Yazar arşivleri: emre

Önsöz-Aynaya Bakış

ÖNSÖZ

 Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile,

Esirgeyen ve bağışlayan, kâinatın ve hesap gününün tek sahibi ve hâkimi, varlığımızın da tek sahibi olan, sayısız maddi ve manevi nimetleri ile lûtuflandıran, kullarını nuruna kavuşturmak için daimi vesileler yaratan, darda olana yetişen, belâ ve imtihanlarını kazanç vesilesi kılan, kalpleri mesken kılan, apaçık kitap ile zoru kolaylaştıran Allah-ü Tealâ’ya sayısız hamd olsun.

Peygamberlerin sonuncusu, âlemlerin rahmeti, dinin doğru uygulayıcısı, insanlığın kâmil’i, vesilelerin en keremlisi, Allah’ın sevgilisi, ümmetine merhameti bol, şânı yüce Peygamberimiz Hz.Muhammed Sallallah-ü aleyhi ve sellem’e, ehl-i beyt’ine, şerefli ashabına, temiz ve pak soyuna, yolundan gelen hayırlı insanlara selâm olsun.

Dünyamızın gidişatı, maddenin öne geçmesi ile, insanın önemini unutturan, insanın yaradılış amacından uzaklaşmasına sebep olan bir hale çoktan girmiş. İnsanlık âlemi önce maddenin hakimiyetine kapılarak, bu gidişata ayak uydurmuşken, kaybolan maneviyatın etkileri görülmüş, bunalımlar, psikolojik destek arayışlarının artması, uyuşturucu bağımlılıkları, suç işlemelerin artması devrimizin özelliği olmuştur. İnsanlık âlemi artık bütün sorunlarını, daha iyi yemek, daha iyi gezmek, eğlenmek, daha çok para kazanmak ve harcamak üzere çözeceğini sanma aldanışına düşmüştür. Böylece mutluluğunu da kendi imkânlarını daha büyütmekle sağlayacağı gafletindedir. Halbuki eğer işler böyle gitseydi, en mutlu insanlar en varlıklı insanlar olurdu. Halbuki en mutlu insan, en huzurlu kişi başkaları için bir şeyler verebilen, yapabilen kişiydi. Bunun böyle olduğunu Batı düşünürleri de ifade etmişler; “eğer mutlu olmak istiyorsanız, birilerini sevindirin” demişlerdir.

İşte tam da mutluluk yollarının tıkanmaya başladığı şu zamanlarda, insanlık âlemi için üzülmenin yetmeyeceğini düşünerek, “ne yapabilirim?” sorusu ile kendimi sorguladığım zamanlardan birinde, bir şeyler yazmaya başladım. Bu yazdıklarımın insanlık için bir derman olabileceğini düşünmeden, sadece yazdırana tâbi olarak yazmaya başladım. Sonunda deryadan bir katre çıktığını fark ettim. Olsun. Bir katre misali de olsa belki çorbada bizim de bir tuzumuz var diyerek, mutlu oldum.

Hz.Peygamberimiz (s.a.v.), Tebük seferinden dönerken, Sahabi Efendilerimiz’e “Hazırlanınız. Cihad-ül Ekber’e!” buyurmuşlardı. Onlar: “Ya! Resulullah! Şimdi cihattan dönmekteyiz. Yeniden cihada mı gideceğiz?” deyince, “Henüz döndüğümüz savaş cihad-ül asgardı. Biz esas şimdi cihad yapacağız. Bu savaş nefsimizle yapacağımız savaştır.Onun için adı da cihad-ül ekberdir. Nefis ile yapılacak savaş, büyük savaştır” buyurmuşlardır.

Hayatımda ilke olarak hep bu kıymetli hadisin davetini öncelikli tuttum. “Nefsini bilen, Rabbini bilir” hadisi ile destekledim. Nefsin tuzaklarını, hile ve aldatmacalarını bildiren Rabbim, samimi olan niyetimin karşılığını verdi. Böylece söylenmesi kolay, fakat yazılması daha zor olan incenin incesi meselelerde görüşümü ve hissiyatımı açarak yardımını ulaştırdı. Bize düşen ise sadece O’nun yazan eli olmaktı.

Kitap, bir nasipli kişinin kendine ilk defa insaf nazarı ile bakmasıyla başlıyor. Bir kerelik bir bakış bu kişiyi nerelere götürüyor. Önemli olan sadece bu bakışı yakalayabilmek. Başlangıç kısımları, iç âlemin tahlilleri ile biraz yoğunluk taşıyor. Anlatımın en kısa yolu ile anlatmaya çalıştığım halde, ancak bu kadar başarılı olabildim. Ama bu kısımlar da esas anahtar olmuş oluyor. Eğer bu anahtar ele geçirilebilirse, sonrası daha akıcı ve anlaşılabilir olarak seyrediyor. Kitap giriş ve son bölümle birlikte on altı bölümden oluşuyor. Her bölümün içinde ayrı konular yer alıyor. Ama hepsi, adı belli olmayan bu kişinin etrafında, hayatında. Adın ne önemi var, diye düşünerek, kahramanımıza isim vermedim. Cinsiyet de vermedim. İnsan olması yeterli gelmişti. Kahramanımız nefsini bilme yollarında ilerleyen biri idi. Ben kitabın hiçbir yerine kendimi koymadım. Lâkin her yerinde vardım. Biraz o kişilikte, biraz öteki kişilikte. Böylece toplumun içinden birileri olarak, yazmaya devam ettim.

Çok iyi biliyorum ki, nefsin terbiyesi burada anlatılanları okumakla olmaz. Bu bilgiler, insana bu konuya ilmî olarak bir yakınlık verir. Ama ancak bunları hayatımıza geçirebilirsek, başarılı olmuş oluruz. Bu da ayn-el yakîndir. Başarabildiğimiz bu ahlâk artık bize ait olur, yani tabii olarak bizde mevcut olan olur veya meleke kazandığımız olursa, o zaman Hakk-el yakînden söz edilir. Yazarken bunları bilerek yazıyordum. Ümidim ise, bir kavram ile kalbe tesir eden bir açılım olsun. Her insan için farklı yakalanabilecek ip uçları olsun. Yani okuyanlar kendilerine yarayacak bir başlangıç noktası, bir hareket noktası bulsun. Nereden başlayabilirim, diyerek ümitsizliğe düşmüş olanlara, “daha her şey kaybedilmedi, yapacak bir şeyler var” diyerek, ümitlerini canlandırmaya vesile olsun. Hayatlarına bir ışık, bir aydınlık getirsin. Böylece Allah indinde ne kadar önemli olduklarını ve ait oldukları yerin O’nun yanı olduğunu hissetsinler. Asla başı boş olarak dünyaya bırakılmadıklarını ve her insanın farklı bir yaradılış amacının olduğunu anlasınlar. Kendilerinin gerekli olduğunu, dünyada hiçbir şeyin boşa yaratılmadığını düşünsünler.

Ve istedim ki; din geniş açıdan bakılan, hoş görüye dayanan, asla daraltılmayıp, genişletilen, korkutulmayıp, müjdelenen olsun. Ve yine istedim ki Allah’a yaklaşmanın sevgiyle, muhabbetle daha kolay olduğu bilinsin. Sevmeyi başaramayanlar hiç değilse sevmeyi sevsin. Ve yine istedim ki en büyük mutluluğun huzurda durmak olduğu bilinsin.

Kitapta özen gösterdiğim önemli bir konu ise, mümkün olan en sade ifadeleri kullanmaya çalışmak oldu. Buna çok dikkat ettim. Gençlerin anlayabilmesi ve zorlanmaması için, bilhassa günümüzün Türkçe’sini kullanmaya dikkat ettim. Bazen yerine bir başkasının koyulamayacağı ve kendi ifadesini korumam gereken kelimelere dokunmadım. Onlar belki de hepimizin öğrenmesi gerekenlerdi. Elimden geldiği kadar az sayıda olmalarına özen gösterdim.

Bu kitabın yazılmasına manevi destek veren, yakın çevremdeki nefis yolculuklarını neredeyse tamamlamak üzere olan gönül dostlarıma, bizden bir şeyler öğrendiklerinde, Sahabi Efendilerimiz misali hemen hayatlarına geçiren ya da en azından geçirmeye gayret eden bu güzel insanlara, beni önemseyerek verdikleri destek için teşekkür ediyor, hepsinin iki cihanda saadetlerini temenni ediyorum.

Dünyaya gelişime vesile olan babamı rahmetle, annemi de hürmetle anıyorum. Varlıkları ile Allah’tan şerefli birer hediye olan Kerem ve Emre’mizin, yolumda kolaylaştırıcı olan hallerindeki güzelliği, okuyucularımızın şahitliğinde teslim ediyorum. Işığı görmem ve nura kavuşmam hususunda her zaman manevi destek veren, muhterem eşime teşekkürü borç biliyorum.

Daha önceki kitabımızın ve bu kitabın basılması konusunda emek veren, Sayın Yılmaz Özkaya’ya da özellikle teşekkür ediyor; iki cihanda saadette olmasını diliyorum.

Nefisleri ile mücadeleye karar verecek olanlar için de, kitabımızın bir başlangıç nefesi olmasını dileyerek, Allah’a emanet olalım, diyorum.

Ayşegül Erdoğ

Meram/Konya 26. 10. 2004 – 11.Ramazan. Salı Saat 4.22

Şiir-Ölüm

ÖLÜM

 

Ölmek belki kolay, hesap olmasa

Hayatımı veren, hesap sormasa.

İmanımla gitsem, fırsat olsa da

Son nefeste Azrail’den korku olmasa…

 

Can verirken acısı vücudu sarar

Ölüm meleği acep, hangi taraftan bakar?

Aldanışım, Hak’la perdeler kadar

Aldanmadan gitsem, perdem olmasa…

 

Hayatım sınırlı, vakit tükendi

Ayrılığın acısıyla, arzum bilendi.

Kavuşmak istesem de,”isteme” dendi

Bir de son nefes korkusu olmasa…

 

Seven için yaşam-ölüm fark etmez

Vuslatın avuntusu, kalbimden gitmez.

İmanımla koşsam, bilirim yetmez

Kabrimde bekleyen, amel olmasa…

 

Yaşar iken unutmadım, adını

Alamadım şu dünyanın tadını.

Burak oldum, yükledin kervanını

Bir de Münkir ile Nekir olmasa…

 

Cennet, Cehennem Sen ne dilersin?

Arzundan öte arzum yok, bilirsin.

Hesap verecekler, sıraya girsin

Bir de geçilecek, Sırat olmasa…

 

Niyet ettik, “beli” dedik ezelden

Hiçbir haber gelmez oldu güzelden.

Varacağız huzuruna tez elden,

Son nefeste aldandığım bir şey olmasa…

 

Sen Gafur’sun, Sen Rahim’sin, hem Rauf

Hem Afüv’sün, hem Rahman’sın, hem Settar

Ben çelimsiz, hem çok aciz, çok korkar,

Ameli kamçılayan ümit olmasa…

 

Her anımı ölüm ile yaşarım,

Kurtuluşun sevinciyle coşarım

Talep ettim, vereceksin umarım

Hesabı verilecek, nefes olmasa…

 

Rahmetinden ümit kesmem, âyettir.

Fazla ümitli olmak da gaflettir.

Ya! Resul’üm; bizi O’na affettir

Azalarım dile gelip, söyler olmasa…

 

Gün bitecek, ecel gelip, konacak.

Bir şekilde emanetin alacak.

Kıyametin küçüğü yaşanacak,

Aldanacak perdelerim olmasa…

 

Elim boştur, sermayeyi yitirdim,

Karıncanın hakkını, padişaha bildirdim.

Bu  yüz ile Mahkeme-yi Kübra’ya girdim?

Bir de hesap ödeyecek, tasam olmasa…

 

Ayşegül Erdoğ

27.4.2005/ Konya

Mektup-Ölüm

Mektup:

Ya! Rabb-i Rahim!   Ya!  Merhametlilerin en merhametlisi! Bu kitapla birlikte, kurtuluş yollarını tamamlamış bulunuyoruz. İnşallah kurtuluş yollarından en az birini kemale erdirerek, öğrendiklerimizi hayatımıza geçirmiş oluruz.

Bu konuları tamamladıktan sonra, şunu çok iyi anlamış durumdayım: Sana gelmek, Sana yarar işler yapmak, Senin rızana ulaşmak kolay değilmiş. Ama kul olabilirsek, aciz olduğumuzu bilirsek, rahmetinin idrak edemeyeceğimiz kadar genişliğini anlayabilirsek, işte o zaman yaklaşabiliriz. Bütün anlatılanlar ise, kulun kulluğunu idrak etmesi ve İlâh olma hatasına düşmemesi içinmiş. Korkarız, çünkü insanız, hatadan uzak olamayız. Ümitliyiz, çünkü rahmeti, affediciliği çok ulu Rabbimiz var. Bizde korku ve ümidi daim et ve eşit kıl. Bizi bize bırakma, Ya Allah! Ya Kerim!

Ölüm bize ait değilmiş gibi yaşamaktayız. Sanki o çok uzaklarda ve başkalarına gelmekte. Bu yanılgımız, ölümden korktuğumuz ve hoşlanmadığımız için olmakta. Halbuki Sen, ölümden hoşlanmayandan hoşnut olmadığını söylemektesin. Yarattıkların için kötü bir şey vermezsin elbet. Ölümün bilinmezliği, kalplerimize korku salmakta. Ama Sana inananlar olarak biliyoruz ki ölüm, Sana kavuşmak, Seninle bir olmak için bir geçit. Bize ölümün hakikatine ermeyi öğret ve ölümle Sana gelmenin lûtuf olduğuna kalplerimizi inandır. Ölümü yaşamadan evvel, uyanmayı, ölüme hazırlanmayı, yani Sana gelmek için hazırlık yapmayı nasip et. Böylece ölmekten korkmamayı, ölüm için hazır olmamaktan korkmayı öğret. Yaşadığımız her nefesin kıymetini bilmeyi, bu nefesler ile nefsimizden kurtularak, temizlenmeyi, hayatın her anının değerinden haberli olmayı, bunun için yaşamı sevmeyi bildir. Yaşam, yaşarken kılçıklandığımız kılçıklarımızdan kurtulma fırsatı. Bu fırsatı değerlendirmek, biraz daha temizlenmek için ömrümüzü bereketli olarak istiyoruz. Ölümü istemek gibi bir gafletten de koru. Ama Sen dilediğin zaman gelecek olan ölümü de çirkin gösterme.

Ölüm veya yaşam. Senin muradın, muradımız olsun. Yeter ki kalplerimiz, ölmüş olmasın. Dünya sevgisi ile kararmasın. Haset ve hırs ile çürümesin. Kendi değerimizle, Senin değerini örtmeyelim. Seninle aramızda uzaklığa sebep olacak olan nice perdeler var etmeyelim. Seni  idrak etmenin zorluğu yanı sıra, kalbimizin heva ve heveslere meyletmesinin kolaylığı, bizi Senden ayrı düşürdü. Yaşarken kolaylık ver, ölümde kavuşma sevinci ver. Ve kalplerimizi Senden ayrı düşürecek her şeyden koru, Ya Sahib-el Kulûb!

Rüya Alemi

Rüya Alemi:

İnsanlar iki türlü görürler. Baş gözü ile ve kalp gözü ile. Kalp gözü ile görmeye basiret denir.

“And olsun ki sen (dünyada) bundan gaflette idin. İşte senden perdeni kaldırıp, açtık. Bu gün gözün(ne kadar) keskindir”                                                                  Kâf/22

Peygamberler, basiret ile Lehv-i Mahfuz’u açık olarak görürler. İnsanlardan da ancak müttaki olanlara ve dünya sevgisi ile kuşatılmamış olanlara basiret açılmıştır. Müttakilik yani takva sahibi olmak, dış görünüş ile değil, kalp ile mümkündür. İnsanlar öldüklerinde mülk âleminden ayrıldıklarında, gayb ve melekût âlemine ulaştıklarında, basiret ile görebilirler. İşte dünyada yaşar iken basiret ile görebilenler, ölmeden evvel ölme sırrına erenlerdir. İnsanlardan basiret ehli olmayanların, ölmeden evvel göremeyişlerinin sebebi ise; dünya sevgisi ve şehveti sebebiyle kalplerinin üzerine kalın perde çekilmiş olmasıdır. Bu perde, görmez eder. İnsanlar uyanık iken duyuları sebebiyle, etrafları ile devamlı alâkalıdırlar. Uykuda iken ise duyular çalışmaz. Ve duyuların algıları bu sebepten kalbe ulaşmaz. İşte bu sebepten uykuda iken, rüya âleminden bazı görüşler olabilir. Uykuda duyular durduğu halde, hayal kuvveti çalışır. Dolayısıyla Lehv-i Mahfuz’da olanların bir kısmı kalbe aksedince, hayal kuvveti bunu hemen alır ve dünya hayatında algılayacağımız bir imgeye adeta tercüme ederek, anlayabileceğimiz şekle çevirmiş olur. Bir misal ile anlatır. Bunu hayalde muhafaza eder. Kişi uyanınca, Lehv-i Mahfuz’da seyrettiğini değil, hayale misal ile yerleştirileni hatırlar. Bu bakımdan rüya, bu konulara vakıf olanlarca,  tabir edilmelidir.

“Rüyasında Beni gören, gerçekten Beni görmüştür. Çünkü şeytan, Benim suretime giremez”

Buhari ve Müslim

“İyi ve salih rüya, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür”

“And olsun ki Allah, Resûl’ünün gördüğü rüyanın hak olduğunu tasdik etmiştir”                                        Feth/ 27

Kabir Azabı

Kabir Azabı:

Berâ b. Azib anlatıyor: “Resûl-i Ekrem ile birlikte ensardan birisinin cenazesine gitmiştik. Resûl-i Ekrem başı eğik olarak, mezar başında oturdu. Sonra üç defa, (Allah’ım kabir azabından Sana sığınırım) dedi”.

“Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca (tekrar tekrar) şöyle diyeceklerdir: (Rabbim beni geri gönder. Ta ki zayi ettiğim ömrüm mukabilinde iyi amelde bulunayım)”                                                         Mü’minun/99,100

Bu ayetle, Allah-ü Tealâ bu kişiye (ne istiyorsun ve neye heves ediyorsun? Servet edinmek, sular akıtıp, bağ bahçeler yetiştirmek mi istiyorsun?) diye sorar. Kişi: (Hayır, salih ameller yapmak isterim) der. Allah(c.c.): “Hayır, ondan iş geçti. Bu ölüm anında herkesin söyleyeceği sözdür” buyurur.

Kişi, dünyada yaşarken, dünyada bağlandığı bağları (evlât, eş, eşya, mal, mülk gibi) ne kadar kuvvetli ise, azabı da o derece çok olur. Bu bağları ne kadar az ve kuvvetsiz ise o derece selâmet bulur.

“Bir dirhemi olanın hesabı, iki dirhemi olandan daha hafiftir” Hadis-i Şerifi düşündürücüdür.

Burada bağlanılan şeylerden kast olunan, insanın alâka kurduğu ve alâkasını hiç ölmeyecekmiş gibi sağlam tuttuğu, tutkulaştırdığı hak olmayan bağlardır. Yoksa insanın sahip olduğu şeyler, gönle sokulmadıktan sonra bir zarar vermez. Gönle sokulmaması demek ise, varlığı ile yokluğunun eşit derecede olması demektir. İnsanın ise yaradılış özelliğinden dolayı, sahip olduğu her şeyi gönlüne sokma ahlâkı vardır. Hem (gönlüme sokmuyorum) der, hem de ayrılamayacak kadar gönlünde taşır. Nefsi ile sahiplenmesini örter, ölünce de, sahip olduklarından ayrılmanın acısını yine kendi çeker.

Kabirde ilk sorgulama, Münker ve Nekir meleklerinden gelir. Görünüşlerinin ne kadar korkunç olduğu, Hadislerde bildirilmiştir. Ölmüş olanın verdiği cevaba göre, kabri daraltır veya genişletirler.

Ölüm ile Ruhdaki Değişiklikler

Ölüm İle Ruhdaki Değişiklikler

Birinci derecedeki değişiklik: Ölümle ruh, nasıl göz, kulak, el, ayak gibi azalarından ayrılıyorsa, ailesinden, malından ve sahip olduğu her şeyinden ayrılıyor demektir. Ya kendisi bunlardan ayrılmaktadır veya bu sahip oldukları kendisinden ayrılmaktadır. İşte eğer sahip oldukları her şey kendisinden ayrılıyor gibi hissediliyorsa, bu ayrılıkta hasret ve üzüntü vardır. Ayrılık üzüntüsü ve elemi vardır. İşte bu sebepten, “Ölmeden evvel ölünüz” hadisi, bu üzüntünün duyulmaması için, yaşıyorken, sahip olduğunuz her şeyden bir gün ayrılacağınızı bilerek, ilişki kurun, manasını taşır. Zira dünya hevesi içinde ölen kişi, geride bıraktığı ve kendisine zevk veren şeylerden ayrı düşmenin eziyetini çeker. Daha dünyada yaşarken, kendisini terk edeceğini bilerek insan ve eşyalarla yeteri kadar alâka kurmak, onlara fazla bağlanmamak, ölümün geride bırakılan şeylere hasretini giderecektir.

İkinci derecedeki değişiklik: İnsanlar hayatta iken göremediklerini, ölüm ile göreceklerdir. Böylece: “İnsanlar aslında uykudadırlar, ölüm ile uyanırlar” âyeti yine bu manayı açıklar. İlk keşfedilen şey, yaşamı sırasında yaşadığı iyilik ve kötülüklerden kendisine yarar ve zarar verenleri görür. Kendisinde gizlenmiş olan her şey kendisine açılır. “Bu gün sana karşı, iyi hesap görücü olarak kendi nefsin yeter” İsrâ/14. âyetinin manası ile kendi nefsindeki gizli olan her şeyi görür. Dünyada yaşarken, kendi nefsini bilmesine engel olan dünya sevgisi ve meşgaleleri ile, kapalı olanların hepsi, daha mezara girmeden, can bedenden ayrılınca açılır.

İşte bu bilgiler ışığında, ölümün bir mekân ve boyut değiştirmek olduğunu biliyoruz. Ölüm hakkında daha fazla bilgi, yaşam hakkında daha fazla bilgi edinmek ile olur. Yaşamın manasını bilen ölümün manasını da bilir. Ne için yaşamakta olduğumuz idrakine sahip olan, ne için ölümün olduğuna da vakıf olur. Ve insan yaşarken ne ile ünsiyet(yakınlık) kurdu ise, ölümü de ona uygun olur. Yaşamanın esas manasına vakıf olan, ölümden korkmaz.

Eğer kişi yaşarken, dünyanın sonu gelmez albenilerine karşı kapılmamış, haklara uymuş, ihtirasa kapılmamış, boş olanlarla uğraşmamış, düşünerek ve algılayarak yaşamış, yaşamında bir felsefe ve bilince sahip olarak yaşamış, dünya hayatının sonunun olduğunu, baki olanın ise ahiret hayatı olduğunu bilerek yaşamış ve her kişinin ruhu ile müstakil bir varlık olduğunu, dünya hayatının şartları gereği kan bağlarının olduğunu bilerek, oğluna kızına aşırı bağlanmadan gereken kadar bir yakınlık ve sevgi kurarak yaşamayı başarabilmişse, esas dostun, Allah olduğu bilinci ile, O’na sevgi ve hasret duyarak, evvelinin de ahirinin de sadece O’na bağlı olduğunu bilerek yaşamışsa, ölüme hazırlanmış demektir. Ölüm ile şaşkınlığa uğramaz, hazırlığını bilir, öbür tarafa geçiverir. Bunun böyle kolay temini için de, mutlaka ölmeden önce ölmeye hazırlanmak gerekir. Nefis terbiyesi ile nefsi zabt altına alarak, daha yaşarken ruhu özgürleştirmek mümkündür. Dünyada yaşarken mülk âlemine kapılmayış sebebi ile, ruh kendi hakikatini açar ve Zât’ın mahiyetini bildirir.

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler. Hepsi de şâd olarak rızıklanır”                                                     Âl-i İmran/169

Kureyş’in ileri gelenleri, Bedir savaşında öldürüldüklerinde, Hz. Peygamberimiz(s.a.v.), onlara isimleri ile seslendiklerinde; (Ölülere mi sesleniyorsun? Onlar bunu nereden duyacaklar?) diyenlere, şöyle demişlerdir: “Onlar bu sözleri sizden daha iyi duyarlar, ancak cevap vermeye muktedir değillerdir”                                                  Müslim

“Mezar ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya Cehennem çukurlarından bir çukurdur”                        Tirmizi

“Ölüm kıyamet demektir. Ölmüş olanın kıyameti kopmuş sayılır”                                         İbn Ebi’d-Dünya

“Sizden biriniz öldüğü vakit, varacağı yeri akşam sabah kendisine gösterilir. Cennetlik ise, Cennetteki yeri; Cehennemlik ise, Cehennemdeki yeri gösterilir ve: (İşte kıyamet günü dirilip, gideceğin yer burasıdır) denir”

Buhari ve Müslim

“Garib olarak ölen, şehid olur, kabir iptilâsından emin olur. Gıdalanır ve Cennet’ten rızkının rüzgârı kendisine estirilir ve kokusunu alır”                                     İbn Mâce

Azabların en büyüğü, insanın arzuladığı şeyden uzaklaşmasıdır. Sebe/ 54.âyet’te: “Kendileri ile arzu ede geldikleri şeyler arasına  bir set çekilmiştir” buyurulmaktadır. Bu âyet, Cehennem ehlinin azabının en kapsamlı ifadesidir.

Zevklerin en üstünü de; Allah uğrunda ölen şehidler içindir. Zira onlar savaşırken dünyaya bir daha dönmeme ihtimalini kabul ederek, savaşa katılmışlardır. Peşinen dünyadan ilgilerini kesmişlerdir. Allah’ın vaadinde sadık olduğunu bilerek, vatanları için savaşmanın kutsallığının idraki içinde, ateşe atlar gibi savaşırlar. Tam o şehid olacakları anda, nefisleri daha öncesinden dünya zevklerini bir daha görmemek üzere alâkayı kesmiş olduğundan, bu ölüm anında, kalpleri sadece Allah sevgisi ile dolu olarak can verirlerken, en büyük nimete ulaşmış olurlar. Onlar savaşa giderken, bütün bağlarını koparıp, bütün alâkalardan kesilerek; haklarında Allah-ü Tealâ’nın muradına razı olarak, savaşa katılmışlardır. İşte bu sebepten hiçbir şeye hasret duymazlar ve en yüksek makam olan şehadet makamı nimetine kavuşmuş olurlar.

Ölünün ruhu, etrafındakileri görür. “Ölü, kendisini yıkayanı, taşıyanı ve mezara indireni bilir” hadisi bunu anlatır. Mü’minin ruhu istediği yere gitmekte serbesttir. Kişi evlâdının iyiliği ile mezarda müjdelenir.

Yezid-i Rakşî diyor ki: “Duydum ki insan kabre konduğu vakit, ameli kendisini kuşatır. Sonra Allah-ü Tealâ amelini konuşturur ve (Ey çukurunda yalnız kalan kul, dost ve ahbablarının hepsi senden ayrıldı, bu gün yalnız bizimle kaldın) der”.

Kaabü’l-Ahbar diyor ki: “Salih insan kabre konulduğunda, amelleri kendisini kuşatır. Azab melekleri ayak ucundan geldiklerinde, namaz ameli onları durdurur ve: (Bu kişi bu ayaklar ile Allah için amel etti, namaz kıldı, bu kişiye azab edemezsin) der. Baş tarafından yaklaşsa, oruç mani olur. Ellerine yaklaşsa, sadakaları mani olur. (Bu ellerden Allah rızası için nice sadakalar çıkmıştır, azab edemezsiniz) denir. Böylece azab melekleri uzaklaştırılır, rahmet melekleri yaklaşır. Cennet’ten ışık getirirler, kabri aydınlanır, kıyamete kadar kabri nur içinde kalır. Ayrıca kabri genişletirler”.

Ölümün Hakikati

Ölümün Hakikati

Ölüm hakkında insanların çeşitli yanlış kanaatleri vardır. Bir kısmı, insan ölümünü bitki ve hayvanların ölümleri gibi görerek, yok oluş sanırlar. Bunlar, Allah ve ahiret hakkında bir imana sahip olmayanlardır.

Bir kısmı ruhun baki olduğunu, ölümle yok olmayacağını ama cesedin tekrar dirilmeyeceğini, bütün muamelenin ruha olacağını sanarak aldandılar.

Bir kısmı da esas hayatın sadece dünya hayatı olduğunu, bu hayatın içinde yeniden bedenleşerek, kemalâtlanıldığını sanarak, yanıldılar.

Ölüm gaybe aittir. Böyle olduğu için de oradan bir haber alınmaz. Lâkin, Allah kelâmı olan âyetler ve Peygamberimiz(s.a.v.)’in haber verdiği hadisler ile, ölüme ait gerçek olan bilgiye kavuşulmuş olunur. Bu bilgiler ışığında ölüm; ruhun bedenden ayrılarak, artık bedeni kullanamaz hale gelmesi veya azab üzere veya nimet üzere baki kalışı demektir. Aslında ruh dünya hayatında gizlide kaldığı için dünya hayatının şartlarına uygun olmak üzere azalara ihtiyaç duyar. Meselâ göz ile görür, kulak ile duyar. Bedende hapis olduğu için, azalara ihtiyaçlıdır. Ölüm ile beden hapishanesinden kurtulan ruh, gözsüz görür, kulaksız duyar. Yani hiçbir uzva ihtiyacı olmadan, her şeyden haberdardır. Ölüm bir bakıma azaların, ruha isyanıdır. Artık ruhun o azaları kullanamamasıdır. Ruh azaları kullanamamakla birlikte, anlayış, bilgi ve ilmini kaybetmez. İnsanın aslı, yani hakikati ruhudur. Anlayış, idrak, sevinme, üzülme, eziyetlenme hep ruha aittir. Azaların hastalığı da ruh ile hissedilir. Meselâ ölünün bacağı kesilse, ağrı hissede bilir mi? ama ağrıyı sinirlerin ilettiği söylenir. Ruh olmadan sinirin ağrı merkezine ulaştırdığı bilgi de hissedilemez. Ruh yaşam sırasında özgürleştikçe, yani hapsinden kurtuldukça, bu kurtuluşu kadar daha fazla hisseder. Dolayısıyla bu manadan bakıldığında; “İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar” ayetini daha iyi anlamaktayız.

Cenaze, Mezarlar ve Mezarları Ziyaret

Cenaze, Mezarlar ve Mezarları Ziyaret

Cenazelerde hatırlatma ve gaflette olanları uyarma vardır. Gaflette olanlar kendilerinin öleceklerini hiç düşünmezler veya bunun çok sonra olacağını sanırlar. Ölüm bir öğüttür. Sonraya kalanlar kendisinin öleceğini düşünmez. Sanki kendi hiç ölmeyecek, tabuta konmayacak, toprağa girmeyecektir. Bunu böyle düşünmenin sebebi, isyan ile kalbin örtülmüş ve katılaşmış olmasıdır. Kişi cenazede, cenaze için hüsnü zanda bulunmalıdır. Kendi için de ölümünü düşünüp, üzülmelidir.

Resûl-i Ekrem(s.a.v.): “İnsanların en zahiti, kabri ve kabirde çürümeyi unutmayan, dünyanın fuzuli zinetlerini terk eden, bâkiyi fani üzerine tercih eden, yarınını düşünmeyen ve kendini ölülerden sayandır” buyurur.

Ölümü hatırlamak ve ibret almak için, kabristan ziyareti müstehabdır. Hz. Peygamber(s.a.v.) önce mezar ziyaretinden men etmiş, fakat sonra müsaade etmiştir.

“Ölülerinizi ziyaret edin ve onlara selâm verin. Zira sizin için onlardan ders almak vardır”       İbn ebi’d-Dünya

“Kabrimi ziyaret edene şefaatim vacip olur”

“Adamınız öldüğü vakit, onu bırakın ve aleyhinde konuşmayın”                                                     Ebû Davud

“Ölülerinizi ancak iyilikle yad ediniz. Şayet onlar Cennetlik ise, kötü söylemekle günahkâr olursunuz. Cehennemlik iseler, zaten bulundukları hal kendilerine yeter”                                                            İbn Ebi’d-Dünya

“ Bir adam ölür ve Allah-ü Tealâ onun kötü bir kimse olduğunu bildiği halde, cemaat iyiliğine şehadet ederse; Allah-ü Tealâ: (Ey meleklerim, şahid olun. Ben kullarımın, bu kulum hakkındaki şahadetlerini kabul ederim ve onun hakkında kendi bildiklerimden vazgeçerim)buyurur”.                                                           Ahmed

Halife, Ümera ve Salihlerin Ölümleri

Halife, Ümera ve Salihlerin Ölümleri:

Hepsi de son anlarında, dünyaya kapılıp gitmenin boşuna olduğunu anlatmışlardır. Allah-ü Tealâ’dan başka hiçbir şeye güvenilmemesi gerektiğini vurgulamışlardır. Harun Reşid, ölümü sırasında: “Malım bana fayda vermedi. Bütün saltanatım benden ayrılıp, mahvoldu” Hakka suresi 28-29. âyetlerini okumuştur.

Halife Mu’tasım da 44 yaşında ölürken; “Eğer ömrümün bu kadar kısa olduğunu bileydim, hiçbir şey yapmazdım” demiştir.

Selman-ı Farisi: “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Ancak Resûl-i Ekrem’in (Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın) dediğini hatırlıyorum ve bunun için ağlıyorum” demiştir. Halbuki, vefatından sonra Hz.Selman’ın bıraktığı serveti 10 dirhem kadardı.

Bilâl-i Habeşi: “ Ne mutlu bize ki, dostlarımız Hz. Muhammed(s.a.v.) ve dostlarına kavuşacağız” demiştir.

Amir b. Abdülkays: “Ağlamamın sebebi boşa geçirdiğim günler ve gecelerdir” demiştir.

Fudayl da ölümü esnasında bayıldı. Sonra gözünü açınca da: “ Ah uzun yolculuk ve ah az azık” demiştir.

Cenaze, Mezarlar ve Mezarları Ziyaret

Cenaze, Mezarlar ve Mezarları Ziyaret:

Cenazelerde hatırlatma ve gaflette olanları uyarma vardır. Gaflette olanlar kendilerinin öleceklerini hiç düşünmezler veya bunun çok sonra olacağını sanırlar. Ölüm bir öğüttür. Sonraya kalanlar kendisinin öleceğini düşünmez. Sanki kendi hiç ölmeyecek, tabuta konmayacak, toprağa girmeyecektir. Bunu böyle düşünmenin sebebi, isyan ile kalbin örtülmüş ve katılaşmış olmasıdır. Kişi cenazede, cenaze için hüsnü zanda bulunmalıdır. Kendi için de ölümünü düşünüp, üzülmelidir.

Resûl-i Ekrem(s.a.v.): “İnsanların en zahiti, kabri ve kabirde çürümeyi unutmayan, dünyanın fuzuli zinetlerini terk eden, bâkiyi fani üzerine tercih eden, yarınını düşünmeyen ve kendini ölülerden sayandır” buyurur.

Ölümü hatırlamak ve ibret almak için, kabristan ziyareti müstehabdır. Hz. Peygamber(s.a.v.) önce mezar ziyaretinden men etmiş, fakat sonra müsaade etmiştir.

“Ölülerinizi ziyaret edin ve onlara selâm verin. Zira sizin için onlardan ders almak vardır”       İbn ebi’d-Dünya

“Kabrimi ziyaret edene şefaatim vacip olur”

“Adamınız öldüğü vakit, onu bırakın ve aleyhinde konuşmayın”                                                     Ebû Davud

“Ölülerinizi ancak iyilikle yad ediniz. Şayet onlar Cennetlik ise, kötü söylemekle günahkâr olursunuz. Cehennemlik iseler, zaten bulundukları hal kendilerine yeter”                                                            İbn Ebi’d-Dünya

“ Bir adam ölür ve Allah-ü Tealâ onun kötü bir kimse olduğunu bildiği halde, cemaat iyiliğine şehadet ederse; Allah-ü Tealâ: (Ey meleklerim, şahid olun. Ben kullarımın, bu kulum hakkındaki şahadetlerini kabul ederim ve onun hakkında kendi bildiklerimden vazgeçerim)buyurur”.                                                           Ahmed