Yazar arşivleri: emre

Nefisle Bağlantı Kurma Yolları

Nefisle Bağlantı Kurma Yolları:

İman sahibi, iman ettikten sonra her şeyin henüz başlayacağını bilir. Yani inanan için, iman etmekle, Allah(c.c.) yolunda ilerleme başlamış olur. Kul için imtihanlar, iman ile başlar. Kulun Allah-ü Tealâ’ya varmasına, tanımasına, bilmesine en büyük engeller de nefisten gelir. İşte nefsin taşkınlıklarına ve kötülüğü emretmesine karşı koyabilmek için; insanın nefsi ile alâkasını koparmaması lâzımdır. Daima nefsinin olduğunun farkında olması ve onun oyunlarından ve hilelerinden haberdar ve bilgi sahibi olması gerekir. Ve de nefsi ile baş edebilmek için, kuvvetli olma ve baş etme yollarını öğrenmesi lâzımdır.

İman sahibi, nefisleri ile ilgili olan bu bağlantıyı (murabatayı) ve kontrolü altı türlü yapar:

1)Müşarate:  Nefis ile anlaşma yapmaktır.

2)Murakabe: Nefsi denetleme, bakma, gözetmedir.

3)Muhasebe: Nefsini hesaba çekmedir.

4)Muakabe:   Nefsi kınamadır.

5)Mücahede: Nefsi ile cihad etmek, terbiyesiyle uğraşmaktır.

6)Muatebe:   Nefsi uyararak, kınamadır.

 

1)Müşarate:(Nefisle anlaşma yapmak)

Nefis ile anlaşma yapmaktır. Tegabün, 9.Âyet olan: “Sizi toplanma gününde topladığı gün, işte o, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür” bu âyet ile kişi, nefsine hatırlatma yapmalı ve bir anlaşmaya varmalıdır. Nefsin kurtuluşu salih amellere bağlıdır. Salih amellerin başında da haksızlık etmemek gelir. Kişi hem kendinin dışında olanlara, hem de kendine haksızlık etmemelidir. Dışımızdaki olan kişilere haksızlık; onların haklarını gasbetmek, yetim malı yemek, can almak, emanete hıyanet etmek, yalan söyleyerek aldatmak, yanıltmak, kötü işlere sebep olmak, dövmek, sövmek, hakaret etmek, iftira atmak ve daha pek çok sayılabilecek günahlardır. Bu konuya dışımızda olan diğer canlılara, yani hayvanlara, bitkilere ve çevremize olan haksızlıklar da dahildir.

Kendimize yapacağımız haksızlık ise; nefsimizin bizi götüreceği sona gidiştir. Bu gidiş aldanma ile olur. Kendimizi, nefsimizin bize tanıttığı şekilde değil, hakikat gözü ve insaf nâzarı ile görmek, aldanış içinde gitmemize engel olacaktır. Burada bazı ip uçları vermek gerekirse; meselâ bir konuda kendimizi doğrudan haklı görmek, hakikati görmemize perdedir. Böylece karşımızdaki kişi ile helâlleşilse bile, içimizden kendimize hak veriyorsak, bu nefsimizin örtüşüdür. Asla helâlleşme olmamış demektir. Ağız konuşmuştur. Usulen bir iş yapılmıştır. Bu bakımdan, büyükler kendini haklı gördüğü sürece kişinin haksızlık yaptığı kul ile helâlleşmesini ve Allah-ü Tealâ’dan af dileyip, tevbe etmesini samimi bulmazlar. Bunun tekrar bir aldanışa düşme olduğunu söylerler. Bu bakımdan yukarıdaki âyette “..işte o gün, kimin aldandığının ortaya çıkacağı gündür” cümlesi, aklı ile hareket edenlere önemli bir uyarıdır. Zira aklı olan hiç kimse, aldanarak gitmeyi istemez. Ahirete iman eden için de, dünya hayatını aldanışla geçirmek, ahiretteki kayıplar demek olacağından, hem ahiret imanı olan ve hem de akıllı olan, dünyada üç günlük menfaat için bu aldanışı istemez.

Kendimizi aldatmaya diğer bir örnek, kendimize acımaktır. Kişi dünyevi kayıpları için kendine acımakla, esas hayattaki kayıplarını örtmüş olur. Bu da nefsin tuzaklarındandır. Acınacak olan, ahiret saadetine ulaşamayacak olandır. Kişi ahiretteki halinden emin midir ki, o halini düşünmeyi bırakarak, bu günkü kıvır zıvır şeyler için kendine acımaktadır.

Kendimize yaptığımız haksızlıklar da pek çoktur. Bunları belki yeri geldikçe anlatmak mümkün olacaktır. Bir tane daha misal verelim ki, bu misal zincirleme olarak giden aldanışlardandır. Meselâ; bir kişi olumsuz bir iş yaparken, nefsinde bu olumsuz işi yapmak için bin bir türlü sebebi hazır bulur. Meselâ; çocuklarına parayı esirgeyip, vermediği halde, ileride çocukları rahat etsin diye elinde tuttuğunu söyler. Bu, o kişinin cimriliğine perdedir. Söylediğine öylesine inanır ki, kendi bile cimri olduğunu asla düşünmez. Hatta kendi parasını kendi yemediği ve çocuklarına sakladığı için, kendini iyi bir baba gibi  görür. Başka bir örnek; biri eşi için giyindiğini, süslendiğini, masraf yaptığını söylerse de, kendi içinde çevresinin iltifatı için yaptığını kendi bile, eşi bahanesiyle örtmüş olur. Meselâ biri arabası varken, daha iyisini almak istediğinde; eşi için, çocukları için, işi için gibi bahaneler ileri sürer. Asıl gayesi ise revaçta olan o arabaya, kendi de sahip olma arzusudur.

Meselâ; birinin oğlu, durumum olsa anneme babama ben bakmak isterim, der. Ama durumu olsa da bakmayacaktır, lâkin nefsi böyle inandırır. Meselâ; bütün çocuklar benim çocuklarımdan farksız, der. Ama kendi çocuğuna reva gördüğünü, diğerlerine görmez. Ya da kendi çocuklarında görmediği, örttüğü kusurları, diğer çocuklarda görür. İnsanoğlu  bahanelere açıktır. Aldanmaya hazırdır. Çünkü çoğu ahirete iman etmeyi bilmez. Hayatı, sadece dünya hayatı olarak değerlendirir. Söz ile iman ettiğini söylerse de, çoğu, bunu ciddi olarak bir kere bile düşünmemiştir.

Bu misaller anlatılamayacak kadar çoktur. Bu bakımdan nefsi tanımak, asıldır. Bu bakımdan “nefsini bilen, Rabbini bilir” buyurulmuştur. Bu bakımdan “Cihad-ül Ekber, nefis ile cihaddır” buyurulmuştur.

Böylece nefis bin bir hile ile, sahibini esir alıp, yönetirken; nefsin sahibi olan, nefsinin kurtuluşunun ve  nefsin oyunlarından kurtulmasının  tek çaresinin, nefsi ile mücadele etmek yolu olduğunu   bilir. Bu yol salih amellerini çoğaltmak ve nefsinin oyununa gelmemektir. İşte böylece; her yeni güne başlarken, kişi o günün belki de ömrünün son günü olduğunu düşünerek başlamalıdır. İçinde bulunduğu anı, son an gibi değerlendirerek, eline geçen bu fırsatı ganimet bilip, nefsi ile bazı şartlar üzerinde anlaşma yapmalıdır. Kişi nefsini tanımaya çalışırken, nefsinin emri altında hareket eden yedi âzasına dikkat etmelidir. Bu yedi âza, Cehennem’in yedi kapısına girişi sağlayan âzalardır. Veya Cehennem’den kurtaracak âzalardır. Bunlar; göz, kulak, dil, mide, edep yeri, el ve ayaklardır. Bu âzalar ile, isyan da mümkündür, itaatte mümkündür. İşte nefis ile anlaşma yaparken bu yedi âzayı isyandan koruması için, nefse tavsiyede bulunmalıdır.

Göz ve kulağı korumak üzere; nefse bu âzaların yaradılış hikmetleri anlatılmalı, bu âzalar ile günah işlendiği zaman ahiretteki karşılıkları âyet ve hadisler ışığında gösterilmeli. Gözlerin hakaret nâzarıyla bakmak için değil, sevgi ile bakmak için yaratıldığı anlatılmalıdır. Kulakların da aynı şekilde, çirkinlikleri duymak için değil, Allah’ın uyarılarını duymak için yaratıldığı anlatılmalıdır. Her konuyu ibret olarak görmek ve duymak gerektiği anlatılmalıdır. Hatta boş şeylere bakmanın ve boş şeyleri duymanın da yanlış olduğu anlatılmalıdır.

Dili korumak üzere; dil ile girilen günahlar ve karşılıkları anlatılmalıdır. Dil ile, taatin en mükemmeli olan tevhid başlar. Yani tevhide giden yol dil ile başlar, buradan kalbe yerleşir. Böyle bir yüce görev için yaratılmış olan âzanın, isyan için kullanılmaması gerektiği ve eğer kullanılırsa, ahirette karşılığının görüleceği konusunda, nefse uyarı yapılır. Yalan, gıybet, söz gezdirme, hakaret, küfür, yerme, beddua, yaltaklanma gibi günahlar dil ile işlenir. Yaratılma hikmeti ise; zikir, okuyarak öğrenme, ara bulma gibi iyi işlerdir. Ayrıca, her ağızdan çıkanı zapt eden bir murakıb olduğu hatırlatılmalı; söylenen hiçbir şeyin kaybolmayacağı konusunda da nefse ihtarda bulunmalıdır.

Mideyi korumak üzere; helâl-haram ayırımı yapmalı, mideye haram lokma koymamalıdır. Hatta şüphelilerden de uzak tutmalıdır. Eğer nefis dinlemek istemezse, ona meşru olanlardan da mahrum edileceği hatırlatılmalıdır.

Diğer bütün âzaları korumak üzere, hepsi ile ilgili uyarılar yapılıp, âzaların iyiliğe yönelme konusunda meleke kâzanması temin edilmeye çalışılır. Eğer asl olan bu konulara karşı nefis ile anlaşılır ve iyilik konusunda meleke kâzanılırsa, o zaman nafileler konusunda anlaşmaya çalışmalıdır.

Kişinin bazı işleri, haklar bakımından çok önem taşıyabilir. Buralarda nefsi daha da zapt altında tutmak gerekir. Meselâ; öğretmenlik, bir işin yönetiminde başkan konumunda olmak ve ticaret ile meşguliyette, nefis menfaatine uygun olmak üzere daima yanlışı emreder. Başka kişilerin hakları bakımından vebali büyük olan bu işlerde nefsi, daha sıkı kontrol etmek lâzımdır.

Nefis yaradılıştan kulluğa isyan eder, taate direnir. Ama korkutmaktan da anlar. Bu sebeple amele sevk etmeden önce, korkutmak gerekir. Nefis, korku ile amele razı olabilir. Kişi, her yaptığı işi düşünüp, değerlendirmelidir. Hayatının her safhasının idrakinde olmalıdır. Yaptıkları veya yapmadıkları hakkında derinlemesine düşünüp, değerlendirmelidir. Kendini anlamalıdır, hayata geliş gayesini anlamalıdır, nasıl yaşamış olduğunun ve nasıl yaşayacak olduğunun idrakinde olmalıdır.

“Ey inananlar! Allah yolunda yürüdüğünüz vakit, her şeyi iyice anlayın”                                                   Nisa/94

“And olsun ki, insanı biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz”                                               Kaf/16

Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’e öğüt istemek üzere gelen kişiye: “Yapacağın işin sonunu düşün. Salâh ve iyilik ise yap, azgınlık ise vazgeç” buyurmuşlardır.

 

2)Murakabe: (Denetleme, gözetme)

İlk önce, nefse gerekli tavsiyelerde bulunup, şart koşulduktan (müşarateden) sonra, ikinci adım murakabe olur. Murakabe, nefsin denetlenmesi demektir. Başı boş bırakıldığı takdirde, nefis yavaş yavaş başlangıçtaki yerine döner veya itaat etmekten yorulup, bahaneler bulabilir. Bu yüzden, uyarılar, anlaşmalar yapılırken, bir yandan da nefsin bu anlaşmaları kabul edip, etmediği kontrol edilir.

Murakabe; Allah’ın kulunu murakabesi, kulun Rabbini ve nefsini murakabesi şeklinde olur. Bir de yüksek makamlarda, kulun Allah’a danışmasına da murakabe denir.

Murakabe edene “murakıp” denir. Allah-ü Tealâ’nın Esma-ül Hüsna’sından bir isim olan Er-Rakib (denetleyici), Allah’ın murakıp oluşunu ifade eder. Bir insanın murakıp olabilmesi için, gafletsiz olarak nefsini ve Rabbini murakabe eden, olması lâzımdır.

Murakabenin fazileti:

“Allah’ın her şeyi görmekte olduğunu bilmez mi?”

                                                                     Alâk/14

“Allah şüphesiz hepinizi görüp, gözetmektedir”

Nisa/1

“İhsan Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da, O’nun seni gördüğünde şüphe yoktur”                                                                   Hadis-i Şerif

“Taatlerin efdali, devamlı olarak Hakk’ı murakabe ve araştırmaktır”                                                         İbn-i Atâ

İbn-i Mübarek birine Allah’ı murakabe etmesini söyledi.  Adam nasıl yapacağını sorduğunda, “Daima Allah’ı görür gibi ol” demiştir.

“Tarikat yolunda insanın dikkat edeceği en makbul şey; nefsini muhasebe ve murakabe ederek, amelini ilmi ile idare etmektir”                            Ebû Osman el-Mağribi

“Murakabeyi ancak, Allah’dan aldığı hazzın kaybolmasından korkan, sağlayabilir”              Cüneyd-i Bağdadi

“Allah’ın sana bakıp, seni görmesi; senin mahremin olmayana bakmandan önce olduğunu bilmelisin. Böylece gözün korunur”                                       Cüneyd-i Bağdadi

“Murakabenin başlangıcı, Allah’ın insanlara olan yakınlığını kalbin bilmesidir”                                   Muhasibi

“Murakabe her an ve her sözde gaybı düşünmekle, sırra riayet etmektir”                                              Murte’aş

Allah-ü Tealâ meleklerine; siz zahiri murakabe edersiniz, Ben ise bâtını murakabe ederim” buyurmuştur.

“Kalbin en üstün, efdal ve şerefli zineti; nerde olursa olsun, Allah-ü Tealâ’nın kendisini gördüğünü bilmesidir”

Sehl b. Tusteri

Murakabenin hakikati:

Murakabe; hakiki murakıbı düşünerek, tamamen O’nunla meşgul olmaktır. Marifetin, yani Allah(c.c.)’ı bilme ilminin kalpte uyandırdığı bir haldir. Bu hal kalpte ve âzalarda ameli doğurur. Hal ise, kalbin devamlı olarak O’na yönelip, O’nu düşünmesidir. İşte kesin olarak bu marifete sahip olanlar mukarreblerdir. (Yakın olanlar). Bu mukarreplerin murakabesi, iki türlü olur:

Birinci derece; sıddık olan mukarreplerin murakabesidir. Kalpleri Allah(c.c.)’ın Celâlini düşünmeye dalmıştır. O’nun heybeti karşısında başka bir şeye yönelemeyecek kadar, eğilmiştir. Kalp bu haldedir. Buna uyan âzalar da doğru yol ve istikamette olur. Sadece şüphelilerden değil, mübahlardan bile uzak kalırlar. Bu derecede olan kişiler; gözleri açık olsa dahi, dikkatleri çekilip, uyarılmadığı zaman yanındakileri bile görmezler. Sağır olmadıkları halde, sözlerini duymazlar.

İkinci derece; Ashab-ı Yemin (defteri sağ taraftan verilenler)’den vera’ sahiplerinin  (Allah’dan çok sakınan)  murakabesidir. Bu kişilerde haya (utanma) galiptir. Bunlar dünyada yaşarken, Allah’ın kendilerini gördüğünü bilenlerdir. Hem zahirleri, hem bâtınları ile Allah’ın yakınlığına vâkıf olmuşlardır. Fakat Celâl’i düşünmezler. Kalpleri orta yoldadır. Amellere devam etme alışkanlıkları, murakabeden geri koymaz. Kıyamette rezil olmamak üzere her şeyden kaçınırlar. Durup,ilerlemelerini kendileri ayarlarlar.

Murakabe edenin bütün hatıra, hareket ve sükûnunu murakabe etmesi lâzımdır. Bu murakabede kul iki açıdan konuya bakar: Biri amelden önce, diğeri ise amele başlarkendir.

Amelden önce murakabede; kul amelini Allah için mi, yoksa nefsi için mi yaptığına bakar. Eğer Allah(c.c.) için yaptığını tespit ediyorsa devam etmelidir. Değilse, utanıp, vazgeçmelidir ve nefsini yermelidir. Allah’tan başkası için yapılmışsa, azâba uğranır.

“Allah’tan başka taptığınız putlar da sizin gibi yaratıklardır”                                                               A’raf/194

“Doğrusu, Allah’tan başka taptıklarınızın size rızık vermeye güçleri yetmez. Artık rızkı Allah katında arayın. O’na kulluk edin”                                              Ankebut/17

“Dikkat edin, halis din Allah’ındır”                  Zümer/3

Kişi, sorguya çekilmeden önce, kendi sorgulamasını yapmalıdır. Bütün hareketlerini ve gidişini düşünerek yapmalı, gözünü açıp kapamasına bile dikkat etmelidir.

“Kişi; gözünün sürmesinden, çamurlanan parmağını yıkamasından ve başkasının elbisesine el sürmesinden dahi sorumludur” Hadis-i Şerif’i malûmdur.

Eğer amel, dünyalık elde etmek için yapılmışsa, kişi, karşılığını dünyadan almış olur ve ahiret için karşılık bekleme durumu kalmaz.

İşte böylece murakabenin hakikate uygun yapılması için; amellerin hakikatine karşı ilim sahibi olmak, nefsin ve şeytanın hilelerini bilmek lâzımdır. Hasan-ı Basri: “Allah o kula rahmet etsin ki; bir şeyi yapacağı zaman niyetine bakar, niyeti Allah için olursa yapar, değilse tehir eder” demiştir. Keza: “Onlardan biri sadaka vereceği zaman, kalbine bakardı. Eğer halis niyet varsa verir, yoksa vermezdi” demiştir.

Çoğu insan cahilliği sebebiyle, iyilik yaptıklarını sanırken, Allah-ü Tealâ’nın hoşlanmadığı şeyleri yapar. Cahillik mazeret olamaz. Çünkü kişi muhtaç olduğu bilgileri öğrenmek durumundadır. Bu sebepten alim olanın iki rekât namazı, cahilin bin rekâtından hayırlıdır, denmiştir. Kişi bir işe yönelirken, sahip olduğu ilim nuru ile, yapacağı işin Allah rızası için olduğunu keşfederse, yapmalıdır. Nefsinden olduğunu fark ederse, hemen bu işten uzaklaşmalı ve kalbinden de çıkarmalıdır. Eğer kalbe, bâtıl bir şey gelir de uzaklaştırılmazsa, zaman içinde yavaş yavaş ona yöneliş başlar. Buna hatıra denir. Bu, anı manasındaki hatıra değildir.  Hatırat zamanla o işi yapmaya kadar götürür. Kalpler, ancak Allah’ın nuru ile bu afetlerden korunur. Allah(c.c.)’ın nuruna sahip olabilmek için ise, kalpten dünya sevgisini çıkarmak lâzımdır. Bir de esas akıl önemlidir. Kişinin aklı, kişiyi şehvetlerden korur. Şehvet ile kast olunan aşırı olan bütün isteklerin hepsidir. Eğer kişinin şehvetlerden koruyacak aklı yoksa, şüphelileri ayıklayacak görüşü de olmaz. Bu sebepten, Hz. Peygamberimiz(s.a.v.); “Bir günah işleyenin, ebediyen dönmemek üzere aklının bir parçası gider” buyurmuşlardır.

Özetlersek; insanın kendini murakabe ederken, ilk düşüncesi, yapacağı şeyin kim için olduğudur. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.): “ Üç şey kimde bulunursa, imanını kemale erdirmiştir. Yerenin yermesine aldırış etmemek, hiçbir surette amelinde riyakâr olmamak, dünyalık ve ahiretten kendisine arz edilenden, ahiret için olanı tercih etmek” buyurmuşlardır. Ve: “Lüzumsuz şeyleri terk etmek, kişinin İslâmiyet’inin güzelliğindendir” buyurmuşlardır.

Amele başlarken murakabe: Kişi Allah(c.c.)’ın hakkını ödemek üzere, nasıl amel edeceğini düşünmelidir. Niyet halis olmalı, ameli de Allah-ü Tealâ’nın emrettiği gibi, en mükemmel ve doğru şekilde olmalıdır. Bütün işlerinde ve hallerinde Allah’ın kendisini murakabe ettiğini düşünmelidir. Oturup, kalkışında; hareket ve sükûnunda hep Allah-ü Tealâ’nın huzurunda imiş gibi olmalıdır. Esasen de böyledir. Abdest bozma sırasında bile, edebine riayet etmelidir. Bu da murakabe olur.

İnsanların bütün işleri; sevaplar (itaat), günahlar (isyan) ve mübahlar (yapılıp yapılmamasında bir sakınca olmayanlar)dan ibarettir.

İtaatindeki murakabesi: İhlâs ve tamamlama, adabına riayet ve afetlerden korumaktır.

İsyanındaki murakabesi: Tevbe, pişmanlık, günahı terk etmek, o güne kadar yaptığı işleri tefekkür etmektir.

Mübahlardaki murakabesi: Nimetlerde, nimeti vereni düşünmek ve şükretmek, diğer mübah işlerde adabı korumaktır.

Farzların, haramların, mübahların ve mendupların (yapılması iyi olan şeylerin) bir hududu vardır. İşte kul, bu hudutlara riayet etmelidir.

“Allah’ın hududunu tecavüz eden kimse, kendi nefsine zulmetmiştir”                                                       Talâk/1

 

3) Muhasebe: (Nefsi hesaba çekme)

Muhasebenin fazileti:

“Ey! Mü’minler, Allah’tan korkun; her kes yarına ne hazırladığına baksın”  Haşr/17. âyetini duyduğunda, Hz. Ömer(r.a.): “Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekin. Tartılmadan önce, amellerinizi tartın” demiştir.

“Ey! Mü’minler! Toptan Allah’a tevbe ediniz ki, felâh bulasınız”                                                                  Nur/31

“Ben günde yüz  defa Allah’a tevbe ederim”      Hadis

“Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah’ı anarlar ve hemen gerçeği görürler”                                                              A’raf/ 201

Hz. Ömer(r.a.), akşam olunca, kamçısı ile ayaklarına vurur ve kendi kendine “Bu gün ne yaptın?” derdi.

Hasan-ı Basri: “Mü’min devamlı olarak nefsini Allah için hesaba çeker. Dünyada kendini hesaba çekenlerin, ahiretteki hesabı kolay geçer. Ahirette hesabı ağır olanlar ise, dünyada iken kendilerini hesaba çekmeyenler olacaktır” demiştir. “Bu hesaba çekme şöyle yapılmalıdır: Hoşuna giden  bir şeyi, almadan önce düşünür. Gereksiz görür, almaz. Bu, amelden önceki muhasebesidir. Sonra kendine dönüp, neden istediğini, istekte bulunduğunu sorgular. Bir daha almamaya azmeder. Bu da amelden sonraki muhasebesidir.

“Mü’min her söz ve hareketinde, yiyip, içmesinde kendisini kınar”                                              Hasan-ı Basri

“Allah o kimseye rahmet etsin ki, kusurlarından dolayı kendini yerer ve Allah’ın kitabına davet eder”

Malik b. Dinar

“Müttaki olan bir insan; zalim bir padişah ve cimri bir ortaktan daha sıkı bir şekilde, inceden inceye kendini hesaba çekendir”                                       Meymun b. Mihran

“Allah o kimseye rahmet etsin ki, hesabı başkasının eline geçmeden, kendi muhasebesini yapmıştır. Ölçü ve tartısına bakana Allah rahmet etsin”                          Hallac

Muhasebenin hakikati:

Kişi, her yeni güne başlarken, kendi kendine adaletli olmaya, hak olanı tavsiye etmeye ve nefsini gözetim altında tutmaya azmetmelidir. Günün sonunda da, o günün muhasebesini yapmalıdır. Bu muhasebeyi muhakkak yapmalıdır.

Dünya işlerimizde, her iş için ince ince araştırdığımız gibi, ahiret işlerimiz için de ince ince araştırma yapılmalı, nefsin örtmelerine mani olmak için ona Cehennem’den ve azabdan haber vermelidir. Nefis hilekârdır, aldatıcıdır. Onun bu ahlâkından haberdar olmalı, istekleri sorgulanmalıdır. Meselâ; “ne için istediği, ne maksatla kullanacağı, çok mu elzem olduğu” gibi.

Sonra aldığı cevaba göre davranmalıdır. Her günün ve her saatin hesabı yapılmalıdır. Geçmiş günlerdeki günahların hesabı  da yapılmalıdır. Kişi kendisini hiçbir zaman, temize çıkarmayı prensip edinmemelidir. Daima nefsi borçlu kabul ederek, nefsinin günahlarını unutturmaya çalıştığını hiç unutmamalıdır. Nefis daima unutturmaktan ve aldatmaktan yana çalışır.

 

4) Muakabe: ( Nefsi kınama)    

İnsan nefsini hesaba çektiği halde, onun Allah’a karşı günah işlemesinde önleyici tedbirler alamayabilir. Veya önleyici tedbirler alma konusunda her zaman başarılı olamayabilir. Bu konuda başarılı olamadığı için, nefsi tamamen başı boş bırakmamalıdır. Çünkü, eğer başı boş bırakılırsa, nefis daha çok isyana sürükleyerek, sonunda kişinin helâke gitmesine sebep olabilir. Böyle zor duruma girmiş olan nefsi, isyandan uzaklaştırmak daha da zor olabilir. Bu yüzden, küçük isyanlar olurken, nefsi kontrolden uzak bırakmamalı ve hemen anında hesabı sorulup, cezası verilmelidir ki, iş daha da büyümesin. Meselâ; şüpheli bir lokmayı, şüphesini araştırmadan, şehvetle yediğinde, bir kınama cezası verilmelidir. Kişiye hangi ceza zor geliyorsa, o ceza verilmelidir. Midenin bu hareketine karşılık, oruçla veya açlıkla cezalandırmak uygun olur.

Böyle cezalandırma ile ilgili olarak, anlatılan çok haberler vardır. Meselâ; Hassan b. Ebû Sinan, bir defa bir köşkün yanından geçerken, “bu ne zaman yapıldı?” diye kendi kendine sorunca, hatasını fark etmiş ve: “Senin üzerine vazife mi? Lâzım olmayan şeyle ilgileniyorsun” diyerek, kendisine ceza vermiş ve bir yıl oruç tutmuştur. Rebah el-Kaysi, birine “bu ne uykusu, bu saatte uyku olur mu?” dediği için, bir yıl uyumamaya, başını yastığa koymamaya niyet etmiş ve uygulamıştır. Nefsini kınamak, serkeşliğinde ceza vermek, riyazetten ve nafile ibadetten daha hayırlıdır. Zira riyazette ve nafile ibadetlerde, nefse pay düşer. Nefis, efendisini büyüklendirir. Riyazete girmemiş olanları misal göstererek, kendisinin ne kadar önemli iş yaptığı düşüncesini verir. Nafile ibadetlerle ise, nafileleri az olanları göstererek, yaptıklarını önemli ve büyük gösterir. Kınama ile, büyüklenme sebepleri ortadan kalkar.

 

5)Mücahede: (Nefis ile cihad, terbiyesi ile uğraşmak)

İnsan nefsinin muhasebesini yaptığında, isyan bulursa terbiye etmelidir. İtaatinde kusur ve tembellik görürse, nefsini zorlamalıdır. Hz. Ömer(r.a.) bir ikindi namazında cemaate yetişemediği için, yüz bin dirhem kıymetindeki arsasını tasadduk etmiştir (sadaka olarak vermiştir). Abdullah İbn Ömer(r.a.) bir defasında iki yıldız görününceye kadar akşam namazını özürsüz geciktirdiği için, iki köle azad etmiştir.

Şayet taatler konusunda nefis itaat etmiyorsa, ibadet konusunda cehd ve gayret gösteren salih biri ile arkadaşlık etmek, sözünü dinleyip, ona uymak tavsiye edilir. Böyle güzel halde olanların, ahiretteki iyi hallerini duymak okumak da faydalı olur. Zira bu kişiler, sonu olan dünya hayatını ahirete tercih etmezler, nefislerine uymazlar ve ebedi hüsrana düşmezler. Bu kişiler hakkında:

“Onlar ki, kalpleri ürpererek, vermeleri gerekeni verirler”                                                              Mü’minun/60

Hz.Peygamberimiz(s.a.v.): “Allah o kimselere rahmet etsin ki, onlar hasta olmadıkları halde, insanlar onları hasta sanırlar” buyurmuşlardır.

Bir gün Davud-ı Tâi’ye damında kırık bir boynuz olduğu söylendiğinde, “ Yirmi yıldır bu evde oturuyorum, bir kere damıma bakmış değilim” demiştir. Yani nefisleriyle meşgul olan bu yüce kişiler, lüzumsuz sözden kaçındıkları gibi, lüzumsuz bakışlardan bile kaçınırlardı.

Ahmed b. Zerî, sohbet ederken ve sair zamanda daima bakışlarını bir noktaya diker ve sağa sola iltifat etmezdi. Kendisine sorulunca da: “Allah-ü Tealâ, bu gözleri sağa sola iltifat etmek için değil, azametine bakmak için yarattı” derdi.

İşte bu örnekler tarih içinde pek çoktur. Ve eğer hisse almayı murad eden varsa, alır. Bu sözler nefis ile cihadı gösterir. Bunları okumak, bu hali yaşayanı görmek kadar etkili olamaz. Bu sebepten, mümkün olsa da, nefsi ile mücadele edenlerle veya bu mücadeleden başarı ile çıkmış olanlarla beraber olunabilinse. Hiç olmazsa, bu kişilerin sohbetine devam etmeli ve örnek almalıdır. Kişi, nefsine basiretli kişilerle mi, yoksa cahillerle mi oturmayı tercih ettiğini sormalıdır. Kişi kiminle beraberse, onunla haşrolur hadisi meşhurdur. Bu sebepten, nefsin hevasına uyup, gitmemelidir. Her günü Allah’a yakîn olmak için son gün olarak kabul etmeli, her nefesi de Allah’ı anmak için son nefes olarak addetmelidir. Nefsin isteklerine gelince; kişi eğer kuvvetlenmiş ise, hepsini reddetmelidir. Eğer kendinde zaaf hissediyorsa, daha az zararlı olanları yapmalı, daha çok zararlı olanları reddetmelidir.

Hakimlerden birisi şöyle der: “Allah-ü Tealâ’nın öyle kulları var ki, Allah onlara in’am etti (nimet verdi) ve bu in’am ile O’nu bildiler. Gönüllerini genişletti ve O’na itaat ettiler. O’na tevekkül edip, her şeyi O’na havale ettiler. Gönülleri yakîn safasının merkezi, hikmetin evi, azametin tecelli yeri ve kudretin hazinesi oldu. Onlar halk arasında dolaşıp, dururken, gönülleri Melekût âleminde cevelân eder. Kapalı olan gayb, onlara müşahede ile açılır. Oralarda dolaştıktan sonra bir çok İlâhi lûtuflar ile dönerler. Bu lûtuflar anlatılamaz. Onların batınları dibac (kıymetli kumaş) gibi kıymetli, zahirleri ise, çaput gibi değersizdir. Onlar herkese karşı alçak gönüllüdürler. Bu yola, meşakkatle erişilir. Allah’ın bir lûtfu olup, dilediğine ihsan eder”

İşte böylelerini bulup, yanında kalmalı, istifade etmelidir.

 

6) Muatebe: (Uyarıp, kınamak)

İnsanın en büyük düşmanı, nefsidir. Yaradılış itibariyle, kötülüğü emretmek üzeredir.

“Çünkü nefis daima kötülüğe meyillidir”      Yusuf/53

Kişi, nefsini daima tezkiye etmelidir. Şayet ihmal edilirse, iyice azgınlaşıp, kötülüklerinin önüne geçilemez. Uyarıp kınama daimi olursa, uslanmaya başlayıp, iyi hale geçebilir.

“Hatırlat, çünkü hatırlamak daima mü’minlere fayda sağlar”                                                                  Zariyat/55

Devamlı olarak uyarıp, kınama ile, emmareden levvameye dönebilir. İnsan önce kendini islâh edip, yola getirmelidir. Sonra başkalarına vaaz ve nasihat edebilir. Nitekim İsa (a.s.)’a, Allah-ü Tealâ: “ Önce nefsine, sonra da başkalarına vaaz et. Yoksa benden utan” buyurmuştur.

“Nefsini tezkiye eden(pak eden), muhakkak umduğuna ermiştir”                                                             Şems/ 9

“İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar halâ habersiz, Haktan yüz çeviriyorlar. Rablerinden kendilerine gelen her yeni ihtarı, muhakkak gönülleri gaflet içinde, eğlenerek dinlerler”                             Enbiya/1,2,3

İsyana rahat dalış, gafletin en büyüğü olup, Allah’ın görmediğini sanmakla olur. Küfrün en büyüğüdür. Eğer Allah’ın gördüğünü bilerek isyan ediliyorsa, edepsizliktir. Şayet Allah’ın Fazl-ı Kerem’ine güvenerek, affeder, diye aldanıyorsa doğrudan cahilliktir ve kendini aldatmaktır. Zira, rızık için dünyaya dört elle sarıldığında, aynı Fazl’a güvenmemiştir. Halbuki:

“Yer yüzünde yaşayan bütün canlıların rızkını vermek, Allah-ü Tealâ’ya mahsustur” Hud/6. âyeti vardır.

Rabbimiz, dünyayı ve dünyalığı kefil olup, üzerine almış olduğu halde; ve de ahireti de insanın say ve gayretine bırakmış olduğu halde; insan dünyaya dört elle sarılıp, ahireti bırakmaktadır. Bu da imana ters düşmektedir. Eğer dil ile iman kâfi gelseydi, münafıkların Cehennemin alt katında ne işleri vardı? Zira onlar dilleri ile, hep inandıklarını söylemişlerdi.

Böyle bir iman ile davranan kişi, ahiret gününe iman etmeyenler gibi davranmış olur. Bunlar dünya hayatını yaşarken, bir doktorun kendileri için uygun gördüğü diyet ve reçeteye daha çok itibar etmekle; ahiretlerini kurtaracak olan Allah’ın kelâmına, Peygamberlerin tavsiyelerine ve salihlerin sözlerine daha az itibar etmekle bu yüce sözleri daha eksik ilimli mi bulurlar, yoksa ahiretin varlığına mı inanmazlar? Yoksa kendileri için ölüm daha çok uzakta mı sanırlar?

İşte böylece kişi kendini sorgulamalıdır. Burada dünya sevgisi sebebiyle dünyanın ahirete tercihi söz konusu olabilir. Veya ahiret azabından haberleri olmadığından, bu azabı hafif sanabilirler. Ya da bir gün tevbe edebileceklerini düşünerek, günahlardan kurtulmayı geri bırakabilirler. Ama iyi düşünmek lâzımdır ki, geri bıraktıkları gün hiç gelmeyebilir. Bir diğer önemli konu ise, nefse bir defa uyduktan sonra, o tevbe günü hiç gelmeyebilir. Nefis sahibini bir defa kendi mecrasına sürükledikten sonra, ikinciye, sonra da üçüncüye yol hazırlar.

Her geçen gün, güç, kudret, iktidar, sağlık, gençlik elinden uçup, gitmekte olan, neyine güvenebilir?

Şehvetler(aşırı istekler) güçlü bir ağaç gibidir. Giderek kuvvetlenip, kök salar. Kök salmadan kurtulmak daha kolaydır. Kök saldıktan sonra ise daha da zorlaşır. Beden ise giderek acizleşir. Bir an önce, daha da kuvvetlenmeden, bu kökler sökülüp, atılmalıdır. Zira “gün, vakit, saat, nasip” düşünceleri oyalanma ve cahilliktir. Beklenilen vakit, içinde bulunulan andır. Kişi genç ve sağlıklı iken başaramadığını; yaşlanıp, acze düştüğünde hiç başaramayacağını düşünmelidir. Bunu düşünmemek, ahmaklıktır.

Şayet şehvet ve zevklere düşkünlük sebebiyle ve ibadetler hususunda, zahmet ve meşakkatlere dayanamamak sebebiyle isyana devam ediliyorsa; bu kişilere şunları söyleyebiliriz: Eğer zevklere düşkün isen, ebedi olan Cennet zevklerini kazanmaya çalış. Eğer meşakkat zor geliyorsa, Cehennem’in meşakkatini düşün ve ondan kaç.

“Akıllı adam; nefsini hesaba çekip, ölümden sonrası için çalışandır. Ahmak adam da nefsinin heva ve boş isteklerine uyup, Allah’dan umandır”  hadisi hatırlanmalıdır.

Ayrıca bir mesele daha vardır ki; nefsin dünyaya olan düşkünlüğü, ölüm sırası geldiği vakit, kişiyi meylettiklerinden ayrılmanın hasretine dayandırmaz. Kişi ölse bile, dünyada neye ilgi duymuşsa, aklı orada kalmış olur. Mezarında bir yandan sorgu melekleri ile uğraşırken, diğer yandan aklı sahiplendiklerinde kalır. İşte, dünyadan vazgeçmemiz istenirken, bu konu da çok önemlidir. Ve kabirde suali cevaplasak bile, huzuru elde edemeden, kıyamete kadar aklımız dünyadan sevdiğimiz her şeyde kalarak bekleyeceğiz. Bu bakımdan da düşünülmelidir.

İnsan yiyemeyeceğini toplar, oturamayacağı kadar mesken edinir ve ulaşamayacağını umar. Ve bütün bunları boş yere topladığı söylendiğinde veya kendi bizzat idrak ettiğinde; çocukları için, onların geleceği için topladığına, kendi için toplamadığına kendini iyice inandırır. Bu defa da eğer vakti olur da yaşarsa, çocuklarının da yiyemeyeceği kadar toplar. İşte bütün bunlar nefse anlatılmalıdır. Anlatamayanlar için, biz anlatıp, hatırlatıyoruz. Fakat nefis cehalet ve azgınlık sebebiyle anlamayabilir. Nefse arzu ettiği ve en az zararlı olan bir şey verip, oyalayarak, esas olan anlatılabilir.

Mevki sevgisine gelince; ölüm hatırlanmalıdır. İtibar edilen kendisi ölecektir. İtibar edenler de ölecektir. Dolayısıyla, sınırlı bir süre itibarın ne kıymeti olacaktır? Halbuki ahiret hayatı daimidir. Orda itibar daimi olacaktır. Hem Allah’ın itibarı ile, kulların itibarı bir olabilir mi?

Hayatı, dünya hayatı olarak görenler için; dünya ferahlığı çok önemli ise; onlara da şöyle derim:

Aynı devir içinde yaşadığımız Museviler, Hristiyanlar dünya tadını, Müslümanlar’dan daha fazla, kat kat çıkarıyorlarsa; bu dünyaya kahrolsun demeli. Ondan yüz çevirmeli, aldattıkları ile oyalanmamalı, dünya varlığı ile ferahlanmamalıdır.

Nefis kendini öyle akıllı sanır ki; her gün malının artmasına sevinirken, ömrünün tükenmekte olduğuna aldırış etmez ve böylece ahmaklık etmiş olur.

Ahiret yaklaşmakta, ama insan ondan yüz çevirmektedir. Dünyaya yönelmeye de devam etmektedir. Halbuki dünya, kendini talep edeni bırakmış, kendinden vazgeçenin peşine düşmüştür. Kişi nefsine: “Ey nefis, dünyaya ve dünyadakilere ibretle bak. Dünyalık elde etmek için, zaruret kadar çalış, iradenle onu terk et. Önce verilene şükretmeyi yerine getir. Bu şükrü yaptın mı ki, fazlasını istiyorsun. Ahirete yönel. Eğer nasihat dinlemek istemiyorsan, bu kalbinin açılmamış olduğundandır. Kalbin açılması oruç ve namazla olur. Bunlarla da düzelme olmazsa, insanların arasında çok dolaşıp, konuşma; yetime yönel, akrabalarınla ilgilen, onların ihtiyaçlarını karşıla. Bütün bunlardan sonra, halâ eski halinde isen, bil ki Allah-ü Tealâ kalbini mühürlemiştir. Zulmet kalbinin içini ve dışını kaplamıştır. Artık bu durumda kendinden ümit kesmen gerekir. Fakat ümit kesmek de küfre götüren büyük günahlardandır. İşte böylece ümit yok, ümitsizlik yok. Burada, kendi felâketin için ağlayıp, yardım dilemekten başka bir çare kalmıyor. Artık tek kapı olan, Mevlâ’nın rahmet kapısı önünde yalvarıp, yakarıp ağlamak kalmaktadır.

İşte bu, bir nefse uyarı örneğidir. Bunun gibi örneklerle nefsi uyarmalıdır. Etrafımızdaki yanlış yaşayanları, mal biriktirenleri, cimri olanları, dünyaya tutkun olanları, yeme-içmenin ve giyim-kuşamın alâsına vurgun olanları nefsimize göstermeliyiz. Dünya ehlinin nasıl dünyaya hizmetçi olduğunu; malı mülkü çok olanların nasıl o mala hizmet, tamir, bakım, gözlerden koruma telâşında olduğunu göstermeliyiz. Peşinden koşulan kadın veya erkeğin, nasıl başkasının peşinden koştuğunu göstermeliyiz. Yetiştirdiğin ve onca emek ile geceni gündüzüne katarak, özveri ile büyüttüğün evlâdının, her şeyi unutarak, başkası ile ömür geçirdiğini, seni ise bayramda bile zor hatırladığını nefse göstermelidir. Yaşlılıkta rahat bir ömür geçirmek için, istikbal endişesi ile biriktirdiğin paraları; yaşlanınca hastalık ve perhizler dolayısıyla yiyemediğini nefse göstermelidir. Ve yine mal toplamak ve para biriktirmek için terk edilen ibadetleri düşünmelidir. Toplanılan malı mülkü uzak akrabaların keyifle yiyecekleri, nefse gösterilmelidir.

Böylece nefisten daha akıllı olmuş, olunur. O aklı ile biriktirme ve dünyanın ardı sıra koşturma işini yaparken, sen aklınla koşturduklarının boşa olduğunu ona göstermelisin. Böylece belki biraz susar da rahat verir. Yoksa uykular hesap yapmak ile kaçar. Hayat da plân yapma ile kaçar. Elimizde olanı o an için değerlendirerek, yaşama fırsatımızı kaçırmamalıyız.

Hangi evlât vefalı çıkmıştır? Hangi mal sana hizmet eder? Hangi para zamanında işe yarar? Hangi sevgi ebedi olur? Bütün bunlar düşünülmelidir.

Evlâda bakarken bir şey beklemeksizin ve sadece Allah rızası gözetilerek, aynı zamanda Allah’ın bizden beklediklerini ihmale uğratmayarak bakarsak, o evlât hayırlı çıkar. Malı biriktirmez, ihtiyaçlı olan ile karşılaştığımızda, ihtiyacı karşılarsak; Allah-ü Tealâ da bizi kimseye muhtaç etmez. Sevdiklerimizi Allah için sever, beklentisiz olursak, biz de sevilen oluruz. Kısaca eğer sevginin en yüce ve baki olanını istiyorsak, Allah için sevmeyi nefsimize öğretmeliyiz. Mal ve mülkün hayırlısı da, hayra yarayandır. Yoksa senelerce aç kalınıp biriktirilse, evlât denilen yakınımız, birkaç günde tüketir de kendisine bırakılanın azlığından şikâyet eder, bizi de bir Fatiha ile anmaz olur.

Bütün bu gerçekler nefse anlatılmalı, etrafımızda bolca olan örnekler gösterilmeli, böylece nefse uyarı, gerekirse kınama yapılmalıdır. Belki tek kurtuluş yolumuz da , bu olacaktır…

Nefse Uyarı Ayetleri

Nefse Uyarı Ayetleri:

“Kıyamet günü doğru teraziler kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı ortaya koyarız. Hesapçı olarak biz yeteriz”

Enbiya/47

“Amel defterleri ortaya konunca, suçluların onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün. Vah bize, eyvah bize, bu defter nasıl olmuş da küçük, büyük bir şey bırakmadan hepsini saymış, derler. İşlediklerini hazır bulurlar. Rabbin kimseye haksızlık etmez”                           Kehf/49

“Allah, onların hepsini dirilttiği gün, kendilerine işlediklerini haber verir; Allah onları bir bir saymıştır, fakat kendileri unutmuşlardır. Allah her şeye şahiddir”

                                                            Mücadele/6

“O gün insanlar işlerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük dönerler. Kim zerre kadar iyilik yapmışsa, onu görür. Kim zerre kadar kötülük yapmışsa, onu görür”

Zilzal/6-8

“Sonra o gün, her kese kâzancı verilir ve hiç kimseye haksızlık yapılmaz”                                           Bakara/281

“Her kişinin yaptığı iyiliği hazır ve yaptığı kötülüğü de kendisi ile onun arasında uzun bir mesafe olmasını dileyerek bulacağı günü düşünün. Allah böylece dikkatinizi çekiyor”                                                   Âl-i İmran/30

“İçinizde olanı Allah’ın bildiğini bilin de, O’ndan çekinin”                                                                 Bakara/235

“Ey inananlar! Sabredin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, cihada hazır bulunun”                 Âl-i İmran/200

Nefsin Makamları

Nefsin Makamları:

Nefis, anlaşılan odur ki, insanı Allah(c.c.)’a yaklaştırmaya vesile olan en önemli vasıtadır. Yolun duraklarına göre, nefis yedi makam üzere olur.

Nefs-i emmare; hayvani ahlâk taşıyan ve kötülüğü emredendir. Bu nefis sahibi, bu ahlâktaki nefsini islâh etmeden ölürse, karşılaştığı son acı olur.

Nefs-i levvame; emmarede olan nefis ile mücadele sonunda, ikinci nefis mertebesi olandır. Bu nefis, günaha girer, tevbe eder, tekrar yükselir, tekrar aynı başlangıca döner. Kendini suçlayan, yaptıklarından pişman olan ve tekrar aynı suça yönelebilen nefistir. Bu nefsin sahibi iyi halde iken, yani yükselmiş iken ölürse, umulur ki affolabilir. Lâkin kötü hale girdiğinde ölürse, aynen nefsi emmarede imiş gibi muamele görür.  Levvamede olan kişide zulmet perdeleri kalkar, fakat tekrar günaha dönülünce, yeniden oluşur.

Nefs-i mülhime; ilhamların başladığı, iyiliğe yönelmenin daha çok olduğu, bir günah işlemişse pişmanlık duyulduğu, tekrar aynı günaha dönmemek üzere gayret sarf edildiği nefsin üçüncü makamıdır. Buraya kadar ulaşmak bile, ancak mürşit öğretisi ile mümkündür. Tasavvuf yoluna girenlerden yol alanların çoğu, belki ancak bu makama kadar ulaşabilmiştir. Bu bakımdan önemli bir makamdır, fakat ayakların kolay kaymasının mümkün olması bakımından da tehlikeli bir makamdır. Bu makamda artık zulmet perdeleri yanmıştır. Baş edilmesi gerekenler, nur perdeleridir. Zulmet perdelerinin tamamen kalkmış olması, bir daha olmayacak manasına gelmez. Her zaman düşme tehlikesi olduğu için, zulmetlenmek de mümkün olur. Bu makamda en çok rüyalara takılma olur. Bir de nefsin işaret etmesi sebebiyle, sebeplere takılma çok olur. Tevhid-i ef’al henüz kalbe yerleşmemiş olduğundan, her ne kadar yeri geldiğinde her şeyin Allah’tan olduğu ve her işin sahibinin O olduğu dil ile söylense de, olayların içinde bu bilgi tamamen unutularak, kuldan bilme hatasına çok düşülür. Buraya kadar anlatılan bu üç nefis makamı, ilm-el yakîn oluştur. Yani kul Allah(c.c.)’a ilmen yakın olmuştur. Birinci ve ikinci makamın , üçüncü ile farkına gelince; amellerin uygulanmasına riayet, amellerin önemini kavramak, iyilik ile kötülüğün bir arada bulunmasına kayıtsız kalamamak gibi durumlardır. Kul bu makamda Esma-ül Hüsna ile meşguldür. Allah’ı isimleri ile tanımak hoş gelir. Kendisi de bu isimlerin tecellisine bir nebze de olsa uğramak ister, uğramıştır da.

Fakat burası, kişinin varlığının en çok var olduğu makamdır. Varlığın ne kadar kötü olduğunu bildiği halde ve bundan kurtulmaya çalıştığı halde, tam yokluğa asla giremez. Hep varlık alâmetleri gösterir. Acıdır ki, bu makamda olan kişi, kendi varlığını göremediği halde, kendisinin dışında olan kişilerdeki varlığı müşahede etmektedir. Buradaki aldanışının sebebi; karşısındaki kişide görmüş olduğu varlık belirtisinin aynısı kendisinde yok olduğu içindir. Ama bilmez de aldanır. Zira kendisinde de karşısında tespit ettiğinden başka varlıklar vardır. Görmesi tam olmadığı için, kendini kemal mertebesinde sanır. Karşısındakini de noksan yerde sanır. Bazen buraya kadar yükselmesine vesile olan yol göstericisinden bile yüksek olduğunu zanneder. Bu kişilere kendileri hakkında aldanmalarında en büyük desteği de, çevresinde toplanan bir avuç sevdikleri verir. Bunların iltifatı, sevgi ve kıymet verişleri, bu kişilerin kendi hakkındaki olumlu kanaatlerine destek sağlar.

Cehd ve gayret ile, bir de varlığının olduğunu tesbit ve kabul etmek sureti ile uğraşarak, bir sonraki makama geçebilirse, varlığı saklanarak, yokmuş gibi görünebilir. Lâkin esas varlığından kurtulma, fenafillâh makamında olduğu için, bundan emin olmak üzere, mardiye makamına geçmek için duada bulunur. Tevhid denizinde yüzmeden varlık kaybolmaz. Tevhid denizinde boğulmakla, sapkın yollara girilmiş olur. Tevhid denizinde, katre olmakla ise, gaye hasıl olmaya başlar.

Nefs-i mutmainne; emin nefis, kendinden emin olunan nefis demektir. Artık zulmet perdelerinin yeniden hasıl olması çok zor bir ihtimaldir. Bu bakımdan bu makamın ancak sonuna varıldığında yani tamamlandığında, kesinlikle düşme olmaz, denilebilir.

Dördüncü makam olup, edinilmiş olan güzel ahlâk artık sahibine ait olur, yapıştırma olmaz. Kişinin uzun zaman üzerinde durarak elde ettiği güzellikler hakkında, halinde bir meleke oluşmuştur. Yani olaylar karşısında güzel hal ve davranış; iyi olduğu için özenerek, taklid ederek değil,  kendiliğinden çıkar. Bu makamın eseri; kişinin kalben fiillerin tevhidini keşfetmesidir. İlim yolu ile öğrenmek suretiyle değil, kendi keşfi ile sebeplerin yaratıcısını bilir. Bu yüzden, keşfi kadar tevhid-i ef’ale yönelir ve bu kadar ile emin olunan kişi olur. Makamı tamamladığı zaman, bütün fiiller hakkında ayn’el yakîne gelmiş olur ki, işte düşmesine engel olan da, budur. Velâyet makamıdır.

Bu kişiler, insanların nefisleri hakkında bilgilidirler. Onun için daha hoş görülü olurlar. Etrafları tarafından sevilen, aranan kişilerdir. İtaatleri apaçıktır. Simaları ise huzur verir. Yanında bulunmaktan hoşlanılır. Onlar da Hak’tan aldıklarını, cömertçe halka saçarlar. Affedicidirler, kalplere hem korku, hem de ümit verirler. İsim tecellilerinin çoğunu yüzlerinde ve kalplerinde taşırlar. Sıfat tecellilerine de uğramaya başlamışlardır. Varlıkları henüz yok olmamıştır. Nur perdelerinin var oluşu, bu kişileri var eder.

Nefs-i radiye; razı olan nefis olup, beşinci makamdır. Allah(c.c.)’ın kâza ve kaderine rıza gösterirler. Bu makamda olanlarda asla düşme olmaz. Bu kişiler kendileri hakkında razı oluşlarını bile, bilmezler. Bu makamın gereği olarak, Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in bilinen ve bilinmeyen bütün sünnetleri tamamlanmıştır. Rıza makamının gereği olan, ayn-el yakîni yaşarlar. Her ahlâkları tabii olarak hasıl olur. Hareketleri, gayri iradidir. Asıl iradenin hükmünde hareket ederler. Hadis-i Şerifi ile bildirilen “ölmeden evvel ölme” sırrına ermişlerdir. Akıl olarak da kötülüklere akıl erdiremeseler de; olaylarda ve konularda, külliyen düşünmeyi bilirler. Kudret ve irade sıfatlarının aşikâr tecellisine(yansımasına) uğramışlardır. Semi’ ve Basar tecellilerine de uğradıklarından, Allah ile oldukları zamanlarda, Allah ile görür, Allah ile işitirler. Bir Kudsi Hadis’de: “Kulum nafilelerle bana öyle yaklaşır ki, ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Bu kulum benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür” buyurulduğu gibi olur. Allah ile beraber olmadıkları zamanda varlıkları az da olsa vardır.

Nefs-i mardiye; kendisinden razı olunan nefis, demek olup, altıncı makamdır. Burada kulu, Hak Tealâ kendine çekip, almıştır. Hakk-el Yakîn mertebesi başlamıştır. Bu mertebe, bu makamın sonuna kadardır. Ondan sonra tam olarak “fena” ya geçilir.

Burada isimlerin çoğu kula yansımıştır, hattâ Hak’kın sıfatları ile donanmıştır. Nur perdeleri de kalmamıştır. Tevhidin aslı yaşanmaktadır. Burada kul, Zât’ı Zât ile bilir. Fena başlamıştır.  Kul, Hak’ta ifna(yok) olmuştur. Kendi varlığının var olduğu bilinci dahi kalmamıştır. Tevhidin aslı yaşanmakta olduğundan, hiçbir şey kendisine değmez, hakaret edilse, alınmaz. Gözünde iltifat ile zemmedilmek birdir. Kolay özür diler, kolay affeder. Kendi var olamadığından dolayı, menfaate dayalı işleri olmaz. İnsan ayırmaz. Kimsenin kötülüğünü istemez. Kendisine kötülük için giden, kötülük yapamadan döner. Her kes tarafından sevilir, saygı duyulur. Huzurunda oturulduğunda, Allah’ı hatırlatır. Hiç konuşmasa da sohbet etmiş gibi, kalplere feyz verir. Her kesin derdini yüklenme halindedir. Ölümü sever ama dileyemez. Bütün dünya ile barışık yaşar. Buraya kadar ulaşma,  nadirin nadiri olarak mümkündür.

Nefs-i Safiyye; yedinci makam olup, bu makama vasıl olmak nadirin nadiri olarak bile mümkün değil gibidir. Hak ile bekada oluş makamıdır.

İşte böylece; nefsin makamlarını yüzeysel  olarak anlatmış olduk. Nefis ile mücadele, böyle zor olan bir şeydir. Nefis de zora gelmeyi sevmediği için, sahibini bu yollara girmekten alı koymak için; daima vesileler yaratır. En başarılı olduğu konu ise, dünya sevgisini, kalplere sokmaktır. İnsanlar ise, ilim öğrenme yollarına girmedikleri için, nefislerine uyarak, nefisleriyle geçinip, giderler. İlim öğrenen için ise, bu yollar açılır. İlmin başlangıcı; dinin usullerini öğrenmek, âyet ve hadislerin ne söylediği hakkında bilgi sahibi olmak, helâl ve haramları tanımak ve yaradılış amacına uygun yaşamaya çalışmaktır. Sonra öğrenilenler ise; kurtuluşu temin edecek konuları öğrenmektir.

Şimdi, nefsin korkmasını sağlamak üzere, hiç okumadığımızı var sayarak, bazı âyetlerden örnekler vererek, nefis ile mücadele etme yollarını açmış olalım:

Nefis Hakkında

Nefis Hakkında:

Nefsin daima kötülüğü emrettiği:

“Çünkü nefis daima kötülüğe meyillidir” Yusuf/53. âyetinde buyurulmuştur.

“Biz ona şah damarından daha yakınız”           Kaf/ 16

Keza:

“Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir”

Hadid/4.

Yani insan, nefsi ile kötülüğe, Rabbinin yakınlığı ile de iyiliğe yakın mesafededir. Başka bir deyişle; iyiliği ve kötülüğü içinde barındırır. Hangi tarafı tercih ederse de, o yol açılır. Nefis ile, nefyedilmiş olması sebebiyle kutsal olan ruh arasında, zulmetten ve nurdan olmak üzere nice perdeler vardır. Bunlar sanki, Allah ile kul arasındaki perdeler gibidir. Önce zulmet ve sonra da nasip olursa nur perdelerinin açılması ile, insanda bulunan ruh ile nefis arasında perde kalmaz. Bu hal, yani perdesizlik hali, tam olan tevhiddir. İkilik kalkmış, birlik haline yani tevhide girilmiş olunur.

İşte insandaki nefsin terbiye edilmesi ile, nefsin ruha tâbi oluşundan söz edilir. Vücut ikliminde ruhun hükmü geçerli olur. Bu ise, Allah’ın muradına uygun olan hükümdür. Nefis ruha tâbi olduğu zaman, bu ruha, Ruh-i Sultani derler.

Ruh nefse tâbi olduğunda ise, Ruh-i Hayvani derler. Ruh-i Hayvani denilen aslında nefsi emmaredir. Zira burada ruh susmuş, sinmiş, binlerce zulmet perdesi altında saklı kalmıştır. Hayvanlara benzetilmesi ise, nefsi emmarenin hayvanlar gibi, belki de daha aşağı özelliklerde olması sebebiyledir.

İnsan, aslan ve kaplan gibi paralayıcı; maymun gibi taklitçi; sinsi yaklaşan yılan gibi sinsi; fare gibi çalıcı;  toplayıcı ve saklayıcı karınca gibi cimri; böcekler gibi yok edici; akrep gibi dilli; sivrisinek gibi rahatsız edici; fil gibi ezici; gergedan gibi obur; domuz gibi pis şeylerden hoşlanan; ayı gibi kaba; asalaklar gibi başkasından geçinen; haşarat gibi yetim malı yiyen; tavuk gibi dırdırcı; kan emici sülük gibi karşısındakini yok ederek var olan; kedi gibi nankör ahlâklarda olabilir. Bazen bu ahlâkların bir kaçı bir arada bulunabilir. En iyi olanı; at gibi yük taşıyıp, çifte atan; köpek gibi sadık olup, ısıran; koyun gibi bir şeyin peşine takılıp, aklını kullanmadan giden; arı gibi bal veren ama balı ile birlikte iğnesini sokandır. İşte bunlar, ibret alma vesileleridir. İnsana yakışan ise; hayvanlarla benzerlik içinde olmayıp, insan gibi olmaktır. Ama şaşılır ki insan, insan olmaktan çok, hayvan ahlâkını tercih eder.

Nefsin terbiye edilme yolları ise, dinin ince yolları olup, tasavvuf tamamen bununla uğraşır. Aslında, dinin kendisinde nefsin temizlenmesi tavsiyesi vardır:

“Nefsini pak eden, muhakkak umduğuna ermiştir, nefsini cehalet ve masiyet ile örten de ümitsiz kalmış olur”                                                                                       Şems/9-10

Fakat ancak ehli bunu başarabileceği için, her kese farz kılınmamıştır. Allah-ü Tealâ, fazlı ve keremiyle bunu dilediğine verdiğini âyeti ile bildirmiştir. Kullarından bazısını hidayete erdirirken, bazılarını da kendine ayırmıştır:

“ Allah dilediğini kendine ayırır, Hakka ve itaate dönen kimseyi de hidayete erdirir”                              Şûra/13

Allah-ü Tealâ; felâhı yani kurtuluşu, Zât’ını anmayla mümkün kılmıştır:

“Ancak zikir ehli, felâh bulmuştur(arınmıştır)”

A’lâ/14

“Kalpler ancak Allah’ı anmakla, huzura ve sükûna kavuşur”                                                                  Ra’d/28

“Rahman olan Allah’ı anmayı görmezden gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş veririz”

                                                                Zuhruf/36

“Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma”                    Necm/29

“Unuttuğun zaman, Rabbini an”                      Kehf/24

“Bu güne kavuşmayı nasıl unuttuysanız, bu gün biz de sizi öyle unutacağız, yurdunuz ateştir. Sizi kurtaracak yardımcılar da yoktur”                                              Casiye/34

Allah(c.c.); zikri, yani Zât’ının anılmasını hem zikir olarak, hem adaletli olmak olarak, hem itaat olarak, hem her işte Allah’ın hatırlanması, unutulmaması  olarak tavsiye etmiştir. Bu sebeple “unuttuğun zaman..” denmiştir.

Taatin de zikir, yani anmak olduğunu ise  şöyle beyan  etmiştir:

“Artık beni taat ile anın ki, ben de sizi(sevapla) anayım”                                                                   Bakara/152

“Allah’a ve Peygamber’e itaat edenler var ya, işte onlar; Allah’ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sadıklar, şehidler ve salihler ile beraberdirler”                      Nisa/69

Nefse ait olan çirkinliklerden ruhun kurtulması ile zulmet perdeleri açılmış olur. Bu perdeler helâke götüren ahlâktan kurtulma ile mümkündür. Bunlar dilin afetleri, kalbin afetleri, bedenin diğer âzalarının afetleri olup; ayrı bir kitaplar serisi ile anlatılacaklardır. Zulmet perdelerinden kurtulduktan sonra, sıra nur perdelerini de açmaya gelir ki, bunlar da kesin kurtuluşa götürenlerdir. İşte “adımlar 1,2,3” ile de bunlar anlatılmaktadır.

Murakabe ve Muhasebe

MURAKABE VE MUHASEBE:

(Denetleme ve hesaba çekme):

Kitabımızın bu kısmı; nefis denilen ve insana daima kötülüğü emreden, iyi hale getirildiği zaman ise, insanı Allah-ü Tealâ’nın tecelli mahalli yapan konuya ayrılmıştır.

Şiir-Tefekkür

SENDEN SANA GELİNİR

Her ne kadar vasfını inceden inceye düşünsem de,

Bu beni, Seni bilmekten uzak tutar.

Zât’ını düşünmek yasaklansa bile,

Zât’ının şanı, yine Zât’ını tefekkürde yatar.

Seni tanımak üzere, kudret kalemim kalın gelir,

Âzamet deryanda boğulmamak için,

Yine Senden, Sana gelinir.

 

Senin  ince ince yarattığın sebepler, binlercedir,

Biliyorum, hakikat ayrıntılarda gizlidir.

Sadece gözüme tad versin diye,

Kâinat, top yekûn yerli yerincedir.

Tefekkürü zorlayarak, var olanı görebilmek için,

Aklım şaşmada, zihnim düşünemez.

Kudretinin eli kalbimde, Şanın yüce,

Âzametin, benden bana perde…

 

Ey, beni seven güzel! Ey, beni derdine salan güzel!

Söyleseydin elbet, bunun için kopardım yerimden.

Bunca yolu koşarak tamamlamazdım,

Kendini kolay göstermeseydin, eğer…

Ben tefekkür deryasında, Seni ararken

Senden gayri olanları temizleyerek,

Sana geleceğimi sanırken,

Senden başka bir şey yokmuş meğer,

Gayri de Sen.

Mektup-Tefekkür

MEKTUP:

Yine Seni düşünmekteyim, yarım asırdır düşündüğüm yetmedi. Nasıl yetsin ki? Sen, benim için bunca verişten hiç geri durmadın. Ben ise acaba bunların art arda gelmesinin bolluğu karşısında, şükrümü ifade edemeden kaçırdıklarım çok mu, diye düşünmekteyim. Sevginden eminim. Vaadlerinden hiç şüphe duymadım. Ama hiçbir şey yapamamanın yorgunluğu ve utancı içindeyim.

Şimdi bahara hazırlanan ülkemde, baharı hazırlayana binlerce selâm olsun, diyorum. Kelimelerim yetersiz kalıyor. İçimdeki bahar mı, yoksa dışımdaki mi, sevinç sebebim. Hani bir gün kış ayazında baharı yaşatmıştın ya, hani kuşları pencereme müjde için yollamış, binlerce güzel eserinin arkasında saklanmıştın ya, işte o gün vefanı bildirdin. Bildiğim en kesin bilgilerden biri, asla vefana ulaşılamaz olduğudur.

Seni övemem, nasıl öveceğimi bilemiyorum. Belki, öğretirsen olur. Seni anlatamam, nasıl anlatayım ki? Seni, Senin beni sevdiğin gibi sevemem, zira sevgide Teksin. İçimi dolduruyorken, dışıma vuramayışım, yetersizliğim sebebiyledir.

Yarattıklarını düşünüyorum, kayboluyorum. Bu nasıl bir Kudret? Şanından mı, yoksa muhabbetinin coşkusundan mı, bunca bol lûtuf, doğrusu merak ediyorum. İnsan ne kadar kudretlense, ne kadar kemal sahibi olsa, ne kadar büyüse, ne kadar ilimlense acziyetinden öteye gidiş yok. Nasıl böyle kudretlisin? Kemalde dengin yok, ululuğun gururu ve kibri yok eder. İlminin ise sınırı yok. Biz ise Senden gelenler olarak, kendimiz bir şey olamayıp, ancak Seninle söz edilmeye değer oluyoruz. Bize biraz yansıman bizi, muhatap kılıyor. İsimlerini ezberledim, güzel bir nazım oldu. Hakikatine ulaşmak ve isimlerinle isimlenmek bile, adeta erişilmez. Sıfatların ise, Âzametinden bir özet. Hangi birini düşüneyim diye ömür eritmedeyim. Her hangi birinin sınıflandırmasına bile yetişemeyecek acizlik içindeyim.

Kul eliyle yapılan eserlere baktığımda, yine Senin Şaheserlerini görüyorum. Yere basan ayaklarım, toprağın yumuşaklığını hissederken, göğe uzanan kollarım yıldızlarını kucaklıyor. Ben yaldızlara değil, yıldızlarına hayranım. Ben sedef kakmalara değil, inci, mercanına hayranım. Ben eserlere değil, şaheserlerine hayranım. Bulutuna, yağmuruna, denizine, yosun kokuna hayranım. Çeşitli ve her boydan ağacına, ormanına, toprağına hayranım. Bütün bunların bereketine, emre itaatine hayranım.

Seni günde yirmi beş saat düşünebiliyorum. Ağır bir işçi gibi, uyurken, uyanıkken, hep Seni düşünmedeyim. Düşüncelerime düşünceler eklenerek büyürken, acizliğime acizliğim eklenerek, küçülmekteyim. Şimdi ben, kulca bir dilekte bulunuyorum. Sen nasılsa Ulusun. Benim dileğim Senden bir şey eksiltmez. Merhametin ise, benimki ile mukayese bile edilmez. Ne olur, bizi, gözümün değdikleri ile birlikte, Arşında sevdiklerin olarak, barındır. Ya, Erhamer Rahimin! Ya, Sahib-ül Arş’il Azim!

Allah’ın Fiilleri ve Yarattıkları Hakkında Tefekkür

Allah’ın Fiilleri ve Yarattıkları Hakkında Tefekkür:

Allah-ü Tealâ’nın Zât ve sıfatından başka, her ne varsa, O’nun fiili ve yarattığıdır. Her zerrede O’nun hikmet ve kudretinden, hayrete düşülecek alâmetler vardır. Fakat şaşılacak şeydir ki, yaratılmış olanların hepsi hakkında bilgilenmemiz mümkün olmadığından, sadece bildiklerimiz üzerinde tefekkür mümkündür.

“Allah, sizin bilmediklerinizi yaratır”     Nahl/18. âyet

“Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha bilmediklerinden çift çift yaratan Allah, münezzehtir”

                                                          Yasin/ 36. âyet

İşte bu âyetlerden de anlaşılacağı üzere, bilmediklerimiz çoktur. Bildiklerimiz ise ya gözümüzün gördükleri veya görmedikleri olmak üzere iki kısımdır:

Gözümüzün görmedikleri: Kuran’da Gayb veya Melekût âlemi olarak adlandırılır. Melek, cin, şeytan, arş, kürsi ve daha birçokları olup, bunlar üzerinde tefekkür etmek zordur. Halbuki esas hüner, bu âlemin tefekkürünü yapabilmektir.  Ancak âyet ve hadislerden anladığımız ve idrak ettiğimiz kadar, biliriz.

Gözümüzün gördükleri: Kuran’da görülen âlem Mülk veya Şehadet âlemi olarak adlandırılır.  Yer yüzü, semavat ve ikisinin arasında bulunanlardır. Bunların yaradılış hikmetleri, hareketleri, birinin varlığının diğeri için gerekli olduğu tefekkür edilebilir.

Allah-ü Tealâ’nın , göklere verdiği önem âyetlerle belirtilmiştir:

“Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, akıl sahiplerine şüphesiz deliller vardır”

                                                         Âl-i İmran/190

“Göğün ve yerin, buyruğu ile ayakta durması, O’nun varlığının alâmetlerindendir”                                 Rûm/ 25

“Ey inkârcılar! Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı ki, onu Allah bina edip, yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır”                                                Naziat/ 27-29

“Göğü gücümüzle biz kurduk; şüphesiz biz geniş kudret sahibiyiz. Yer yüzünü biz yaydık; ne güzel yaymışız”

Zariyat/47,48

 

“O yer yüzünü size bir döşek, göğü de bir bina kıldı”

                                                            Bakara/22

“İçinde burçları bulunan göğe and olsun”        Bürûc/1

“Göğe ve gece ortaya çıkana and olsun”           Tarık/1

“İçinde yörüngeler bulunan göğe and olsun” Zariyat/7

“Göğe ve onu meydana koyana and olsun”       Şems/5

“Güneşe ve onun ışığına, ardından gelmekte olan aya and olsun”                                                             Şems/1-3

“Gündüz sinip, geceleri hareketleri gözüken gezegenlere and olsun”                                                      Tekvir/15

“Batmakta olan yıldıza and olsun”                   Necm/1

“Hayır, yıldızların yerleri üzerine yemin ederim ki, bunun ne büyük yemin olduğunu bir bilseniz”

Vakıa/75,76

“Rızkınız da size verilen âzab da göklerden gelir”

     Zariyat/22

“Göğü karışıklıktan korunmuş bir tavan kıldık, halbuki onlar bundaki delillerden yüz çeviriyorlar”     Enbiya/32

“Üstünüze yedi kat sağlam gök bina ettik”     Nebe/ 12

“Yakinen bilenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin hükümranlığını şöylece gösteriyorduk” En’am/75

Bu âyetlerin ışığında gökler tefekkür edilir. Güneş, ay, yıldızlar ve hareketleri, muntâzam olarak tekrarlayan ve bir düzen içinde olan hareketleri düşünülmelidir. Hepsinin her gün doğuş ve batış yerleri değişir. Güneş ile bağlantılı olarak gece ve gündüzün birbirini takibi düşünülmelidir. Gündüz geçimi sağlamak için, gece de dinlenmek ve uyumak için nasıl da ayarlanmıştır. Mevsimlerin hasıl olması için, güneşin yüksekte veya alçakta duruşunun ayarı da ayrı bir nimettir. En küçük yıldızın yer küreden en az sekiz defa büyük olduğu halde, nokta gibi görünüşü, ayrı bir hikmettir. Her şeyin yerli yerinde yaratılmış oluşu Allah-ü Tealâ’nın hikmeti gereğidir. Bilemediğimiz nice hikmet sebepleri vardır. Yıldızların ve güneşin tam dünyaya uygun olan miktar kadar uzaklıkta yerleştirilmesi, hepsi hikmettir.

Yer yüzü ve denizler ayrı tefekkür gerektirir. Göklerle kıyas edilemez. Zira yer yüzü her an değişikliklere uğramaktadır. Su lûtfedilirken, kaldırma kuvveti ile verilmiştir. Topraktaki bitkinin, koskocaman ağacın en üst yapraklarının dahi toprağın suyunu, yer çekimine rağmen emme gücü düşündürücüdür. Her şey ne amaçla yaratılmışsa, o amaca uygun hareket etmektedir. İnsana verilen değer sebebiyle, içeceği su kaynaklar vasıtasıyla gelir. Bu kaynaklar, dünya ne kadar kalabalıklaşsa da yetecek kadar yaratılmıştır. Kaynaklar kâfi görülmemiş, şifa için kaplıcalar yaratılmıştır. Irmaklar, denizler ayrı getirilerle yaratılmıştır. Dünyanın merkezi ateş iken, yüzeyi cennet gibidir. Bunun hikmeti, ve bu gücün şaşırtıcı kudreti, akıllara hayret vermektedir. Su için bütün insanlık icabında savaşlar çıkaracak kadar suya önem verirken, Allah(c.c.)’ın bu nimeti elinde iken, nimetin farkına varmayı bilemez. Su başlı başına hayati önemi olan bir nimettir.

Yer ile gök arasında ortaya çıkan acayip haller de düşünülmelidir. Fırtınalar, şimşekler, yıldırımlar, yağmurlar, karlar, şekiller içindeki bulutlar, gök gürlemeleri, yıldız kaymaları, hortumlar, asit yağmurları; bütün bunlar nasıl meydana gelir, nasıl bir kudret ile tekrar her şey eski haline döner? Elbette yukarıdan beri sayılan her şey, Allah-ü Tealâ’nın kudretini ve âzametini hissettirmektedir. Biraz düşünebilenler için, hikmeti görmemek mümkün değildir.

İnsan ve diğer canlılar hakkında düşünmek ise, başlı başına bir önem arz eder. Yukarıda sayılanların hacim olarak büyüklüğü, göklerde seyrettiklerimiz, küçücük gözümüze nasıl sığar? Küçücük gözümüzle, dünyanın kaç bin katı olan fezayı göz bebeğimize sığdırabiliriz. Sadece bu bile hikmet ve kudret değil midir? Belki de Rabbimiz görelim ve düşünelim diye göz bebeğimize bu özelliği vermiştir. Şaşaalı bir köşke girdiğimizde evin eşyasına, süslenmesine hayran olup, heves bile etmez miyiz? Ya peki, göklerin ve yaratılmışların yerleştirilmesine nasıl hayranlık duyulmaz? Bir mimara eseri sebebiyle hayran olunur da, bunca şeyi yaratana nasıl hayran olunmaz? Hem de çoğu şöyle bir görüp, gözümüzün şenlenmesi için yaratılmıştır. Kısacası, insana ne kadar önem verilmiştir? Çiçeklerin bin bir türü, kokusu, devası hepsi bizim içindir. Çiçekler, tüm çeşitleri ile sadece insan gözünün dinlenmesi ve neşelenmesi için yaratılmıştır. Çiçeklerdeki devayı alıp, bal yapsın diye arı yaratılmıştır. Yine insan için bir sürü tantana yaratılmıştır. Bütün sebep ise, insanın önemli olmasıdır. İnsan, belki de hak ettiği değeri sadece Yaradanı katında bulmaktadır.

İnsanın kendi bir harikuladelik değil midir? Bir meni hücresinin anne hücresini seçerek döllemesi, nasıl bir kudrettir? Döllenmiş yumurta eğer, özürlü ise çoğu zaman adet kanaması ile atılmaktadır. Bunu kim idare eder? Milyarlarca insanın arasından, sakatlık sebebi olacak döllenmiş yumurtaya sahip olan kadın nasıl ayıklanır? Böyle bir kudretin benzeri var mıdır? Sonra tek olan döllenmiş yumurta bölünerek çoğalır. Kan, et ve nihayet dokular oluşur. Bebeğin annesinin karnında gelişirken, doğacağı âleme en uygun zamanda gelişi, geldiğinde bu dünya şartlarında yaşamayı hemen kavraması, doğduğu anda emme refleksinin bulunması, anne memesini bilmeden tanıması, anne sütü ile beslenmeyi öğretmişler gibi, emerek sağlaması, bunların hepsi İlâhi hikmet iledir. Annenin o ana kadar boş olan memelerinin doğumla birlikte, bebek için en ideal beslenme karışımı olan süt ile dolması, bu sütün emme ile boşalması, boşalınca tekrar vücut tarafından imal edilmesi. Bebeğin anne sütüne ihtiyacı kalmayınca kesilmesi nasıl olmaktadır?

Her bir organ kendisi için ne yapması gerekiyorsa, ona göre programlanmıştır. Her organın yeri en münasip olan yerdir. Organların arasındaki işbirliği, inanılmaz şekilde işler. Göz eğer tek olsaydı derinlemesine göremeyecekti. Çift olması hem görüş kuvvetini arttırır, hem de biri arızalansa diğeri ile görüş devam etmiş olur. Kulak kepçeleri sesi toparlayacak şekildedir. Böylece ses kaybolmadan toplanabilir. Dişlerin yeri tam münasiptir. Lokma ağza alındığında ön kesicilerle parçalandıktan sonra yanda bulunan azı dişleri ile öğütülür. Bütün bunlar farkında olmadan yapılır. Beyin bütün sistemlerin uyumlu ve dengeli çalışmasını sağlar. Emir zinciri aksamadan işler. İnsan vücudunun kendisi başlı başına bir harikulâdeliktir. Biz burada sadece bir iki noktaya değindik. Konu gerektirdiği için yüzeysel olarak birkaç ana hat üzerinde durduk. Yoksa bu harikulâdeliğin çözülmesi bile, yılları almıştır ve halâ da çözülememiş pek çok şey vardır. Bilimin yıllarca süren çözme çalışmaları, bir tek “ol” emri ile olmuştur. O zaman bize sadece Kudret ve Âzametin karşısında, acizliğimizi hissetmek kalmaktadır.

İnsanın vücut olarak, anatomik, fizyolojik, hücresel, dokusal, organsal olarak hayran olduğumuz dengesinin dışında daha pek çok özellikleri vardır. Her insan farklı olan; psikolojisi, aklı, idraki, zekâsı, öğrenme yetisi, manevi özellikleri, zayıflıkları, ruhsal dengesi ile bir olağanüstülüktür. Sosyal yapısı, dengesi, çevresi ile iletişimi, aile bağları, hayvanlarla münasebetleri, bulunduğu coğrafi bölgeye uyumu ayrıca hikmet konusudur. Bir de duyguları vardır. Aşkı yaşar. Sezgileri vardır, hisseder. Bütün bunlar vücutta yeri olmayan, sanki dışarıdan gelen bir şeyler gibidir.

İşte ucundan verilen kısa ve yetersiz örneklerle, kudretten bir damlayı göstermeye çalıştım. Bütün bunlar düşünen insan için sonu gelmeyen düşünme yollarıdır. Yeter ki düşünülebilsin.

Melekût yani gayb âlemi, bilinmese de âyet ve hadisler ışığında tefekkür edilmelidir. Kalbin o âlemi mükâşefe ilmi ile tanımasından önce, bildirilenlerle  tanımaya çalışması, ancak tefekkür ile olur. Bütün âlemler, mülk âleminin dışında sıralanmış değildir. Bütün âlemler, mülk âlemi de dahil olmak üzere faklı boyutlarda ve iç içedir. Mülk âlemi beş duyu ile görüp, bildiğimizdir. Diğer boyutlar ise keşif ile bildiklerimiz olacaktır. Keşif kalp ile olur. Ve kalbin keşfe açılması için, Allah(c.c.)’dan ve O’nun rızasından başka her şeyden alâkasını kesmesi, boşalması gerekmektedir. Kalbin görüşüne basiret denir. Kalp basirete sahip olduğu zaman, beş duyu ile görülmeyen şeyler de görülür hale gelecektir.   Bu bakımdan mükâşefe(keşif) ilmi, herkes için gereklidir. Kalp, melekût âleminde tefekkür ederek, Arş-ı Âzam’a kadar yükselebilir. Bu imkân vardır. Yoksa, Ömer b. El-Hattab: “Kalbim Rabbimi gördü” demezdi. Bu uzak mesafedir ve buraya ancak yakın mesafeler aşılarak ulaşılır. İnsanın en yakın ulaşacağı mesafesi, nefsidir. Önce nefsin bilinmesi gerekir. Sonra üzerinde yaşadığımız yer küre, sonra bizi kuşatan atmosfer, sonra canlı ve cansız tüm varlıklar, uzay, yıldızlar, kürsî, arş, arşı taşıyan melekler tefekkür edilmelidir.

İşte şuraya kadar anlatılanların tefekkürü, aslına uygun olarak tamamlandıktan sonra, Zât üzerinde tefekkür, hak olur. Hak Tealâ’nın yarattıklarından, O’nun Âzamet ve Kudreti bilinerek, kalpte O’na karşı alâkanın kuvvetlendiği görülür. Böylece gerçek olan Allah sevgisi ve huşu’u gelişir. Allah(c.c.)’ı gerektiği gibi tefekkür etmek sonucunda, kul fark eder ki, sebeplere takılması giderek zayıflamaya başlıyor. Zira bütün sebepleri yaratan görülmeye başlamış oluyor. Bu şekilde, sebeplere takılmaktan dolayı girilmesi mümkün olan şirk ve riya günahından da kurtulunmuş olunur. Sebeplere dayanmanın insanı günaha sevk eden en önemli sonuçları; şirk, riya ve dalâlete düşmek olduğundan, bütün bunlardan kurtulmak için, mutlaka tefekkür etmek elzem olmuş olur.

Allah-ü Teala’nın İsimleri ve Sıfatları Hakkında Tefekkür

Allah-ü Tealâ’nın Zât’ı, İsimleri ve Sıfatları Hakkında Tefekkür:

ZÂT’ı tefekkür:

Men edilmiştir. Çünkü insan oğlu kendi haline uygun olarak tefekkür etmeyi bilir. Zât hakkında bilen birileri biraz bir şeyler anlatsa, akıl ile kabul edilemeyecek durumlar hasıl olabilir. Bu sebepten, insanın Allah(c.c.)’ı takdir etmesi mümkün olmadığı için, Zât’ı tefekkür men edilmiştir. Bu, hayret, dehşet ve akıllara durgunluk verebilir. Ancak sıddıklar, dayanabilir. Zât’a ait az bir kısım düşünülebilir. Meselâ; mekândan münezzehtir (hiçbir mekân ile sınırlı değildir), âlemden ayrı olmadığı gibi, içinde de değildir. Âzaları yoktur, cisim değildir. Fakat bazıları bu kadar tarifle bile dayanamayıp, inkâra kalkıştılar. Çünkü insan ancak kendi gibi olanları yüceltir. Allah’ın vasıfları kendi vasıfları gibi olmadığı için, yücelik düşünemez. Bu şöyle bir şeydir: Meselâ bir sivrisineğe “Seni yaratanın eli ayağı olmadığı gibi, kanatları da yoktur” diyebilmiş olsak ve o da anlamış olsa, belki de bize: “Benden daha eksik biri Yaradan olabilir mi?” diye inkâr edecektir. Çünkü o, kemali kanatların varlığında bulur.

Allah(c.c.), peygamberlerinden birine; “Kullarıma benim vasıflarımdan haber verme, beni inkâra kalkışırlar. Ancak onların anlayabileceği şeyleri anlat” diye vahyetmiştir.

SIFAT VE İSİMLERİNİ tefekkür etmek (düşünmek):

İnsan, Allah(c.c.)’ın sıfatlarını ve isimlerini tefekkürde serbesttir. Hatta bunları çokça tefekkür etmelidir. Meselâ kudret, ilim, hayat, irade gibi önde düşünülen sıfatları, tefekkürün üst makamlarında olur. Kudretini tefekkür etmeyle, O’nun Celâl, Âzamet ve Kibriya’sı tanınmış olur. Her türlü noksanlıktan uzak olduğu ve her şeyin iradesinde cereyan ettiği öğrenilmiş olur. İlim ve hikmeti kemaldedir. Kudret ve iradesi ise sonsuzdur. Her şeyi işitir. Her şeyi görür. Kalpten geçenleri dahi bilir. Kul bu sıfatların üzerinde tefekkür ettiğinde, Allah’dan gizli ne yapabilir? Her şeyi görüp, bildiğine göre gizlisi, saklısı olabilir mi? Kalbinden bile kötü şeyleri geçirmemeye çalışmaz mı? sıfatların tefekkürü, kula Rabbi’nin şah damarından yakın olduğu bilgisine iman etmeyi getirir. Yani yakîn, sıfatların tefekkürü ile elde edilir.

İsimleri düşünmek ve üzerinde durmak ise; Allah(c.c.)’ın ahlâkı ile ahlâklanmayı getirir. O’nda mevcut olan isimler, bize yansıyabilir. O’nda kemaliyle mevcuttur, bizde cüz olarak yansıyabilir. Bize böyle bir lûtuf kapısı daima açıktır. Özel olan bazı kişilere, bu isimlerin kemaliyle yansımaları da mümkündür, elbette. Lâkin biz, bizde olan eksikleri tespit ederek, ahlâkımızı O’nun güzel ahlâkına doğru değiştirmeye çalışabiliriz. Bazı isimlerin ise kula yansıması adeta mümkün olmaz. Meselâ; “Rahman” ismi, Zât’a mahsus olup, merhametinin sonsuzluğunu bildirir. Bu sonu olmayan genişlikte merhamet olup, böylesi bir genişlikte kula yansıması adeta mümkün değildir. Ama bu ismin tefekkürü, bizi yansımaya götürmese bile, ümitsizlikten kurtarmaya götürür. Son nefesimizde, ümitsizlik ile değil, ümit ile O’na kavuşmamızı sağlar. Zira kulun, O’nun merhametine sığınmak dışında; iyi ameller ve güzel ahlâkla gitmesi, yeterli olmayabilir. Belki bütün ameller reddedilir de, sadece “rahmetinden ümitli olmak” elimizde kâr kalır.

Meselâ; “Adl” ismi, Yüce adaleti ifade eder. Fakat Allah(c.c.) hakkında yakîne ulaşamayan için adalet kavramı, insanlara karşı adil olmak, hak yememek şeklinde anlaşılsa bile, sonucu yine de olumlu olur. Böylece kul, kimseye karşı haksızlık yapamaz hale gelir ki bu da olumlu bir yansımadır. Aslında Allah(c.c.)’ın adaleti Hak’ca bir adalet olup, kullar bunu anlayamayabilir. Ama uyguladıkları, anladıklarıdır. Anlayamadıklarını uygulamamaları da ayrı bir lûtuftur. Meselâ; bazılarının fakir olması, adaleti sebebiyledir. O kişi için Hakikatten ayrılmayacak olan hal, fakirlikle mümkündür. Belki zengin olsa, insanlara zarar verecek, Hakk’ı unutacak, azgınlığa düşecekti. Biz, bizim için en uygun olanın verildiğine inananlar olarak, her birimiz için tayin edilmiş hükme razı oluyoruz. Lâkin bizler, böyle bir adaletin uygulayıcısı olsak, nefsimizin gölgesinde, bütün işleri, adalete aykırı olarak yapacaktık. İşte bu bakımdan “adl” isminden bize yansıyan kadarı, bizim uygulayabileceğimizdir. Bütün isimler hakkında tefekkür edilebilme yolları açıktır. Biz burada örnek olması için bir-iki güzel isimden söz ettik.

İşte tefekkür ederken bütün bunları düşünmelidir. Tabii ki tefekkür edebilmek için, düşünülecek konuya, yani ilme ihtiyaç vardır.

Fikrin Mecraları(Yolları)

Fikrin Mecraları(Yolları):

Fikrin yani düşüncenin tamamı din ile ilgili hususlarda değildir. Tevhid açısından ele alınacak olursa; elbette hiçbir şey Allah(c.c.)’dan ayrı husus değildir. Buna rağmen din ile ilgili diye ayırım yaparak inceleyeceğiz. Din ile ilgili hususlardan kast ettiğimiz, kul ile Yaradan’ı arasındaki hususlar ile ilgili fikirlerdir. Din ile ilgili olmayan fikriyatın, tevhid ışığı altında, nasıl din ile ilgili olduğunu ise şöyle bir misal ile açıklayabiliriz: Kişi meselâ; ileride başarılı olmak, iyi kâzanmak, hayatını kurtarmak fikri içinde, gece gündüz buna ulaşma yollarını arıyor, düşünüyor, nasıl ele geçireceğinin hesaplarını yapmak  için aklını meşgul ediyor ve sürekli düşünüyorsa; bu dinin dışındaki konular ile ilgili fikirdir. Ama yine de tevhid bakımından aynı potaya koyup karıştırırsak, bu düşünce de iyi bir sonuca götürebilen bir fikir olmuş olur. Çünkü, kişi eğer bu fikriyatını uygulamaya geçirebilirse; kimseye muhtac olmayacak, dilenme durumuna düşmeden hayatını kurtarmış olacak, insanlara belki de faydası olacak, meselâ öğretmen ise çocuk yetiştirecek, belki kendindeki fikirleri de onlara aşılayacak, belki içinde bulunduğu durumu dolayısıyla alan el değil, veren el olacak. İşte bütün bunlar da Allah(c.c.)’ın hoşuna giden şeyler olduğu için, bu fikirlerin de O’ndan ayrı olmadığını söylemiş olduk.

Din ile ilgili hususlarda, yani kul ile Rabbi arasındaki hususlarda kulun düşünce ve fikri, âzalarına ait ve kalbine ait olmak üzeredir. Her ikisi ile ilgili olmak üzere, Allah’ın yanında sevimli olanlar ve sevimli olmayanlar olmak üzere de iki kısımda mütalâa edilir.

Kul kendi özelliklerini ve yaptığı işlerin özelliklerini düşünür. Özetlersek: Kulun kendisiyle ilgili iki türlü fikri olur:

Birinci kısım: Muamele ilmine girer. Bu kısım da:

A)Allah (c.c.) katında sevimli olmayan işler:

1) Âzaların işi olan: İSYAN. Burada kul isyanını düşünür.

2)Kalbin tehlikeli ve helâke götüren vasıfları: MUHLİKAT. Kul, kendini helâk olmaya götürecek olan ve kalbinin helâkta oluşuna sebep olan hallerini düşünür.

B)Allah (c.c.) katında sevimli olan işler:

1)Âzaların işi olan: TAAT’ini düşünür.

2)Kalbin vasfı olan ve kurtuluşa götüren işler: MÜNCİYAT. (Adımlar 1,2,3)

İkinci kısım: Mükâşefe ilmine girer. Bu kısım da:

A)Allah(c.c.)’ın Esma-ül Hüsna’sını, sıfatlarını ve Zât’ını tefekkür etmek,

B)Allah’ın fiillerini düşünmek. (işlerini)

C) Allah(c.c.)’ın mülk ve melekûtunda yer alan her şeyi; göklerin ve yerin yaratılışlarını ve bunların arasındakilerin yaratılışlarını düşünmek.

Yukarıda sınıflandırılanlardan, Allah(c.c.)’ın yanında sevimli olmayan şeyler hakkında, üç hususta düşünmek lâzımdır:

1) Kendisinde, kötü sıfatların mevcut olup, olmadığını düşünmek.

2) Kötü olan halinden kurtulma çarelerini araştırmayı düşünmek.

3) Eğer şu anda bu kötü olan kendinde mevcutsa hemen şimdi, terk etmeyi düşünmelidir. Veya kendinde yoksa bile ileride karşılaşma ihtimali yüzünden, tedbir almayı düşünmelidir.

 

Muamele ilmi ile ilgili olan tefekkür:

İSYAN: Kişi her gün, günah işlemeye müsait olan  yedi âzasını kontrol etmelidir. Bu yedi âza ile olan isyanlar;  kalp, dil, mide, el, edep yeri, ayaklar ve bütün vücuda yayılmış olan anne-babaya isyan şeklindeki günahlardır. Bunların hakkında geniş bilgiyi Adımlar 1’deki tevbe bölümünde anlatmıştık.

İşte bütün âzalar ile ilgili düşünülür, şayet âzalardan biri veya daha fazlası ile şu anda günah işleniyorsa, hemen terk edilir. Düne ait bir günah varsa, tevbe etmelidir. Gelecekte böyle bir günah işleme durumu varsa, hemen korunmak üzere tedbir alınmalıdır. Meselâ dil ile (yalan, iftira, gıybet, alay etme, kendini övme, düşmanlık, şakacılık, boş sözlere dalmak gibi) yapılan isyanı önlemek için Kur’an ve Hadis’lerden ibret almalı, sünnetteki yeri öğrenilmelidir. Önleyemediği zaman insanlardan uzaklaşmalı, salih kimselerle dostluk kurmalıdır. Hatta bazen helâl olan şeylerin dahi aşırı olanlarının meşru olmadığı düşünülmelidir. (Çok yemek, çok içmek gibi. Zira bunlar şehvete kuvvet verir)

Düşünülmelidir ki, haram lokma ve giysi ile yapılan ibadetler kabul olmaz. İsyanın baş sebebi, harama bulaşmakla olur.

TAAT: Üzerine borç olan farzlara bakmalıdır. Eksiklerini nafilelerle tamamlamayı düşünmelidir. Bütün âzaların itaati sağlanmalıdır. Gözün, kulağın, dilin hakkı verilmelidir. Âzaların ne için yaratıldığı düşünülmeli, şükürlerinin yapılıp yapılmadığı hesaplanmalıdır. Malının fazlasını ihtiyacı olana vermelidir. Böylece malı da itaate sevk edilmiş olur.

MUHLİKAT: Kişiyi helâke götüren vasıfların kalpte yer almasıdır. Bunlar; şehvet, gadap (öfke), cimrilik, kibir, ucup (büyüklenme), riya, haset, kötü zan, gaflet, gurur ve benzerleridir. Kişi kalbine bakmalı, ama insafla bakmalı, bu hastalıkların kendinde var olabileceği ihtimalini düşünmelidir. Çoğu zaman nefis, insana bu kötü vasıflardan uzak olduğunu zannettirebilir. Bu bakımdan kişi emin olmamalı, kendisini tekrar tekrar olayların içinde denemelidir.

MÜNCİYAT: Kişiyi kurtuluşa götürecek olan iyi vasıfların, ne kadarının veya kaçının kalbinde bulunduğunu düşünmesidir. Bu iyi vasıflar: Tevbe, pişmanlık, belâya sabır, nimete şükür, korku ve ümit, ihlâs, iyiliğe niyet, rıza, sadakat, muhabbet, huşû, tevazu, zühd, takva gibi, kişinin kurtuluşuna vesile olan güzel ahlâktır. Kul insaf ile kalbine bakmalı, bu vasıflardan hangilerinin ve ne kadarının kalbinde bulunduğunu düşünmelidir. Bu vasıflar ilim ile meydana gelir. İlimlenmek için de tefekkür etmek, kendini nerede ve nasıl görmek istediğini bilmek ve tercihini yapmak gerekir. Bütün bunlar, rast gele yaşayışların içinde, fark edilemezler. Ancak düşünen insan için önemi vardır. Bu bakımdan Kuran-ı Kerim’de düşünen insan övülmüştür. Düşünmeyenler için ise: “Hiç düşünmezler mi?..” denmiştir.

Sevilen halleri elde etme ilmi, en iyi bir şekilde, manası düşünülerek okunan Kuran-ı Kerim’den alınır. Kitabımız bütün hal ve makamları içinde toplamıştır. Tefekkür ederek okunan ve tesirinin hissedildiği bir âyet, tefekkürsüz indirilen bir hatimden daha makbuldür. Eğer Kuran’ın manası her okuyanın kalbine inmiş olsaydı, böyle okuyanlar için asla kalpte dünya sevgisi kalmazdı. Hadisler için de aynı şey söylenir. Hadis ile verilmek istenen öz, eğer okuyanın kalbine tesir etseydi, o hadisi bir kere okumak yetecekti ve dünya kalpten silinecekti.

Allah (c.c.) yoluna girmek isteyen ve bu isteğinde samimi olduğu kadar sadık da olan, Allah (c.c.) taliplerinin son arzusu; tek olan Hakikat’te yok olmaktır. Sıddıkların nimetlerinin sonu da budur. İşte münciyat (kurtuluş yolları) ile meşgul olmak, samimi olarak Allah’a ulaşma isteğindendir. Fakat ömür boyu bu işlerle meşgul olmak ve ömrü böyle geçirmek de akıl kârı değildir. Çünkü bu işlerle meşgul olunurken, Cemalullah’a ulaşmaya ve bunun zevkini ve huzurunu bulmaya vakit kalmayacaktır. Bu şuna benzetilebilir: Bir kadın sevdiği eşi için süslenip hazırlanır, nihayet yanına girer. Fakat ona lâyık olarak hazırlanmak için, bütün ömrünü hazırlık içinde geçirirse, sevdiği için bunları yaptığı halde, eşine kavuşamamış olur. Bu sebepten tavsiye edilen, öğrenmek, sonra öğrendiğini hayatına geçirmek, sonra aynı hataya dönmeden başka bir şeyi öğrenip, hayatına geçirmek ve sonunda bunları tamamlayıp, tevhide bir an önce ulaşmaktır. Fakat nefis, iyilik yolcusunu bırakmaz. Hep iniş ve yokuşlarla oyalar. İnsan kendi kısır döngüsünde dolaşır durur.

Eğer Kur’an ve Hadis’ler ile uğraşmak ve tefekkür etmek için, vakit ayrılamıyorsa veya anlaşılmaz bulunuyorsa, bu çemberi yırtmış ve ulaşmış olanlar mutlaka vardır. Allah-ü Tealâ böylelerinden, dünyayı boş bırakmaz. Bu gibilerin sohbetleri dertlere deva ve iç âleme şifadır. Onların sohbetlerine gitmeli, kalbin perdelerinin varlığı tespit edilerek, açılmaları sağlanmalıdır. Yoksa; Cehennem korkusu ile amel etmek, dayak korkusu ile iş yapmak gibi olur. Aynı şekilde Cennet için amelde bulunmak, para karşılığı iş yapmak gibidir. Dinin incelikleri anlaşılmadan, korku ve beklenti ile amel etmek, kalbi genişletmez, açmaz. Vücuda da yorgunluk olur. Böyle yapan kişi bir yerde, amelleri bir başka yerde, kendi ise daha başka bir yerdedir. Yani kendisine uzak, kendindeki mevcut Hakikate uzak, tabii ki Allah (c.c.)’a da uzak olur.

Bu bakımdan sohbet ehli olmak başka bir hususiyettir. Sohbet ile gönlü açılmış olan, hem Cennet ehli, hem de Allah’a yakınlığı kâzanmışlardan olabilir. Ama karşılık bekleyerek amel eden, Cennet ehli olsa bile, Allah(c.c.)’ı bu dünyada tanımadığı gibi, öbür dünyada da tanıma fırsatını kaçırmış olabilecektir.

Kula gereken, Rabbi ile arasındaki yakınlığın mümkün olduğunu bilmek; bunu arttırmak veya devam ettirmek için daima nefsi ile mücadele vermek, sadece Cennet’e razı olmayarak yakîni istemek, dolayısıyla hakikat ifade eden her âyetin, hadisin, sözün üzerinde tefekkür etmek, her olayın ve her kişinin kendi nefsi için imtihan olduğunu düşünerek gafletsizliği yakalayabilmek ve ömrünün ilk kısımlarını bunlarla geçirmektir.

Bizim tavsiyemize gelince; her Allah ehli olmaya istekli olanın bir defteri olmalı, derim. Kişi, bu deftere kendinde tespit ettiği kötü halleri ve iyi halleri yazmalıdır. Her gün bu deftere bakmalı, kendindeki kötü halleri hatırlamalıdır. Çünkü nefis daima kişiye iyi hallerini gösterip, kötü hallerini unutturur. Muhlikatten yani kişiyi helâke götürmeye sebep olan ahlâktan on tanesi vardır ki, eğer kişi bu on ahlâktan selâmete ulaşırsa, diğer kötü olan hallerden de selâmete ulaşması kolay olur. Selâmete ulaşmamız gereken on muhlikat şunlardır: Cimrilik, böbürlenmek, kendini beğenmek, gösteriş yapmak, çekemezlik, fazla hiddet, oburluk, şehvet düşkünlüğü, mal ve mevki sevgileridir.

Selâmete ulaşmamız için münciyattan (kurtuluşa vesile olandan) on ahlâk yeterlidir: Günahlara nedamet, belâya sabır, kâzaya rıza, nimete şükür, korku ve ümitte orta yol, dünyayı sevmeyi terk, amelde ihlâs, halk ile iyi geçim, muhabbetullah, Allah’a karşı derin saygıdır.

İşte kul defterine muhlikat ve münciyatı yazmalı, kendisinde hangileri varsa veya kötü olanların hangilerinden kurtulduysa üzerini çizmelidir. Böylece hem her an günahları ve kurtulma yolları üzerinde tefekkür etmiş olur, hem de kendinde iyi haller varsa da kötüleri de görerek, kibre girmemiş olur. Ve hem de kötü hallerini iyiye çevirmeye gayret etmiş olur.

Ben; hesap günü gelmeden hesabımızı kendimiz tutalım; kendimizi aldatmaktan uzak olalım; başkaları ne derse desin, kendimizi kendimiz bütün açıklığı ile tanıyalım; günahlarımızı gördükçe tevbemizi arttıralım; iyi hallerimiz çoğaldıkça, şükrümüzü arttıralım; böylece insaf ile kendimize bakmayı ve kendimizi eleştirmeyi başaralım diye, böyle bir defteri öneriyorum. Kendimizi tanımak çok önemlidir. Zira “Nefsini bilen, Rabb’ini bilir” hadisi meşhurdur.

Sadece avam için değil, havas, salihler ve alimler için de, aynı tehlikeler olmasa da, aynı tehlikelere götürecek başka tehlikeler vardır. Çoğu zaman  bu kişiler, sohbet ederken, kendileri kurtulmuş gibi söylerler. Hatta kendilerini böyle günahlardan öylesine sıyrılmış zannederek konuşurlar ki, avam onlar gibi kurtulmuş olmayı arzu eder. Halbuki onlar şu hadisleri unutmaktadırlar:

“Allah-ü Tealâ bu dini, öyle bir kavim ile (toplulukla) teyid eder ki (onaylattırır ki), onların ahiretten nasibi yoktur”

“Allah-ü Tealâ bu dini, facir kimselerle de teyid eder (onaylattırır)”

Bu kimselerin dikkat etmesi gerekenler ise: Şüpheli yemek, gıybet (başka bir alim hakkında), mücadele (kendi tezini müdafaa ederek), övme (menfaati olanı), dostlarına ve düşmanlarına karşı aşırı konuşma, yaltaklanma (önemli kimselere ve kendisini büyük görenlere) gibi günahlardır. Bir çoğu bunlardan kurtulamaz. Vera sahibi bir alim için içki,  kumar, haram gibi günahlar olmasa da bu gibilerinin en çok zarara uğradığı günah, şöhrettir. Şöhret ise afettir. Bu noktada ancak sıddıklar kurtulabilir. Böyle bir alim sözü etkili ise, büyüklenir, değilse beğenmeyene karşı kin ve nefret duyar. Halbuki nefret ve kin duygusunun ne kadar kötü olduğunu öğrenmiş ve kalbini bu gibi kötü ahlâktan temizlemişti. İşte şimdi aynı günaha dolaşarak düşmüş olur.

Şeytan en çok Allah (c.c.)’a yaklaşmakta olana musallat olur. En çok da alimlere uğrar. Sözü beğenilmeyen alim, beğenmeyenlere karşı husumet, hatta kin duyar. O zaman şeytan: “Sen bu adama şahsın için değil, Allah için kızıyorsun. Çünkü Hakkı kabul etmiyor” der. Veya konuşma yaparken, konuşmasına bir eda verir, süslü cümleler koyarsa: “Sen bunu, gönüllere tesir ederek, Allah’ın dinini yaymak için yapıyorsun. Böyle konuşmanın sakıncası yoktur” der. Halbuki alim şöyle düşünmelidir:  “İslâm’ın bana ihtiyacı yoktur. Çünkü benden önce de ayakta idi. Benden sonra da ayakta kalacak ve kıyamete kadar sürecek. Ben ölsem de bir şey eksilmez. Ben olmasam, Allah dinini anlatıp, yayacak birini elbette bulur. Halbuki ben, kalbimi düzeltmek konusunda, kendimden emin değilim. Belki de düzeltemeden öleceğim”.

Kısaca söylemek gerekirse; şeytan riyaset (baş olma hevesi) sevgisini, insanlara aşıladığı müddetçe, ilim devam edecektir, ortadan kalkmayacaktır. Yani baş olma hevesi olmasaydı, belki de ilim anlatan kimse olmayacaktı…

Alimler, toplumun örnek kişileridir. Hem alim olup, hem dünya sevgisine gark olma hakları yoktur. Aksi halde ilimleri ile amel etmemiş olurlar. Sünnetlere uymak durumundadırlar. İnsanları yoldan saptıracak haller ilham edemezler. Meselâ  sevilen bir alim, dünyaya yönelse; insanlar dünyayı sevmede bir beis görmeyecekler ve:  “Eğer dünya sevgisi kötü bir şey olsa, bu koskoca alim dünyaya yönelir miydi?” diyerek, inandıkları için, bir daha asla dünya sevgisini kalplerinden çıkarmayı düşünmeyeceklerdir.

Bu tehlikelerden ve riyaset sevgisinden ancak sıddıklar kurtulur. Bizlere düşen ise, Allah(c.c.)’a ulaşmanın çok kolay olmadığını bilmemiz, nefsimizle her an imtihanda olduğumuz ve o yüce makama ulaşana kadar, her an tehlikede olduğumuz bilincinde olmamızdır.

Kul nefsi ile mücadele yollarını düşünerek, kalbindeki kendi helâkine sebep olacak hallerden kurtulduktan sonra; kalbinde iyi olan ahlâka sahip olduktan sonra, mükâşefe ilmi ile ilgili olan, Allah(c.c.)’ın, mübarek isimlerini, sıfatlarını, Zât’ını, işlerini, yarattıklarını düşünmeye, tefekkür etmeye sıra gelir.

Mükâşefe (keşif) ilmiyle ilgili olan tefekkür:

A)Allah-ü Tealâ’nın Esma-ül Hüsna’sını, sıfatlarını ve Zât’ını düşünmek,

B) Allah-ü Tealâ’nın fiillerini düşünmek ve Allah-ü Tealâ’nın yarattıklarını düşünmek.