalım; günahlarımızı gördükçe tevbemizi arttıralım; iyi hallerimiz çoğaldıkça, şükrümüzü arttıralım; böylece insaf ile kendimize bakmayı ve kendimizi eleştirmeyi başaralım diye, böyle bir defteri öneriyorum. Kendimizi tanımak çok önemlidir. Zira “Nefsini bilen, Rabb’ini bilir” hadisi meşhurdur.

Sadece avam için değil, havas, salihler ve alimler için de, aynı tehlikeler olmasa da, aynı tehlikelere götürecek başka tehlikeler vardır. Çoğu zaman  bu kişiler, sohbet ederken, kendileri kurtulmuş gibi söylerler. Hatta kendilerini böyle günahlardan öylesine sıyrılmış zannederek konuşurlar ki, avam onlar gibi kurtulmuş olmayı arzu eder. Halbuki onlar şu hadisleri unutmaktadırlar:

“Allah-ü Tealâ bu dini, öyle bir kavim ile (toplulukla) teyid eder ki (onaylattırır ki), onların ahiretten nasibi yoktur”

“Allah-ü Tealâ bu dini, facir kimselerle de teyid eder (onaylattırır)”

Bu kimselerin dikkat etmesi gerekenler ise: Şüpheli yemek, gıybet (başka bir alim hakkında), mücadele (kendi tezini müdafaa ederek), övme (menfaati olanı), dostlarına ve düşmanlarına karşı aşırı konuşma, yaltaklanma (önemli kimselere ve kendisini büyük görenlere) gibi günahlardır. Bir çoğu bunlardan kurtulamaz. Vera sahibi bir alim için içki,  kumar, haram gibi günahlar olmasa da bu gibilerinin en çok zarara uğradığı günah, şöhrettir. Şöhret ise afettir. Bu noktada ancak sıddıklar kurtulabilir. Böyle bir alim sözü etkili ise, büyüklenir, değilse beğenmeyene karşı kin ve nefret duyar. Halbuki nefret ve kin duygusunun ne kadar kötü olduğunu öğrenmiş ve kalbini bu gibi kötü ahlâktan temizlemişti. İşte şimdi aynı günaha dolaşarak düşmüş olur.

Şeytan en çok Allah (c.c.)’a yaklaşmakta olana musallat olur. En çok da alimlere uğrar. Sözü beğenilmeyen alim, beğenmeyenlere karşı husumet, hatta kin duyar. O zaman şeytan: “Sen bu adama şahsın için değil, Allah için kızıyorsun. Çünkü Hakkı kabul etmiyor” der. Veya konuşma yaparken, konuşmasına bir eda verir, süslü cümleler koyarsa: “Sen bunu, gönüllere tesir ederek, Allah’ın dinini yaymak için yapıyorsun. Böyle konuşmanın sakıncası yoktur” der. Halbuki alim şöyle düşünmelidir:  “İslâm’ın bana ihtiyacı yoktur. Çünkü benden önce de ayakta idi. Benden sonra da ayakta kalacak ve kıyamete kadar sürecek. Ben ölsem de bir şey eksilmez. Ben olmasam, Allah dinini anlatıp, yayacak birini elbette bulur. Halbuki ben, kalbimi düzeltmek konusunda, kendimden emin değilim. Belki de düzeltemeden öleceğim”.

Kısaca söylemek gerekirse; şeytan riyaset (baş olma hevesi) sevgisini, insanlara aşıladığı müddetçe, ilim devam edecektir, ortadan kalkmayacaktır. Yani baş olma hevesi olmasaydı, belki de ilim anlatan kimse olmayacaktı…

Alimler, toplumun örnek kişileridir. Hem alim olup, hem dünya sevgisine gark olma hakları yoktur. Aksi halde ilimleri ile amel etmemiş olurlar. Sünnetlere uymak durumundadırlar. İnsanları yoldan saptıracak haller ilham edemezler. Meselâ  sevilen bir alim, dünyaya yönelse; insanlar dünyayı sevmede bir beis görmeyecekler ve:  “Eğer dünya sevgisi kötü bir şey olsa, bu koskoca alim dünyaya yönelir miydi?” diyerek, inandıkları için, bir daha asla dünya sevgisini kalplerinden çıkarmayı düşünmeyeceklerdir.

Bu tehlikelerden ve riyaset sevgisinden ancak sıddıklar kurtulur. Bizlere düşen ise, Allah(c.c.)’a ulaşmanın çok kolay olmadığını bilmemiz, nefsimizle her an imtihanda olduğumuz ve o yüce makama ulaşana kadar, her an tehlikede olduğumuz bilincinde olmamızdır.

Kul nefsi ile mücadele yollarını düşünerek, kalbindeki kendi helâkine sebep olacak hallerden kurtulduktan sonra; kalbinde iyi olan ahlâka sahip olduktan sonra, mükâşefe ilmi ile ilgili olan, Allah(c.c.)’ın, mübarek isimlerini, sıfatlarını, Zât’ını, işlerini, yarattıklarını düşünmeye, tefekkür etmeye sıra gelir.

Mükâşefe (keşif) ilmiyle ilgili olan tefekkür:

A)Allah-ü Tealâ’nın Esma-ül Hüsna’sını, sıfatlarını ve Zât’ını düşünmek,

B) Allah-ü Tealâ’nın fiillerini düşünmek ve Allah-ü Tealâ’nın yarattıklarını düşünmek.

Allah-ü Teala’nın İsimleri ve Sıfatları Hakkında Tefekkür

Allah-ü Tealâ’nın Zât’ı, İsimleri ve Sıfatları Hakkında Tefekkür:

ZÂT’ı tefekkür:

Men edilmiştir. Çünkü insan oğlu kendi haline uygun olarak tefekkür etmeyi bilir. Zât hakkında bilen birileri biraz bir şeyler anlatsa, akıl ile kabul edilemeyecek durumlar hasıl olabilir. Bu sebepten, insanın Allah(c.c.)’ı takdir etmesi mümkün olmadığı için, Zât’ı tefekkür men edilmiştir. Bu, hayret, dehşet ve akıllara durgunluk verebilir. Ancak sıddıklar, dayanabilir. Zât’a ait az bir kısım düşünülebilir. Meselâ; mekândan münezzehtir (hiçbir mekân ile sınırlı değildir), âlemden ayrı olmadığı gibi, içinde de değildir. Âzaları yoktur, cisim değildir. Fakat bazıları bu kadar tarifle bile dayanamayıp, inkâra kalkıştılar. Çünkü insan ancak kendi gibi olanları yüceltir. Allah’ın vasıfları kendi vasıfları gibi olmadığı için, yücelik düşünemez. Bu şöyle bir şeydir: Meselâ bir sivrisineğe “Seni yaratanın eli ayağı olmadığı gibi, kanatları da yoktur” diyebilmiş olsak ve o da anlamış olsa, belki de bize: “Benden daha eksik biri Yaradan olabilir mi?” diye inkâr edecektir. Çünkü o, kemali kanatların varlığında bulur.

Allah(c.c.), peygamberlerinden birine; “Kullarıma benim vasıflarımdan haber verme, beni inkâra kalkışırlar. Ancak onların anlayabileceği şeyleri anlat” diye vahyetmiştir.

SIFAT VE İSİMLERİNİ tefekkür etmek (düşünmek):

İnsan, Allah(c.c.)’ın sıfatlarını ve isimlerini tefekkürde serbesttir. Hatta bunları çokça tefekkür etmelidir. Meselâ kudret, ilim, hayat, irade gibi önde düşünülen sıfatları, tefekkürün üst makamlarında olur. Kudretini tefekkür etmeyle, O’nun Celâl, Âzamet ve Kibriya’sı tanınmış olur. Her türlü noksanlıktan uzak olduğu ve her şeyin iradesinde cereyan ettiği öğrenilmiş olur. İlim ve hikmeti kemaldedir. Kudret ve iradesi ise sonsuzdur. Her şeyi işitir. Her şeyi görür. Kalpten geçenleri dahi bilir. Kul bu sıfatların üzerinde tefekkür ettiğinde, Allah’dan gizli ne yapabilir? Her şeyi görüp, bildiğine göre gizlisi, saklısı olabilir mi? Kalbinden bile kötü şeyleri geçirmemeye çalışmaz mı? sıfatların tefekkürü, kula Rabbi’nin şah damarından yakın olduğu bilgisine iman etmeyi getirir. Yani yakîn, sıfatların tefekkürü ile elde edilir.

İsimleri düşünmek ve üzerinde durmak ise; Allah(c.c.)’ın ahlâkı ile ahlâklanmayı getirir. O’nda mevcut olan isimler, bize yansıyabilir. O’nda kemaliyle mevcuttur, bizde cüz olarak yansıyabilir. Bize böyle bir lûtuf kapısı daima açıktır. Özel olan bazı kişilere, bu isimlerin kemaliyle yansımaları da mümkündür, elbette. Lâkin biz, bizde olan eksikleri tespit ederek, ahlâkımızı O’nun güzel ahlâkına doğru değiştirmeye çalışabiliriz. Bazı isimlerin ise kula yansıması adeta mümkün olmaz. Meselâ; “Rahman” ismi, Zât’a mahsus olup, merhametinin sonsuzluğunu bildirir. Bu sonu olmayan genişlikte merhamet olup, böylesi bir genişlikte kula yansıması adeta mümkün değildir. Ama bu ismin tefekkürü, bizi yansımaya götürmese bile, ümitsizlikten kurtarmaya götürür. Son nefesimizde, ümitsizlik ile değil, ümit ile O’na kavuşmamızı sağlar. Zira kulun, O’nun merhametine sığınmak dışında; iyi ameller ve güzel ahlâkla gitmesi, yeterli olmayabilir. Belki bütün ameller reddedilir de, sadece “rahmetinden ümitli olmak” elimizde kâr kalır.

Meselâ; “Adl” ismi, Yüce adaleti ifade eder. Fakat Allah(c.c.) hakkında yakîne ulaşamayan için adalet kavramı, insanlara karşı adil olmak, hak yememek şeklinde anlaşılsa bile, sonucu yine de olumlu olur. Böylece kul, kimseye karşı haksızlık yapamaz hale gelir ki bu da olumlu bir yansımadır. Aslında Allah(c.c.)’ın adaleti Hak’ca bir adalet olup, kullar bunu anlayamayabilir. Ama uyguladıkları, anladıklarıdır. Anlayamadıklarını uygulamamaları da ayrı bir lûtuftur. Meselâ; bazılarının fakir olması, adaleti sebebiyledir. O kişi için Hakikatten ayrılmayacak olan hal, fakirlikle mümkündür. Belki zengin olsa, insanlara zarar verecek, Hakk’ı unutacak, azgınlığa düşecekti. Biz, bizim için en uygun olanın verildiğine inananlar olarak, her birimiz için tayin edilmiş hükme razı oluyoruz. Lâkin bizler, böyle bir adaletin uygulayıcısı olsak, nefsimizin gölgesinde, bütün işleri, adalete aykırı olarak yapacaktık. İşte bu bakımdan “adl” isminden bize yansıyan kadarı, bizim uygulayabileceğimizdir. Bütün isimler hakkında tefekkür edilebilme yolları açıktır. Biz burada örnek olması için bir-iki güzel isimden söz ettik.

İşte tefekkür ederken bütün bunları düşünmelidir. Tabii ki tefekkür edebilmek için, düşünülecek konuya, yani ilme ihtiyaç vardır.

Allah’ın Fiilleri ve Yarattıkları Hakkında Tefekkür

Allah’ın Fiilleri ve Yarattıkları Hakkında Tefekkür:

Allah-ü Tealâ’nın Zât ve sıfatından başka, her ne varsa, O’nun fiili ve yarattığıdır. Her zerrede O’nun hikmet ve kudretinden, hayrete düşülecek alâmetler vardır. Fakat şaşılacak şeydir ki, yaratılmış olanların hepsi hakkında bilgilenmemiz mümkün olmadığından, sadece bildiklerimiz üzerinde tefekkür mümkündür.

“Allah, sizin bilmediklerinizi yaratır”     Nahl/18. âyet

“Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmediklerinden çift çift yaratan Allah, münezzehtir”

                                                          Yasin/ 36. âyet

İşte bu âyetlerden de anlaşılacağı üzere, bilmediklerimiz çoktur. Bildiklerimiz ise ya gözümüzün gördükleri veya görmedikleri olmak üzere iki kısımdır:

Gözümüzün görmedikleri: Kuran’da Gayb veya Melekût âlemi olarak adlandırılır. Melek, cin, şeytan, arş, kürsi ve daha birçokları olup, bunlar üzerinde tefekkür etmek zordur. Halbuki esas hüner, bu âlemin tefekkürünü yapabilmektir.  Ancak âyet ve hadislerden anladığımız ve idrak ettiğimiz kadar, biliriz.

Gözümüzün gördükleri: Kuran’da görülen âlem Mülk veya Şehadet âlemi olarak adlandırılır.  Yer yüzü, semavat ve ikisinin arasında bulunanlardır. Bunların yaradılış hikmetleri, hareketleri, birinin varlığının diğeri için gerekli olduğu tefekkür edilebilir.

Allah-ü Tealâ’nın , göklere verdiği önem âyetlerle belirtilmiştir:

“Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, akıl sahiplerine şüphesiz deliller vardır”

                                                         Âl-i İmran/190

“Göğün ve yerin, buyruğu ile ayakta durması, O’nun varlığının alâmetlerindendir”                                 Rûm/ 25

“Ey inkârcılar! Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı ki, onu Allah bina edip, yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır”                                                Naziat/ 27-29

“Göğü gücümüzle biz kurduk; şüphesiz biz geniş kudret sahibiyiz. Yer yüzünü biz yaydık; ne güzel yaymışız”

Zariyat/47,48

 

“O yer yüzünü size bir döşek, göğü de bir bina kıldı”

                                                            Bakara/22

“İçinde burçları bulunan göğe and olsun”        Bürûc/1

“Göğe ve gece ortaya çıkana and olsun”           Tarık/1

“İçinde yörüngeler bulunan göğe and olsun” Zariyat/7

“Göğe ve onu meydana koyana and olsun”       Şems/5

“Güneşe ve onun ışığına, ardından gelmekte olan aya and olsun”                                                             Şems/1-3

“Gündüz sinip, geceleri hareketleri gözüken gezegenlere and olsun”                                                      Tekvir/15

“Batmakta olan yıldıza and olsun”                   Necm/1

“Hayır, yıldızların yerleri üzerine yemin ederim ki, bunun ne büyük yemin olduğunu bir bilseniz”

Vakıa/75,76

“Rızkınız da size verilen âzab da göklerden gelir”

     Zariyat/22

“Göğü karışıklıktan korunmuş bir tavan kıldık, halbuki onlar bundaki delillerden yüz çeviriyorlar”     Enbiya/32

“Üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik”     Nebe/ 12

“Yakinen bilenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin hükümranlığını şöylece gösteriyorduk” En’am/75

Bu âyetlerin ışığında gökler tefekkür edilir. Güneş, ay, yıldızlar ve hareketleri, muntâzam olarak tekrarlayan ve bir düzen içinde olan hareketleri düşünülmelidir. Hepsinin her gün doğuş ve batış yerleri değişir. Güneş ile bağlantılı olarak gece ve gündüzün birbirini takibi düşünülmelidir. Gündüz geçimi sağlamak için, gece de dinlenmek ve uyumak için nasıl da ayarlanmıştır. Mevsimlerin hasıl olması için, güneşin yüksekte veya alçakta duruşunun ayarı da ayrı bir nimettir. En küçük yıldızın yer küreden en az sekiz defa büyük olduğu halde, nokta gibi görünüşü, ayrı bir hikmettir. Her şeyin yerli yerinde yaratılmış oluşu Allah-ü Tealâ’nın hikmeti gereğidir. Bilemediğimiz nice hikmet sebepleri vardır. Yıldızların ve güneşin tam dünyaya uygun olan miktar kadar uzaklıkta yerleştirilmesi, hepsi hikmettir.

Yer yüzü ve denizler ayrı tefekkür gerektirir. Göklerle kıyas edilemez. Zira yer yüzü her an değişikliklere uğramaktadır. Su lûtfedilirken, kaldırma kuvveti ile verilmiştir. Topraktaki bitkinin, koskocaman ağacın en üst yapraklarının dahi toprağın suyunu, yer çekimine rağmen emme gücü düşündürücüdür. Her şey ne amaçla yaratılmışsa, o amaca uygun hareket etmektedir. İnsana verilen değer sebebiyle, içeceği su kaynaklar vasıtasıyla gelir. Bu kaynaklar, dünya ne kadar kalabalıklaşsa da yetecek kadar yaratılmıştır. Kaynaklar kâfi görülmemiş, şifa için kaplıcalar yaratılmıştır. Irmaklar, denizler ayrı getirilerle yaratılmıştır. Dünyanın merkezi ateş iken, yüzeyi cennet gibidir. Bunun hikmeti, ve bu gücün şaşırtıcı kudreti, akıllara hayret vermektedir. Su için bütün insanlık icabında savaşlar çıkaracak kadar suya önem verirken, Allah(c.c.)’ın bu nimeti elinde iken, nimetin farkına varmayı bilemez. Su başlı başına hayati önemi olan bir nimettir.

Yer ile gök arasında ortaya çıkan acayip haller de düşünülmelidir. Fırtınalar, şimşekler, yıldırımlar, yağmurlar, karlar, şekiller içindeki bulutlar, gök gürlemeleri, yıldız kaymaları, hortumlar, asit yağmurları; bütün bunlar nasıl meydana gelir, nasıl bir kudret ile tekrar her şey eski haline döner? Elbette yukarıdan beri sayılan her şey, Allah-ü Tealâ’nın kudretini ve âzametini hissettirmektedir. Biraz düşünebilenler için, hikmeti görmemek mümkün değildir.

İnsan ve diğer canlılar hakkında düşünmek ise, başlı başına bir önem arz eder. Yukarıda sayılanların hacim olarak büyüklüğü, göklerde seyrettiklerimiz, küçücük gözümüze nasıl sığar? Küçücük gözümüzle, dünyanın kaç bin katı olan fezayı göz bebeğimize sığdırabiliriz. Sadece bu bile hikmet ve kudret değil midir? Belki de Rabbimiz görelim ve düşünelim diye göz bebeğimize bu özelliği vermiştir. Şaşaalı bir köşke girdiğimizde evin eşyasına, süslenmesine hayran olup, heves bile etmez miyiz? Ya peki, göklerin ve yaratılmışların yerleştirilmesine nasıl hayranlık duyulmaz? Bir mimara eseri sebebiyle hayran olunur da, bunca şeyi yaratana nasıl hayran olunmaz? Hem de çoğu şöyle bir görüp, gözümüzün şenlenmesi için yaratılmıştır. Kısacası, insana ne kadar önem verilmiştir? Çiçeklerin bin bir türü, kokusu, devası hepsi bizim içindir. Çiçekler, tüm çeşitleri ile sadece insan gözünün dinlenmesi ve neşelenmesi için yaratılmıştır. Çiçeklerdeki devayı alıp, bal yapsın diye arı yaratılmıştır. Yine insan için bir sürü tantana yaratılmıştır. Bütün sebep ise, insanın önemli olmasıdır. İnsan, belki de hak ettiği değeri sadece Yaradanı katında bulmaktadır.

İnsanın kendi bir harikuladelik değil midir? Bir meni hücresinin anne hücresini seçerek döllemesi, nasıl bir kudrettir? Döllenmiş yumurta eğer, özürlü ise çoğu zaman adet kanaması ile atılmaktadır. Bunu kim idare eder? Milyarlarca insanın arasından, sakatlık sebebi olacak döllenmiş yumurtaya sahip olan kadın nasıl ayıklanır? Böyle bir kudretin benzeri var mıdır? Sonra tek olan döllenmiş yumurta bölünerek çoğalır. Kan, et ve nihayet dokular oluşur. Bebeğin annesinin karnında gelişirken, doğacağı âleme en uygun zamanda gelişi, geldiğinde bu dünya şartlarında yaşamayı hemen kavraması, doğduğu anda emme refleksinin bulunması, anne memesini bilmeden tanıması, anne sütü ile beslenmeyi öğretmişler gibi, emerek sağlaması, bunların hepsi İlâhi hikmet iledir. Annenin o ana kadar boş olan memelerinin doğumla birlikte, bebek için en ideal beslenme karışımı olan süt ile dolması, bu sütün emme ile boşalması, boşalınca tekrar vücut tarafından imal edilmesi. Bebeğin anne sütüne ihtiyacı kalmayınca kesilmesi nasıl olmaktadır?

Her bir organ kendisi için ne yapması gerekiyorsa, ona göre programlanmıştır. Her organın yeri en münasip olan yerdir. Organların arasındaki işbirliği, inanılmaz şekilde işler. Göz eğer tek olsaydı derinlemesine göremeyecekti. Çift olması hem görüş kuvvetini arttırır, hem de biri arızalansa diğeri ile görüş devam etmiş olur. Kulak kepçeleri sesi toparlayacak şekildedir. Böylece ses kaybolmadan toplanabilir. Dişlerin yeri tam münasiptir. Lokma ağza alındığında ön kesicilerle parçalandıktan sonra yanda bulunan azı dişleri ile öğütülür. Bütün bunlar farkında olmadan yapılır. Beyin bütün sistemlerin uyumlu ve dengeli çalışmasını sağlar. Emir zinciri aksamadan işler. İnsan vücudunun kendisi başlı başına bir harikulâdeliktir. Biz burada sadece bir iki noktaya değindik. Konu gerektirdiği için yüzeysel olarak birkaç ana hat üzerinde durduk. Yoksa bu harikulâdeliğin çözülmesi bile, yılları almıştır ve halâ da çözülememiş pek çok şey vardır. Bilimin yıllarca süren çözme çalışmaları, bir tek “ol” emri ile olmuştur. O zaman bize sadece Kudret ve Âzametin karşısında, acizliğimizi hissetmek kalmaktadır.

İnsanın vücut olarak, anatomik, fizyolojik, hücresel, dokusal, organsal olarak hayran olduğumuz dengesinin dışında daha pek çok özellikleri vardır. Her insan farklı olan; psikolojisi, aklı, idraki, zekâsı, öğrenme yetisi, manevi özellikleri, zayıflıkları, ruhsal dengesi ile bir olağanüstülüktür. Sosyal yapısı, dengesi, çevresi ile iletişimi, aile bağları, hayvanlarla münasebetleri, bulunduğu coğrafi bölgeye uyumu ayrıca hikmet konusudur. Bir de duyguları vardır. Aşkı yaşar. Sezgileri vardır, hisseder. Bütün bunlar vücutta yeri olmayan, sanki dışarıdan gelen bir şeyler gibidir.

İşte ucundan verilen kısa ve yetersiz örneklerle, kudretten bir damlayı göstermeye çalıştım. Bütün bunlar düşünen insan için sonu gelmeyen düşünme yollarıdır. Yeter ki düşünülebilsin.

Melekût yani gayb âlemi, bilinmese de âyet ve hadisler ışığında tefekkür edilmelidir. Kalbin o âlemi mükâşefe ilmi ile tanımasından önce, bildirilenlerle  tanımaya çalışması, ancak tefekkür ile olur. Bütün âlemler, mülk âleminin dışında sıralanmış değildir. Bütün âlemler, mülk âlemi de dahil olmak üzere faklı boyutlarda ve iç içedir. Mülk âlemi beş duyu ile görüp, bildiğimizdir. Diğer boyutlar ise keşif ile bildiklerimiz olacaktır. Keşif kalp ile olur. Ve kalbin keşfe açılması için, Allah(c.c.)’dan ve O’nun rızasından başka her şeyden alâkasını kesmesi, boşalması gerekmektedir. Kalbin görüşüne basiret denir. Kalp basirete sahip olduğu zaman, beş duyu ile görülmeyen şeyler de görülür hale gelecektir.   Bu bakımdan mükâşefe(keşif) ilmi, herkes için gereklidir. Kalp, melekût âleminde tefekkür ederek, Arş-ı Âzam’a kadar yükselebilir. Bu imkân vardır. Yoksa, Ömer b. El-Hattab: “Kalbim Rabbimi gördü” demezdi. Bu uzak mesafedir ve buraya ancak yakın mesafeler aşılarak ulaşılır. İnsanın en yakın ulaşacağı mesafesi, nefsidir. Önce nefsin bilinmesi gerekir. Sonra üzerinde yaşadığımız yer küre, sonra bizi kuşatan atmosfer, sonra canlı ve cansız tüm varlıklar, uzay, yıldızlar, kürsî, arş, arşı taşıyan melekler tefekkür edilmelidir.

İşte şuraya kadar anlatılanların tefekkürü, aslına uygun olarak tamamlandıktan sonra, Zât üzerinde tefekkür, hak olur. Hak Tealâ’nın yarattıklarından, O’nun Âzamet ve Kudreti bilinerek, kalpte O’na karşı alâkanın kuvvetlendiği görülür. Böylece gerçek olan Allah sevgisi ve huşu’u gelişir. Allah(c.c.)’ı gerektiği gibi tefekkür etmek sonucunda, kul fark eder ki, sebeplere takılması giderek zayıflamaya başlıyor. Zira bütün sebepleri yaratan görülmeye başlamış oluyor. Bu şekilde, sebeplere takılmaktan dolayı girilmesi mümkün olan şirk ve riya günahından da kurtulunmuş olunur. Sebeplere dayanmanın insanı günaha sevk eden en önemli sonuçları; şirk, riya ve dalâlete düşmek olduğundan, bütün bunlardan kurtulmak için, mutlaka tefekkür etmek elzem olmuş olur.

Mektup-Tefekkür

MEKTUP:

Yine Seni düşünmekteyim, yarım asırdır düşündüğüm yetmedi. Nasıl yetsin ki? Sen, benim için bunca verişten hiç geri durmadın. Ben ise acaba bunların art arda gelmesinin bolluğu karşısında, şükrümü ifade edemeden kaçırdıklarım çok mu, diye düşünmekteyim. Sevginden eminim. Vaadlerinden hiç şüphe duymadım. Ama hiçbir şey yapamamanın yorgunluğu ve utancı içindeyim.

Şimdi bahara hazırlanan ülkemde, baharı hazırlayana binlerce selâm olsun, diyorum. Kelimelerim yetersiz kalıyor. İçimdeki bahar mı, yoksa dışımdaki mi, sevinç sebebim. Hani bir gün kış ayazında baharı yaşatmıştın ya, hani kuşları pencereme müjde için yollamış, binlerce güzel eserinin arkasında saklanmıştın ya, işte o gün vefanı bildirdin. Bildiğim en kesin bilgilerden biri, asla vefana ulaşılamaz olduğudur.

Seni övemem, nasıl öveceğimi bilemiyorum. Belki, öğretirsen olur. Seni anlatamam, nasıl anlatayım ki? Seni, Senin beni sevdiğin gibi sevemem, zira sevgide Teksin. İçimi dolduruyorken, dışıma vuramayışım, yetersizliğim sebebiyledir.

Yarattıklarını düşünüyorum, kayboluyorum. Bu nasıl bir Kudret? Şanından mı, yoksa muhabbetinin coşkusundan mı, bunca bol lûtuf, doğrusu merak ediyorum. İnsan ne kadar kudretlense, ne kadar kemal sahibi olsa, ne kadar büyüse, ne kadar ilimlense acziyetinden öteye gidiş yok. Nasıl böyle kudretlisin? Kemalde dengin yok, ululuğun gururu ve kibri yok eder. İlminin ise sınırı yok. Biz ise Senden gelenler olarak, kendimiz bir şey olamayıp, ancak Seninle söz edilmeye değer oluyoruz. Bize biraz yansıman bizi, muhatap kılıyor. İsimlerini ezberledim, güzel bir nazım oldu. Hakikatine ulaşmak ve isimlerinle isimlenmek bile, adeta erişilmez. Sıfatların ise, Âzametinden bir özet. Hangi birini düşüneyim diye ömür eritmedeyim. Her hangi birinin sınıflandırmasına bile yetişemeyecek acizlik içindeyim.

Kul eliyle yapılan eserlere baktığımda, yine Senin Şaheserlerini görüyorum. Yere basan ayaklarım, toprağın yumuşaklığını hissederken, göğe uzanan kollarım yıldızlarını kucaklıyor. Ben yaldızlara değil, yıldızlarına hayranım. Ben sedef kakmalara değil, inci, mercanına hayranım. Ben eserlere değil, şaheserlerine hayranım. Bulutuna, yağmuruna, denizine, yosun kokuna hayranım. Çeşitli ve her boydan ağacına, ormanına, toprağına hayranım. Bütün bunların bereketine, emre itaatine hayranım.

Seni günde yirmi beş saat düşünebiliyorum. Ağır bir işçi gibi, uyurken, uyanıkken, hep Seni düşünmedeyim. Düşüncelerime düşünceler eklenerek büyürken, acizliğime acizliğim eklenerek, küçülmekteyim. Şimdi ben, kulca bir dilekte bulunuyorum. Sen nasılsa Ulusun. Benim dileğim Senden bir şey eksiltmez. Merhametin ise, benimki ile mukayese bile edilmez. Ne olur, bizi, gözümün değdikleri ile birlikte, Arşında sevdiklerin olarak, barındır. Ya, Erhamer Rahimin! Ya, Sahib-ül Arş’il Azim!

Şiir-Tefekkür

SENDEN SANA GELİNİR

Her ne kadar vasfını inceden inceye düşünsem de,

Bu beni, Seni bilmekten uzak tutar.

Zât’ını düşünmek yasaklansa bile,

Zât’ının şanı, yine Zât’ını tefekkürde yatar.

Seni tanımak üzere, kudret kalemim kalın gelir,

Âzamet deryanda boğulmamak için,

Yine Senden, Sana gelinir.

 

Senin  ince ince yarattığın sebepler, binlercedir,

Biliyorum, hakikat ayrıntılarda gizlidir.

Sadece gözüme tad versin diye,

Kâinat, top yekûn yerli yerincedir.

Tefekkürü zorlayarak, var olanı görebilmek için,

Aklım şaşmada, zihnim düşünemez.

Kudretinin eli kalbimde, Şanın yüce,

Âzametin, benden bana perde…

 

Ey, beni seven güzel! Ey, beni derdine salan güzel!

Söyleseydin elbet, bunun için kopardım yerimden.

Bunca yolu koşarak tamamlamazdım,

Kendini kolay göstermeseydin, eğer…

Ben tefekkür deryasında, Seni ararken

Senden gayri olanları temizleyerek,

Sana geleceğimi sanırken,

Senden başka bir şey yokmuş meğer,

Gayri de Sen.

Murakabe ve Muhasebe

MURAKABE VE MUHASEBE:

(Denetleme ve hesaba çekme):

Kitabımızın bu kısmı; nefis denilen ve insana daima kötülüğü emreden, iyi hale getirildiği zaman ise, insanı Allah-ü Tealâ’nın tecelli mahalli yapan konuya ayrılmıştır.

Nefis Hakkında

Nefis Hakkında:

Nefsin daima kötülüğü emrettiği:

“Çünkü nefis daima kötülüğe meyillidir” Yusuf/53. âyetinde buyurulmuştur.

“Biz ona şah damarından daha yakınız”           Kaf/ 16

Keza:

“Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir”

Hadid/4.

Yani insan, nefsi ile kötülüğe, Rabbinin yakınlığı ile de iyiliğe yakın mesafededir. Başka bir deyişle; iyiliği ve kötülüğü içinde barındırır. Hangi tarafı tercih ederse de, o yol açılır. Nefis ile, nefyedilmiş olması sebebiyle kutsal olan ruh arasında, zulmetten ve nurdan olmak üzere nice perdeler vardır. Bunlar sanki, Allah ile kul arasındaki perdeler gibidir. Önce zulmet ve sonra da nasip olursa nur perdelerinin açılması ile, insanda bulunan ruh ile nefis arasında perde kalmaz. Bu hal, yani perdesizlik hali, tam olan tevhiddir. İkilik kalkmış, birlik haline yani tevhide girilmiş olunur.

İşte insandaki nefsin terbiye edilmesi ile, nefsin ruha tâbi oluşundan söz edilir. Vücut ikliminde ruhun hükmü geçerli olur. Bu ise, Allah’ın muradına uygun olan hükümdür. Nefis ruha tâbi olduğu zaman, bu ruha, Ruh-i Sultani derler.

Ruh nefse tâbi olduğunda ise, Ruh-i Hayvani derler. Ruh-i Hayvani denilen aslında nefsi emmaredir. Zira burada ruh susmuş, sinmiş, binlerce zulmet perdesi altında saklı kalmıştır. Hayvanlara benzetilmesi ise, nefsi emmarenin hayvanlar gibi, belki de daha aşağı özelliklerde olması sebebiyledir.

İnsan, aslan ve kaplan gibi paralayıcı; maymun gibi taklitçi; sinsi yaklaşan yılan gibi sinsi; fare gibi çalıcı;  toplayıcı ve saklayıcı karınca gibi cimri; böcekler gibi yok edici; akrep gibi dilli; sivrisinek gibi rahatsız edici; fil gibi ezici; gergedan gibi obur; domuz gibi pis şeylerden hoşlanan; ayı gibi kaba; asalaklar gibi başkasından geçinen; haşarat gibi yetim malı yiyen; tavuk gibi dırdırcı; kan emici sülük gibi karşısındakini yok ederek var olan; kedi gibi nankör ahlâklarda olabilir. Bazen bu ahlâkların bir kaçı bir arada bulunabilir. En iyi olanı; at gibi yük taşıyıp, çifte atan; köpek gibi sadık olup, ısıran; koyun gibi bir şeyin peşine takılıp, aklını kullanmadan giden; arı gibi bal veren ama balı ile birlikte iğnesini sokandır. İşte bunlar, ibret alma vesileleridir. İnsana yakışan ise; hayvanlarla benzerlik içinde olmayıp, insan gibi olmaktır. Ama şaşılır ki insan, insan olmaktan çok, hayvan ahlâkını tercih eder.

Nefsin terbiye edilme yolları ise, dinin ince yolları olup, tasavvuf tamamen bununla uğraşır. Aslında, dinin kendisinde nefsin temizlenmesi tavsiyesi vardır:

“Nefsini pak eden, muhakkak umduğuna ermiştir, nefsini cehalet ve masiyet ile örten de ümitsiz kalmış olur”                                                                                       Şems/9-10

Fakat ancak ehli bunu başarabileceği için, her kese farz kılınmamıştır. Allah-ü Tealâ, fazlı ve keremiyle bunu dilediğine verdiğini âyeti ile bildirmiştir. Kullarından bazısını hidayete erdirirken, bazılarını da kendine ayırmıştır:

“ Allah dilediğini kendine ayırır, Hakka ve itaate dönen kimseyi de hidayete erdirir”                              Şûra/13

Allah-ü Tealâ; felâhı yani kurtuluşu, Zât’ını anmayla mümkün kılmıştır:

“Ancak zikir ehli, felâh bulmuştur(arınmıştır)”

A’lâ/14

“Kalpler ancak Allah’ı anmakla, huzura ve sükûna kavuşur”                                                                  Ra’d/28

“Rahman olan Allah’ı anmayı görmezden gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz”

                                                                Zuhruf/36

“Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma”                    Necm/29

“Unuttuğun zaman, Rabbini an”                      Kehf/24

“Bu güne kavuşmayı nasıl unuttuysanız, bu gün biz de sizi öyle unutacağız, yurdunuz ateştir. Sizi kurtaracak yardımcılar da yoktur”                                              Casiye/34

Allah(c.c.); zikri, yani Zât’ının anılmasını hem zikir olarak, hem adaletli olmak olarak, hem itaat olarak, hem her işte Allah’ın hatırlanması, unutulmaması  olarak tavsiye etmiştir. Bu sebeple “unuttuğun zaman..” denmiştir.

Taatin de zikir, yani anmak olduğunu ise  şöyle beyan  etmiştir:

“Artık beni taat ile anın ki, ben de sizi(sevapla) anayım”                                                                   Bakara/152

“Allah’a ve Peygamber’e itaat edenler var ya, işte onlar; Allah’ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sadıklar, şehidler ve salihler ile beraberdirler”                      Nisa/69

Nefse ait olan çirkinliklerden ruhun kurtulması ile zulmet perdeleri açılmış olur. Bu perdeler helâke götüren ahlâktan kurtulma ile mümkündür. Bunlar dilin afetleri, kalbin afetleri, bedenin diğer âzalarının afetleri olup; ayrı bir kitaplar serisi ile anlatılacaklardır. Zulmet perdelerinden kurtulduktan sonra, sıra nur perdelerini de açmaya gelir ki, bunlar da kesin kurtuluşa götürenlerdir. İşte “adımlar 1,2,3” ile de bunlar anlatılmaktadır.

Nefsin Makamları

Nefsin Makamları:

Nefis, anlaşılan odur ki, insanı Allah(c.c.)’a yaklaştırmaya vesile olan en önemli vasıtadır. Yolun duraklarına göre, nefis yedi makam üzere olur.

Nefs-i emmare; hayvani ahlâk taşıyan ve kötülüğü emredendir. Bu nefis sahibi, bu ahlâktaki nefsini islâh etmeden ölürse, karşılaştığı son acı olur.

Nefs-i levvame; emmarede olan nefis ile mücadele sonunda, ikinci nefis mertebesi olandır. Bu nefis, günaha girer, tevbe eder, tekrar yükselir, tekrar aynı başlangıca döner. Kendini suçlayan, yaptıklarından pişman olan ve tekrar aynı suça yönelebilen nefistir. Bu nefsin sahibi iyi halde iken, yani yükselmiş iken ölürse, umulur ki affolabilir. Lâkin kötü hale girdiğinde ölürse, aynen nefsi emmarede imiş gibi muamele görür.  Levvamede olan kişide zulmet perdeleri kalkar, fakat tekrar günaha dönülünce, yeniden oluşur.

Nefs-i mülhime; ilhamların başladığı, iyiliğe yönelmenin daha çok olduğu, bir günah işlemişse pişmanlık duyulduğu, tekrar aynı günaha dönmemek üzere gayret sarf edildiği nefsin üçüncü makamıdır. Buraya kadar ulaşmak bile, ancak mürşit öğretisi ile mümkündür. Tasavvuf yoluna girenlerden yol alanların çoğu, belki ancak bu makama kadar ulaşabilmiştir. Bu bakımdan önemli bir makamdır, fakat ayakların kolay kaymasının mümkün olması bakımından da tehlikeli bir makamdır. Bu makamda artık zulmet perdeleri yanmıştır. Baş edilmesi gerekenler, nur perdeleridir. Zulmet perdelerinin tamamen kalkmış olması, bir daha olmayacak manasına gelmez. Her zaman düşme tehlikesi olduğu için, zulmetlenmek de mümkün olur. Bu makamda en çok rüyalara takılma olur. Bir de nefsin işaret etmesi sebebiyle, sebeplere takılma çok olur. Tevhid-i ef’al henüz kalbe yerleşmemiş olduğundan, her ne kadar yeri geldiğinde her şeyin Allah’tan olduğu ve her işin sahibinin O olduğu dil ile söylense de, olayların içinde bu bilgi tamamen unutularak, kuldan bilme hatasına çok düşülür. Buraya kadar anlatılan bu üç nefis makamı, ilm-el yakîn oluştur. Yani kul Allah(c.c.)’a ilmen yakın olmuştur. Birinci ve ikinci makamın , üçüncü ile farkına gelince; amellerin uygulanmasına riayet, amellerin önemini kavramak, iyilik ile kötülüğün bir arada bulunmasına kayıtsız kalamamak gibi durumlardır. Kul bu makamda Esma-ül Hüsna ile meşguldür. Allah’ı isimleri ile tanımak hoş gelir. Kendisi de bu isimlerin tecellisine bir nebze de olsa uğramak ister, uğramıştır da.

Fakat burası, kişinin varlığının en çok var olduğu makamdır. Varlığın ne kadar kötü olduğunu bildiği halde ve bundan kurtulmaya çalıştığı halde, tam yokluğa asla giremez. Hep varlık alâmetleri gösterir. Acıdır ki, bu makamda olan kişi, kendi varlığını göremediği halde, kendisinin dışında olan kişilerdeki varlığı müşahede etmektedir. Buradaki aldanışının sebebi; karşısındaki kişide görmüş olduğu varlık belirtisinin aynısı kendisinde yok olduğu içindir. Ama bilmez de aldanır. Zira kendisinde de karşısında tespit ettiğinden başka varlıklar vardır. Görmesi tam olmadığı için, kendini kemal mertebesinde sanır. Karşısındakini de noksan yerde sanır. Bazen buraya kadar yükselmesine vesile olan yol göstericisinden bile yüksek olduğunu zanneder. Bu kişilere kendileri hakkında aldanmalarında en büyük desteği de, çevresinde toplanan bir avuç sevdikleri verir. Bunların iltifatı, sevgi ve kıymet verişleri, bu kişilerin kendi hakkındaki olumlu kanaatlerine destek sağlar.

Cehd ve gayret ile, bir de varlığının olduğunu tesbit ve kabul etmek sureti ile uğraşarak, bir sonraki makama geçebilirse, varlığı saklanarak, yokmuş gibi görünebilir. Lâkin esas varlığından kurtulma, fenafillâh makamında olduğu için, bundan emin olmak üzere, mardiye makamına geçmek için duada bulunur. Tevhid denizinde yüzmeden varlık kaybolmaz. Tevhid denizinde boğulmakla, sapkın yollara girilmiş olur. Tevhid denizinde, katre olmakla ise, gaye hasıl olmaya başlar.

Nefs-i mutmainne; emin nefis, kendinden emin olunan nefis demektir. Artık zulmet perdelerinin yeniden hasıl olması çok zor bir ihtimaldir. Bu bakımdan bu makamın ancak sonuna varıldığında yani tamamlandığında, kesinlikle düşme olmaz, denilebilir.

Dördüncü makam olup, edinilmiş olan güzel ahlâk artık sahibine ait olur, yapıştırma olmaz. Kişinin uzun zaman üzerinde durarak elde ettiği güzellikler hakkında, halinde bir meleke oluşmuştur. Yani olaylar karşısında güzel hal ve davranış; iyi olduğu için özenerek, taklid ederek değil,  kendiliğinden çıkar. Bu makamın eseri; kişinin kalben fiillerin tevhidini keşfetmesidir. İlim yolu ile öğrenmek suretiyle değil, kendi keşfi ile sebeplerin yaratıcısını bilir. Bu yüzden, keşfi kadar tevhid-i ef’ale yönelir ve bu kadar ile emin olunan kişi olur. Makamı tamamladığı zaman, bütün fiiller hakkında ayn’el yakîne gelmiş olur ki, işte düşmesine engel olan da, budur. Velâyet makamıdır.

Bu kişiler, insanların nefisleri hakkında bilgilidirler. Onun için daha hoş görülü olurlar. Etrafları tarafından sevilen, aranan kişilerdir. İtaatleri apaçıktır. Simaları ise huzur verir. Yanında bulunmaktan hoşlanılır. Onlar da Hak’tan aldıklarını, cömertçe halka saçarlar. Affedicidirler, kalplere hem korku, hem de ümit verirler. İsim tecellilerinin çoğunu yüzlerinde ve kalplerinde taşırlar. Sıfat tecellilerine de uğramaya başlamışlardır. Varlıkları henüz yok olmamıştır. Nur perdelerinin var oluşu, bu kişileri var eder.

Nefs-i radiye; razı olan nefis olup, beşinci makamdır. Allah(c.c.)’ın kâza ve kaderine rıza gösterirler. Bu makamda olanlarda asla düşme olmaz. Bu kişiler kendileri hakkında razı oluşlarını bile, bilmezler. Bu makamın gereği olarak, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in bilinen ve bilinmeyen bütün sünnetleri tamamlanmıştır. Rıza makamının gereği olan, ayn-el yakîni yaşarlar. Her ahlâkları tabii olarak hasıl olur. Hareketleri, gayri iradidir. Asıl iradenin hükmünde hareket ederler. Hadis-i Şerifi ile bildirilen “ölmeden evvel ölme” sırrına ermişlerdir. Akıl olarak da kötülüklere akıl erdiremeseler de; olaylarda ve konularda, külliyen düşünmeyi bilirler. Kudret ve irade sıfatlarının aşikâr tecellisine(yansımasına) uğramışlardır. Semi’ ve Basar tecellilerine de uğradıklarından, Allah ile oldukları zamanlarda, Allah ile görür, Allah ile işitirler. Bir Kudsi Hadis’de: “Kulum nafilelerle bana öyle yaklaşır ki, ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Bu kulum benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür” buyurulduğu gibi olur. Allah ile beraber olmadıkları zamanda varlıkları az da olsa vardır.

Nefs-i mardiye; kendisinden razı olunan nefis, demek olup, altıncı makamdır. Burada kulu, Hak Tealâ kendine çekip, almıştır. Hakk-el Yakîn mertebesi başlamıştır. Bu mertebe, bu makamın sonuna kadardır. Ondan sonra tam olarak “fena” ya geçilir.

Burada isimlerin çoğu kula yansımıştır, hattâ Hak’kın sıfatları ile donanmıştır. Nur perdeleri de kalmamıştır. Tevhidin aslı yaşanmaktadır. Burada kul, Zât’ı Zât ile bilir. Fena başlamıştır.  Kul, Hak’ta ifna(yok) olmuştur. Kendi varlığının var olduğu bilinci dahi kalmamıştır. Tevhidin aslı yaşanmakta olduğundan, hiçbir şey kendisine değmez, hakaret edilse, alınmaz. Gözünde iltifat ile zemmedilmek birdir. Kolay özür diler, kolay affeder. Kendi var olamadığından dolayı, menfaate dayalı işleri olmaz. İnsan ayırmaz. Kimsenin kötülüğünü istemez. Kendisine kötülük için giden, kötülük yapamadan döner. Her kes tarafından sevilir, saygı duyulur. Huzurunda oturulduğunda, Allah’ı hatırlatır. Hiç konuşmasa da sohbet etmiş gibi, kalplere feyz verir. Her kesin derdini yüklenme halindedir. Ölümü sever ama dileyemez. Bütün dünya ile barışık yaşar. Buraya kadar ulaşma,  nadirin nadiri olarak mümkündür.

Nefs-i Safiyye; yedinci makam olup, bu makama vasıl olmak nadirin nadiri olarak bile mümkün değil gibidir. Hak ile bekada oluş makamıdır.

İşte böylece; nefsin makamlarını yüzeysel  olarak anlatmış olduk. Nefis ile mücadele, böyle zor olan bir şeydir. Nefis de zora gelmeyi sevmediği için, sahibini bu yollara girmekten alı koymak için; daima vesileler yaratır. En başarılı olduğu konu ise, dünya sevgisini, kalplere sokmaktır. İnsanlar ise, ilim öğrenme yollarına girmedikleri için, nefislerine uyarak, nefisleriyle geçinip, giderler. İlim öğrenen için ise, bu yollar açılır. İlmin başlangıcı; dinin usullerini öğrenmek, âyet ve hadislerin ne söylediği hakkında bilgi sahibi olmak, helâl ve haramları tanımak ve yaradılış amacına uygun yaşamaya çalışmaktır. Sonra öğrenilenler ise; kurtuluşu temin edecek konuları öğrenmektir.

Şimdi, nefsin korkmasını sağlamak üzere, hiç okumadığımızı var sayarak, bazı âyetlerden örnekler vererek, nefis ile mücadele etme yollarını açmış olalım:

Nefse Uyarı Ayetleri

Nefse Uyarı Ayetleri:

“Kıyamet günü doğru teraziler kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı ortaya koyarız. Hesapçı olarak biz yeteriz”

Enbiya/47

“Amel defterleri ortaya konunca, suçluların onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün. Vah bize, eyvah bize, bu defter nasıl olmuş da küçük, büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış, derler. İşlediklerini hazır bulurlar. Rabbin kimseye haksızlık etmez”                           Kehf/49

“Allah, onların hepsini dirilttiği gün, kendilerine işlediklerini haber verir; Allah onları bir bir saymıştır, fakat kendileri unutmuşlardır. Allah her şeye şahiddir”

                                                            Mücadele/6

“O gün insanlar işlerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük dönerler. Kim zerre kadar iyilik yapmışsa, onu görür. Kim zerre kadar kötülük yapmışsa, onu görür”

Zilzal/6-8

“Sonra o gün, her kese kâzancı verilir ve hiç kimseye haksızlık yapılmaz”                                           Bakara/281

“Her kişinin yaptığı iyiliği hazır ve yaptığı kötülüğü de kendisi ile onun arasında uzun bir mesafe olmasını dileyerek bulacağı günü düşünün. Allah böylece dikkatinizi çekiyor”                                                   Âl-i İmran/30

“İçinizde olanı Allah’ın bildiğini bilin de, O’ndan çekinin”                                                                 Bakara/235

“Ey inananlar! Sabredin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, cihada hazır bulunun”                 Âl-i İmran/200