Yazar arşivleri: emre

Câmi’

CÂMİ   (el-Câmi’)           (87)

Her şeyi Zât’ında toplayan

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Allah’a izafe edilerek: “ Ey Rabbimiz! Gerçekleşmesinde şüphe olmayan günde, insanları bir araya toplayacak (cami’u’n-nâs) olan sensin!”  Âl-i İmrân 9

 

2)    Yine Allah’a izafe edilerek: “Allah münafıkları ve kâfirleri mutlaka bir araya getirecektir”  Nisâ 140

 

3)    Mü’minlerin bir iş üzerinde cem oluşları ile ilgili olarak: Nûr  62

 

4) “yevmü’l-cem” toplanma günü olarak,ahiretin nitelenmesi: Şûrâ 7/ Tegâbün 9

 

1)    Allah’ın kıyamet gününde cem fiili ve bu fiilin uhrevi tecellilerini ifade eden: Nisâ 87/ En’âm 12/ Kehf 99/ Mürselât 38

 

2)    Allah’ın kalbleri cem edişi ile ilgili olarak :   Enfâl  63

 

Allah; bütün övgü ve erdemleri Zât’ında toplayan; evrendeki tüm varlıkları tam bir ahenk içinde toplayıp, düzenleyen; bütün mahlûkatı hesaba çekmek üzere kıyamet gününde bir araya getiren Zât’tır.

 

Allah inananları dünya hayatı sırasında da bir araya getirmek, böylece birlik ve kuvvet sağlamak ister. Hac zamanı bütün ülkelerden gelen inanan insanlar, birlikte ibadetlerini yaparlar. Bu insanlar, başka şartlarda bir araya belki de gelemezler. Bayram namazlarında, Cum’a namazlarında, cemaat namazlarında, iftar sofralarında cem oluş, hep Allah’ın muradı üzere beraber oluşlardır.

 

Ayrıca insanlar arasında aile olmak, akraba olmak, dost olmak, arkadaş olmak, kardeş olmak gibi bağlılıklar lûtfederek ve gönüllere de bir sevgi vererek, kalplerin birleşmesini sağlamış olur.

 

Allah, ölmüş olanları ahiret hayatında bedenlerinin esas unsurlarını bir araya getirerek, yeniden canlandıracaktır. İnsanları hesaba çekmek ve aralarındaki anlaşmazlıkları gidermek üzere huzurunda toplayacak, sonunda salihler Cennet’te, facirler de Cehennem’de cem edileceklerdir.Allah birbirinin zıddı olan şeyleri de bir araya toplar. Mıknatısın artı ve eksi uçları gibi.

 

Bu ismin insana yansıması: Zâhiri ile bâtınını bir arada toplayan kişi el-Câmi ismini almış olur. Zâhiri, takvası, bâtını da marifetidir. O halde Marifetinin nûru, takvasının nûrunu söndürmeyen kişidir. Bu kişi İnsan-ı Kâmildir. Bir başka anlayışla sabır ve basîreti bir arada toplayan kişidir. Sabır ile basîretin bir araya getirilmesi imkânsız gibidir. Zühd ve takvası olanın basîretten mahrum olduğunu, basîretli kişide de sabrın bulunmadığını müşahede ediyoruz.

 

Bu kâmil kişiler, kendilerindeki cem’i tamamladıktan sonra, etraflarındaki insanları bir Allah yanında toplarlar. İnsanların aralarında dostluk kardeşlik hasıl ederek, birleşmelerine sebep olurlar. İnsanların hayırlı işlerde, ibadetlerde ,önemli günlerde, yardımlaşmaları için bir araya gelmelerini sağlarlar. İnsanlar arasındaki farklılıkları kaldırıp, farkın sadece Allah’tan sakınma nisbetinde olduğunu yerleştirirler. Kalplerde güzel ahlâkı toplarlar. Bu kişiler Câmi’dirler. Cem olmuşlardır. Cem makamındadırlar.

Muksit

MUKSİT  (el-Muksit)   (86)

Adaletle hükmeden

Kur’an-ı Kerim’de :“Muksit” ismi olarak geçmez.

 

Muksit ismi ile, mazlumu zalimden koruyan, en üstün adalete ve merhamete  sahip olan, bütün işleri adil, yerliyerince olan Zât’ı anlıyoruz.

 

1)             Bu ahlâka uyanlar Kur’anda “Muksitun” olarak geçer: Mâide 42/En’âm152/ A’râf 29/Hûd 85/ Ahzâb 5/ Rahmân 9/ Mümtehine 8

 

2)  Bir âyette de “kâsitun” olarak geçer: “ Hak yoldan sapanlar (kâsitun) cehenneme odun olmuşlardır” Cin 15

 

3)   Adalet ve hidâyet ancak Hakk’a uymakla sağlanır:  A’râf 159,181

 

Adalet, herkese eşit verme, eşit dağıtma değil, gerekene gereken kadar vermedir. Kur’an hayatın her safhasında adalete uyulmasını istemiştir. Buna uyanlar, yani “Muksitun” olanlar övülmüştür. Cin suresinde geçen “Kâsitun” yani hak yoldan sapanlar, haksızlık edenler için ise , adaletsizlikleri sebebiyle Cehennem’e odun olma takdir edilmiştir.

 

Adalet anlayışı insanlar arasında bazen anlaşılamamaktadır.   Esas  adalet , verilen ile hak edilen arasındaki dengeyi kurmaktır. Bu denge bazen eşitlik ile mümkün olur. Ama adalet, eşitlik değil, dengedir. Kur’an bu konuda tavsiyede bulunûrken, insanların adaleti sağlama konusunda ölçülerinin hakkaniyet olması gerektiğini vurgular. Hak insanlık için bir ilkedir. Hidâyete de, adalete de hakkı koruyarak ulaşabiliriz.

 

İnsanlar  menfaatlerine uygun olduğu için, hep  kendilerini haklı  görmek isterler. Haksız olup, hüküm kendinden yana gerçekleşirse memnun olurlar, aksi takdirde hükmü tanımak istemezler.Bu insanlar hakkında, Kur’an-ı Kerim’de  Nûr 48,51.âyetlerde: “işte bunlar zalimlerdir” diye söz edilir. Allah haksızlıkları sevmez. Haksızlık yapanları da zalimlerden kabul eder.

 

Muksit, zalimden mazlumun ahını alan demektir. Bunun kemali ise hem zalimi hem mazlumu hoşnut ederek, hakları yerlerine iade etmektir.

 

Bu ismin insana yansıması: İnsan önce kendi nefsine karşı adaletli davranır. Nefsinde insaf ve adaleti tesis ettikten sonra, başkaları arasındaki haksızlığı giderebilir, hakları koruyup, yerlerine iade edebilir. İnsanların arasını bulabilir. Burada etrafın kendi hakkındaki kanaati, kaybedeceği hatırlar, menfaatler hiç akla gelmemelidir. İnsan hakkı tavsiye etmeli, hakkı savunmalı, yerine koymalıdır.

Müteâlî

MÜTEÂLİ   (el-Müteâlî)   (85)

İzzet,şeref ve hükümranlık bakımından en yüce olan

Kur’an-ı Kerim’de : Sadece Ra’d 9.Âyette geçer.

 

“ Gizli olanı da açık olanı da bilir. Büyüktür, pek yücedir.”

 

Müteâlî ismi, Aliy manâsınadır. Fakat daha fazla bir mübalâğa vardır. Allah yücelik ve hükümranlıkta kendisine eşit veya kendisinden daha üstün bir  varlık bulunmayan; mutlak yüce olan,övgüye lâyık bütün vasıfları kendisinde toplayan, bütün eksik vasıflardan da münezzeh olan, kemal sahibi, ulu ve en yüce varlıktır.

Vâli

VALİ  (el-Vâli)    (84)

Kâinatın hakimi ve yöneticisi

Kur’an-ı Kerim’de: Sadece Ra’d 11.Âyette geçer:

 

“Bir toplum kendindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük dileyince de artık onun geri çevrilmesi mümkün değildir. Onlar için Allah’dan başka vâli de bulunmaz.”

 

Vâli ismi, velâyet, tedbir, kudret,…gibi kavramları hatırlatır. Allah kendi mülkünde, kâinatı hakkıyla yönetir, hükmünü geri bıraktıracak bir şey de yoktur. Yine bu idare ve yürütme işi sınırlı bir zaman için değil, ebedidir. Yani sürekliliği vardır.

 

Kulun bu isimden aldığı pay ise: Hem zâhiren bir yerin yönetimi kendisine verildiğinde hak ve adalet ile yönetmesi söz konusudur , hem de bâtınen velâyet ile görevlendirildiğinde, halkın işlerini yaparken, onlara samimiyetle yönelmesi, teveccühünü eksik tutmaması lâzımdır.

Zü’l-Celâli ve’l-İkram

ZÜLCELÂLİ VEL’İKRAM(Zü’l-Celâli ve’l-İkram)        (83)

Azamet ve Kerem Sahibi

Kur’an-ı Kerim’de: Rahmân 27,28. Âyetlerde Allah’ı niteleyerek geçer.

 

Bu ismin İsm-i A’zam olduğu hakkında bazı görüşler vardır. Allah azamet, kibriya ve kerem sahibidir.  Kerem ve şeref, O’na mahsustur. O’ndan südûr etmiştir.

 

“Yemin olsun ki biz, ademoğullarını üstün bir şerefe mazhar kıldık. Onları karada, denizde taşıdık. Rızıkların en güzelleriyle   rızıklandırdık. Onları yarattıklarımızın bir çoklarından daha faziletli yaptık,” diye İsrâ 70. Âyette bildirildiği gibi, keremi sebebiyle insanı da şerefli kılmış, diğer yarattıklarından daha faziletli yapmıştır.

 

İnsanın şerefi, Rabb’inin nefh ettiği ruhundan dolayıdır. Bu ruh, Allah’ın insana lûtuf ve keremi ile bahşettiği en büyük cevherdir.

 

“Zü” sahip manâsında olup, “celâl ve ikram sahibi” demekle; Allah, Celâl isimlerinden Kahhar ismi ile insanın nefsini kahrederek, ondaki hakikatin zâhir olmasını sağlayarak en büyük ikramını yapmaktadır. Nimetin ve keremin en büyük olanı, şüphesiz ki budur. Zira insan ancak böylece Marifetullaha erebilir.

Malik-ül Mülk

MALİKÜL MÜLK  (Malik-ül Mülk)         (82)

Mülkün sahibi olan

“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de geri alırsın.Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik, senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.”Âl-i İmrân 26.

 

Her türlü hükümranlık Allah-ü Teâlâ’ya aittir. Mülkün sahibi olmakla, yaratmış olduğu dünya ve ahiretin mülkünün kendisine ait olduğunu bildirir. Fatiha suresinde geçen, “Mâliki yevmi’d-in” yani “din gününün sahibi”nin manâsı: Herkese yaptıklarının karşılığının verileceği günde, her şey ve herkes üzerinde tam bir hakimiyet sahibi demektir. Allah-ü Teâlâ yukarıda yazılmış olan Âl-i İmrân Suresinde Hz.Peygamberimiz (s.a.v.)’e hitaben Zât’ının mülkün sahibi olduğunu söylemesini isterken, insanların sahip oldukları ile övünmelerinin yersiz olduğunu bildirmiş oluyor. Gerçekten en büyük ihtirasa sahip olan bir insanın bile sahip olabilecekleri, Allah’ın hükümranlığının yanında hiçbir şey ifade etmemektedir. İnsan için gerçek mülk, kendine malik olmasıdır. Gerçek mülkün sahibi hem yaratmış olduğu yerlere, hem de bu yerler üzerinde yaşayan mahlûkatına hükümran olan Allah’tır.

 

Bu ismin insana yansıması: Nefsini Kahhar ismi ile kahreden, Rakib ismi ile murâkabe eden,  Alîm ismi ile bilen kişi, kendi vücudunda hükümran olur. Böylece nefsinin kontrolü kendi elinde olur. Kendi âleminin mâliki olmuş olur.

 

Bu ismin yansıması ile, yeniden hayat bulan kişi, insanlar arasında yönetim vazifesi ile vazifelendirildiğinde, Allah’ın Kurallarına uygun olarak ve üstünlük taslamadan idaresini, görevini yapar.

Raûf

RAUF  (er-Raûf)    (81)

Şefkatli, çok merhametli, müşfik olan

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    “Rahîm”ismi ile birlikte: Tevbe 117/ Hacc 65/ Nûr 20/ Hadîd 9/ Haşr 10.Âyetlerde, Allah’ın özellikle Mü’minlere karşı en ileri derecedeki rahmeti vurgulanmıştır.

 

2)    Yine “Rahîm” ismi ile birlikte : Bakara 143/ Nahl 7,47.Âyetlerde ise bu ileri derecedeki rahmet, bütün insanları kapsayacak şekilde kullanılmıştır.

 

3)    “Raûfün bi’l-ibâd” (kullarına karşı pek müşfik ve merhametli) olarak: Bakara 207/Âl-i İmrân 30.Âyetlerde yine bütün insanları kapsayacak şekilde ve münferid olarak kullanılmıştır.

 

4)    “Raûfün rahîm” şeklinde: Tevbe128.Âyette, istisnai bir durum olarak, Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında kullanılmıştır.

 

Raûf, rahmetin en ileri ve en üstün derecesini ifade eder. Bu rahmette, kullarının görevlerini düzenlerken, onların kabiliyetlerine uygun sebepler yaratmak, bu konularda kendilerine çeşitli ruhsatlar, kolaylıklar sağlamak suretiyle, onlara karşı pek müşfik davranmak vardır. Raûf, re’fet sahibi demektir. Re’fet ise şiddetli rahmet demektir. Raûf, bir başka deyişle Rahîm manâsındadır. Burada fazla bir mübalâğa vardır.

 

Bu ismin insana yansıması: Raûf ismi tecelli ettiği kişilerde, şiddetli merhamet hasıl olur. Bu öyle bir şefkattir ki, kendi hali kaybolup, kendi dışındakileri düşünmekten başka bir hal bırakmaz. Büyüklerden bazılarının dualarında:  “Ya Rab! Vücudumu öyle büyüt ki Cehennem’i kaplasın ve oraya başka kimse giremesin…” veya: “ Beni Cehennem üzerine köprü yap ki, üzerimden geçenler, Cehennem’e uğramamış olsun…” ya da benzerlerini biliyoruz. İşte bu ismin yansıması, kulda böyle olur. Hatta merhamet öyle büyür ki, yaratılmış bütün insanları kapsar.

 

Raûf isminin tam kemal ile tecellisi, kişinin beşeri özelliklerini yani kendisini var eden değerlerini kaybetmesi ve hiçlikte yani yoklukta sefer etmesi ile mümkün olur. Yoksa bu gibi sözler, ne lâf olsun diye söylenebilir, ne de bu hal yaşanmadan yani varlık ile söylenebilir.

 

Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) pek çok kereler ümmeti için ağlamıştı. Ve duaları da hep ümmeti için olmuştu. Bu sebeple Tevbe 128.Âyeti ile “raûf” ismi, Allah’ın bir ikramı olarak, O’nun bu ileri derecedeki merhameti sebebiyle verilmiştir.

 

İnsanlarda  bu isim tecellisi olmadan da merhamet hasıl olabilir. Bu merhamet , merhamet edenin kendi işlerine yönelmesi ile derhal biten bir merhamettir. Yani devamlı canlılığını koruyan bir merhamet değildir. Kişi hem eğlenir, hem merhamet edebilir. Bir de lüzumsuz bir merhamet olabilir ki ifrad halidir. Halbuki Raûf ismi tecelli edince hem lüzumlu olan ebedi hayat ile ilgili bir merhamet hasıl olur, hem de bu merhamet sürekliliğini korur. O kişi kendine dönüp unutamaz. Zira kendini bulamaz.

Afüvv

AFÜV   ( el-Afüvv)         (80)

Günahları mahveden

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    “Gafûr” ismi ile birlikte, İlâhi Affı pekiştiren bir muhteva içinde: Nisâ 43/ Hacc  60/ Mücâdele 2

 

2)    “Kâdir” ismi ile beraber:  Nisa 149

 

3)    “Onlar affetsinler, hoş görsünler. Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz.?” Nûr 22. Âyette buyurulduğu gibi, Müslümanlar da bu fazilete davet edilmişlerdir. Ayrıca Âl-i İmrân 134. Âyette de insanları affedenler övülüyor. Bakara 178. Âyette, yakınlarımızın katilini affetmemiz tavsiye ediliyor.(Kısas âyeti)

 

4)    Şirk ve küfür dışındaki bütün günahların bağışlanacağını gösteren : Nisâ 48/ Zümer 53

 

5)    Nisâ 14,31,93/ Yunus 27/ Zuhruf 74. Âyetlerdeki, tevbe etmeden ölen günahkârın affı konusu (şirk ve küfür hariç) ortada kalmıştır. Ehl-i sünnet bu gibilerin de  İlahi Af’dan yararlanabileceğini düşünmektedir.

 

6)    Bakara 52. Âyette, Allah-ü Teâlâ, buzağıya tapan Ben-i İsrâil’i affettiğini; Âl-i İmrân 152. Âyette de Uhud savaşından kaçan Müslümanları affettiğini haber verir.

 

Allah , günahları imha eder, yok eder. Afüv ismi manâca Gafûr ismine yakın olduğu halde, Afüv isminde daha bir derinlik vardır. Gufran isminde günahları görmeyivermek vardır. Afüv isminde ise günahları mahvetmek, yok etmek vardır. Allah-ü Teâlâ asilere de kâfirlere de iyilik eder, nimetlendirir. Cezayı hemen vermez. Tevbelerine mukabil günahlarını siler. Biliyoruz ki tevbe edip, bir daha aynı günaha dönmemeye azmeden, hiç günah işlememiş gibidir. Afüv isminin mahiyeti ise, günahı silinen kişinin, aynen hiç günah işlememiş kişi gibi olmasıdır.

 

Afüv isminin kemali, cezalandırmaya kadir olan Allah’ın, lûtuf ile bağışlamasıdır. Burada bağışlayan, adaletinin gereği olan cezalandırmaktan gönüllü olarak vazgeçerek ve affetmek suretiyle suçluya bir ihsanda bulunmuş olur.

 

İlâhi Af, Allah’ın kullarının günahını tamamen silmesi, hatta Kiramen Kâtibin’e günahların kayıtlarını sildirmesi, kıyamet gününde bu günahlar ile ilgili kullarına hesap sormaması, hatta günahı işleyen kullara da    mahcup olmamaları için bunları unutturmasıdır. Özet olarak Allah’ın Aff’ını sınırlandırmamak gerekir. Şirk ve küfür hariç bütün günahlar, şartları yerine getirilmek üzere affa uğrar. Esas mesele, kişinin imanındadır. Eğer iman ediyorsa, yukarıda sayılan şartları da yerine getiriyorsa , ameli eksik bile olsa, İlâhi Af’dan  yararlanır. Çünkü imanı sebebiyle Mü’min  olarak kabul edilir.

 

Bu ismin insana yansıması: Allah’ın Ahlâkına uygun bir şekilde olur. Kendisine kötülük yapanları affeder, hatta iyilikle mukabele eder. Affın bu şekilde olması demek, kalbde kinin kalmamış olması, hatta hatanın unutulmuş olması demektir. Bunun için de işlerin sahibinin Allah olduğunun bilinmesi lâzımdır. Yoksa hiçbir insan kendisine yapılanı unutmaz. Bu kadar affediciliğin oluşu , o kişide fiil tecelliyatının tamamlanmış olduğunu gösterir. Yani insanda fiil tecelliyatı olmadan, ne affedebilir, ne de kötülüğe iyilikle mukabele edebilir. Fiil yansıması ise her şeyin Allah’tan olduğunu bilmektir. Yani kahrı ve lûtfu aynı kaynaktan görüp, sebep olanı aradan çıkarmadıkça, affetmek,unutmak ve iyilikle mukabele etmek mümkün değildir. Kahrı da hoş, lûtfu da…

Müntakım

MÜNTAKIM  (el-Müntakım)      (79)

Suçluları lâyık oldukları şekilde cezalandıran

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)“müntakım” kavramının fiil ve sıfat olarak Allah’a nispet edilişi: Mâide 95/ A’râf 136/ Hicr 79/ Rûm 47/ Zuhruf 25,55

 

2)“müntakımûn”şeklinde azamet de içinde toplayarak: Secde 22/ Zuhrûf 41/ Duhân 16

 

3)“azizün zü’ntikam” olarak, aziz ismi ile birlikte: Âl-i İmrân 4/ Mâide 95/ İbrahim 47/  Zümer 37

 

Müntakım, ukubetle karşı koymak anlamına gelir. Bu cezalandırmada ferahlama, öç alma duyguları Allah’a izafe edilemez. Eskiden ilkel toplulukların ve günümüzde de maalesef Allah’ı tanımakta aciz kalan bazı cahillerin yanlış inançlara sahip oldukları gibi, Allah kullarından intikam alarak ferahlamaz, hınç alıp cezalandırmaz. Buradaki söz edilen cezalandırma,Allah-ü Teâlâ’nın belki de kullarına bir ihsanıdır. Ahiret inancına sahip olan bir kişi, ebedi hayat olarak ahireti esas aldığından dünyadaki cezalandırılmanın, ebedi hayatı kazanmak için belâ ve imtihanlar olduğunu bilir. Ya da ahiretteki intikamın aziz oluşu, orada inanan kimsenin bir miktar Cehennem’e uğrayarak, sonunda Cennet’e gelmesiyle, ebedi huzura kavuşmuş olması ve böylece yine Allah’ın azîz olan intikamında rahmetini bulmasıdır. Yoksa Allah’ın kulları ile arasında, Zât’ına ait bir meselesi sebebiyle cezalandırması düşünülemez. Allah-ü Teâlâ kullarının kendisine yaklaşmasını murad ederek; cezalarla belki aklı başına gelir de tevbesini yapar; ya da pişmanlık duygusunu cezalardan korkarak yaşar diye Müntakım ismini kullanmakla lûtfeder.

 

Bu cezalandırma hemen olmaz. Kulların tevbe etmelerine fırsat ve mühlet verdikten  ve bu mühleti tehir ettikten sonradır. Bu mühlet içinde tekrar başka günahlara yönelip, günahları artmakta ise, ceza vermeyi öne alır. Böylece cezası ile meşgul iken, daha başka günahlara bulaşmaktan da korunmuş olur.

 

Bu ismin kula yansıması; kişi Müntakım ismi ile isimlendiğinde, Allah’ın baş düşmanı olan nefsini cezalandırarak, intikamını alır.

 

İnsanlar, Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmadıklarında, yani, kötü ahlâk sahibi iken de intikamcıdırlar. Kişilerle aralarında geçen meseleler yüzünden intikam aldıklarında sevinirler, rahatlama ve ferahlama duyarlar. Bu, nefsin azgınlığı sebebiyle olan, ilkel bir duygudur. Müntakım ismi ile hiçbir alâkası yoktur.

 

Bu tip kişiler ne yazık ki Müslümanlar’ın arasında da bulunûr. Bunlar, aslında dünyayı sevdikleri için, dünyadan vazgeçmekle ve vakitlerini dünya nimetleri ile eğlenecekleri yerde, Allah’a taat ve ibadette bulunmakla geçirdikleri için; âdeta kendileri gibi olmayanlardan intikam almak istercesine, onları kolayca Cehennemlik kabul ederler. Böylece kendileri de, dünya nimetlerinden boş yere uzak kalmamış olurlar.

 

Müntakım ismi ile isimlenenlerde, intikam alınacak tek şey nefisleridir. Burada nefsin cezalandırılmasından sonra bir ferahlık vardır. Bu ferahlanma, nefsi bir illetten daha temizlemenin getirdiği ve kişiyi Allah’a bir adım daha yaklaştıran bir ferahlamadır.

 

İntikam almak, kin, haset vs., gibi ahlâklar, kötü ahlâk olup, nefse aittirler. Nefsi ile uğraşan, onu ıslâh için çalışan kişi, kâh nefsinin isteklerinin aksini yaparak, kâh onun serkeşliği halinde cezalandırarak, nefsini terbiyeye sokmuş olur. Sonunda nefsin bir arzu ve ihtirası kalmayıp, mecalsiz bir köşeye sindiğinde, bu nefsin sahibi olan kişide, intikam alacak bir merci de kalmaz. Dolayısıyla, Müntakım ismi, kişiye eminlik makamına kadar, lazımdır.

 

Müntakım ismi ile beraber, diğer isimlerle kemalinde isimlenmiş olan ve sıfatlarıyla kemalinde sıfatlanmış olan kişilerde, Müntakım isminin icrası devam eder. Diğer nefislerin sahiplerine yardım için ve onları Allah’a yaklaştırmak için, devam eder.

Tevvâb

TEVVAB  (et- Tevvâb) (78)

Tevbeye teşvik eden ve tevbeleri kabul eden

 

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)    “ rücû” anlamında : Tevbe 118

 

2)    “ tevvab” olarak : Nasr 3

 

3)    “Rahîm” ismi ile birlikte: Bakara 37,54,128,160/ Nisâ 16,64/ Tevbe104,118/ Hucûrat 12

 

4)    “Hakîm” ismi ile birlikte : Nûr 10

 

5)    “yakbilü’t-tevbe” yani Allah’ın tevbeleri kabul edeceğine dair: Tevbe 104/ Şûrâ 25

 

6)    “kâbilü’t-tevb” ifadesiyle, tevbelerin kabul edileceğinin doğrulanması:Mü’min 3

 

Tevbe kelimesinin anlamı “rücû” yani dönme demektir. Rücû hem Allah için, hem de kul içindir. Kul hakkında rücû, masiyeti terk edip, itaate dönüştür. Allah hakkında ise, kulun dönüşünü kabul edip, onu cezalandırmadan vazgeçmesi (rücû edişi)dir.(Tevbe 118)

 

Allah-ü Teâlâ kullarının tevbeleri için sebepler yaratır. Tevbelerini bozduklarında bile tekrar af sebepleri halk eder. Kul bir günahtan vazgeçmek istediğinde, bunu samimiyetle içinde hissetmeli, pişmanlık duymalı, bir daha aynı günaha asla dönmemeye niyet etmelidir. Eğer günahları Allah ile arasında olan günahlar ise bu kadarı yeterlidir. Fakat günahları kamuya ait veya birilerinin haklarına tecavüz şeklinde ise, önce hakları iade etmeli, helâlleşmeli, sonra da bir daha dönmemeye azmederek, pişmanlıkla Allah’ın affını niyaz etmelidir. Sonra da “lâ teknatu min rahmetillâh” Âyeti ile bildirildiği gibi, Allah’ın rahmetinden asla ümit kesmemelidir.

 

Bu ismin kula yansıması: Kişinin etrafına karşı affedici olduğu kadardır. Tevvâb ismi ile isimlenen kişi kin tutmaz, affedici ve hoşgörülüdür. Çevresinin hatalarını görmemeye çalışır. Kendi yaptığı hataları hiç unutmaz. İnsanın doğruluğu yakalayabilmesi ve orta yolda sabitliği kazanabilmesi için, bu hataların, iniş ve çıkışların olabileceğini bilir. Hatta bu hataları görmezlikten gelebilir. Daha da kemalli olanlar için hatalar fark edilmeyebilir. Yalnız burada söz edilen hatalar, o kişinin, kendisine ait yaptıklarıdır. Burada eğer başkalarının hakları söz konusu ise, hiç biri gözden kaçırılmadan tesbit edilir. Başkalarının da dahil olduğu konularda af,yoktur.