Yazar arşivleri: emre

Adl

ADL    (el-Adl)                   (30)

Çok adil,mutlak adalet sahibi

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)         “Rabbinin sözü, doğruluk (sıdk) ve adalet (adl) bakımından tamamlanmıştır.” En’âm 115 Âyetinde, sözünün adaletinden bahsedilmiştir.

 

2)    Pek çok Âyette hak ve kıst sözleri,adl manâsında kullanılmıştır: Âl-i İmrân 18/ En’âm 57/ A’râf 8/ Yunus 4

 

3)    Hak ve adaletinin mutlak olduğunun belirtildiği : Enbiyâ 47/ Yunus 54/ Zümer 69

 

4) Toplumda adil olmamızı isteyen:“Şüphesiz Allah adaleti ve iyiliği emreder” Nahl 90

 

5) Hakimin adaletle hükmetmesi :  Nisâ 58

 

6) Yazanın adaletle yazması :  Bakara 282

 

7) Toplulukların arası bulunurken adaletle hükmedilmesi: Hucurât 9

1)    Konuşmalarda bile adaletten ayrılmamak gerektiği: En’âm 152

 

Manâsı adaletli olmasıdır. En adil olan şüphesiz Allah-ü Teâlâ’dır. Adalet zulmün zıddıdır. Adl ismini anlayabilmek için,  sınırsız düşünceye erişebilmek gerekir. Yoksa sınırlı düşünen insanî aklımızla ne bu ismi, ne de başkalarını anlayabiliriz. Meselâ yaşam, ebedi olmakla sınırsız olmuş olur. Yaşam derken sadece dünya hayatını düşünürsek, sonu olan bir şeyi yani sınırlı bir şeyi düşünmüş oluruz. Ebedi hayata inananlar için muteber değerlendirmeler, sonu olmayan ebedi hayat esas alınarak yapılan değerlendirmelerdir. Şimdi meselâ bazıları bu noktaya dikkat etmeden, falancayı fakir etmekte Allah’ın adaleti nerede? diye sormaları, düşüncelerinin sınırlı olması sebebi ile, adaleti anlamamaya varır. Oysa ki ebedi hayatın yanında sonu olan bu hayatta uğranılan sıkıntılar, belki de esas hayat için bir gerekliliktir. O zaman ne kadar iyimser düşünsek bile, Allah’ın adaletini anlamamız mümkün olmayabilir.

 

“ Âfâkta da , kendi nefislerinde de yakında âyetlerimizi onlara göstereceğiz.” Fussilet 53

 

Mevcut olan her şey Allah’ın işleridir. Yani fiilleridir. Hem ayrıntılı olarak, hem de bütün olarak Allah’ın fiillerini bilmeyenler için, isimler sadece lûgat manâsı ile bilinebilir. Yani anlayış ve kavrayış olarak anlayabilmek için, Allah’ın ahlâkını tanıyabilmek için fiil tecelliyatını anlamış olmak lazımdır. Fiilleri tafsilatı ile biliş, insan için takat dışıdır. Buna rağmen nadiren de olsa bütünüyle biliş mümkündür. Bunun için de insan kendi iç alemindeki yolculuğunu tamamlamalı, kendinden giderek, bu manâyı kavrayabilmelidir. Kur’an-ı Kerim’de Hızır (a.s.) ve Musa (a.s.) kıssası  malumdur. Bu manâ yolculuğunda, Musa (a.s.), Allah’ın fiillerini kemali ile anlama noktasına daha sonra  erişmiş olmalıdır. Bazı ters gibi görünen şeylerin ne kadar düz olduğunu , beşeri özellikler içinde göremeyebiliriz. Yine Kur’an-ı Kerim’de Allah-ü Teâlâ; şer bildiklerimizin arkasında hayır olabileceğini bildirerek, kulunun beşeri özellikleri ile nasıl itiraz edebileceğini bildiğinden, hatırlatıyor.

 

Bu ismin yansıdığı kişiler; önce kendi nefsinde adil olmalıdır. Sonraki aşama ise, kendi nefsinde adil olduktan sonra dışarıda adil oluşudur. Adalet anlayışı iki türlüdür. Kulca adil oluş ve Hak’ça adil oluş. Aslolan  Allah’ın adaleti gibi adil oluştur. Fakat bu noktaya geliş zordur, hatta belki de mümkün olmadan da hayatın sonuna gelinebilir. İnsana düşen görev, Hak’ça adaleti buluncaya kadar, kulca adaleti yaşamak ve yaşatmaktır. Meselâ; insanların haklarını çiğnememek, kimseye eliyle, diliyle ezada bulunmamak, hakaret etmemek, yakın çevresinin haklarını mümkün olduğu kadar yerine koymak, öfkelenmemek, çirkin söz ve davranışlarda bulunmamak, ayırımcı muamelede bulunmamak, insanların emeklerinin karşılığına sahip çıkmak,v.s., … gibi.

 

İşte bunlara riâyet ederken, diğer taraftan kendi nefsine insaf nazarı ile bakmak, bakabilmek lâzımdır. Herhangi bir konuda kendi nefsini kontrol ederken, kendi muhasebesini yaparken, yaptığı işi ne için yaptı, esas sebep ne idi? Örttüklerinin altından nefsinin muhasebesini yapabilmelidir ki, bu da insaf nazarı ile bakabilmektir. Bir başka manâda insaf nazarı, önce kendimize karşı dürüst olmaktır. Yani yaptığımız işlerde esas nedeni bulmamız, bir başka daha hoş görünen sebebe sığınmamamız demektir. Meselâ birine aleni yardım ederken, eğer etraf görsün de benim iyi biri olduğumu anlasın diye yapmışsak, bunu merhamet edip de yapmış gibi göstermemek lazımdır. Yine aleni yardım yaparken etraf görsün, örnek alsın, onlar da yapsın,böylece insanlara yardım çoğalsın niyeti ile yapılmışsa , bu güzeldir. Saklı bir şey yoktur. Zira sadakanın gizlisi de alenisi de muteberdir. Ve Eshab Hazretleri bunun ikisini de yapmışlardır. Burada görünüm aynı olduğu halde, niyetler farklı olduğu için fark vardır. İnsanların bilmesinden daha önemlisi Allah’ın bilmesi olduğu unutulmaz ise, yani Allah yakında hissedilirse, niyetler dürüst olmuş olur. Eğer kişi o anda Allah’sız ise, yani Allah görmüyor, duymuyor, bilmiyor şuurunda ise niyetler kolayca yamuk olacaktır.

 

Kişi insaf nazarını ibadetler ile yakalayamaz. Bu ancak iç alemine bakışı ile yani içine, özüne yolculuğu ile mümkündür. Sonra dışarı  taşan bir adalet başlar. Allah’ın Adl isminin  tam olarak  yansıdığı kişiler, bazen adaletsiz zannedilebilir. Anlaşılamayabilir. İlm-i Ledün sahipleri bazen umumun anlamadığı hal içinde bulunabilirler. Musa (a.s.) kıssasında olduğu gibi.

 

Allah kullarını tanıdığından, onların tamahlarını bildiği için,  zekâtı farz kılmıştır. Böylece en alt seviyeden bile olsa, kulca adaletin başlangıcını farz olarak tesis etmiştir.

 

Ey Adil Padişah, adaletin hep lûtuftur

Varlığımı tarumar et, gayriyi de unuttur.

Hakem

HAKEM  (el-Hakem)          (29)

Hüküm verme yetkisinin sahibi,son hükmü verecek olan

 

Gerçek hakim, karar verici olmasıdır. O’nun hükmünü kimse bozamaz.

 

Kur’an-ı Kerim’de:

1)     Hakem ismi,Hakem olarak tek âyette geçer:

“ O,size kitabı apaçık indirmişken,ben Allah’dan başka hakem mi ararım?” En’âm 114

 

2)    Hükmün ancak Allah’a ait olduğuna dair : Kasas 70

 

3)    Hakimiyetin kayıtsız, şartsız Allah’a ait olduğunu belirten: En’âm 57/Yusuf 40,67

 

4)    En güzel şekilde hükmedenin Allah olduğunu belirten: Mâide 50

 

5)    O’nun hükmünü hiçbir şeyin bozamayacağını belirten: Ra’d 41

 

6)    Hükmüne kimseyi ortak etmez: Kehf 26

 

7)    Allah’ın kuralları ile hükmetmeyenlerin durumlarına göre Kâfir, zalim veya fasık olacaklarını bildiren: Mâide 44,45,47

 

8)    “Hayrü’l- hâkimin”yani hakim olanların hayırlısı manâsında: A’râf 87/ Yunus 109

 

9)    “ahkemü’l-hâkimin” yani verilen hükümlerin hakimi manâsında : Hûd 45/Tîn 8

 

Allah’ın yarattıkları arasında vermiş olduğu hükümlerden birkaç örnek verirsek

 

“ Şüphesiz iyiler Naim Cennetinde, kötüler ise Cehennemdedir.”   İnfitâr 13-14

 

“ İnsan için ancak yaptığının karşılığı vardır. Şüphesiz onun yaptığı ileride    görülecektir.” Necm  29- 30

 

“ Böylece onları yedi kat gök olarak iki günde yarattı

ve her bir göğe ona ait emri vahyetti” Fussilet 12

Daha pek çok örnek olabilecek, hükmünü anlatan âyetler vardır. Bu âyetlerde Allah’ın hükmünü anlıyoruz. Bu hükmünü sürerken de çeşitli sebepleri yarattığını ve bunların da birer hüküm olduğunu görmekteyiz.

 

Hakem ismi Hikmet ile ilişkilidir. Hikmetin manâsı, sebepleri tertipleyip, meydana gelen hadiselere yöneltmektir. İşte bu bakımdan düşünülürse, Allah mutlak hakemdir.

 

İlk emri olan “ol”emri, ilk hükmüdür. Kader ise, artmayan ve eksilmeyen belirli bir miktarla, sebepleri ölçülü ve hesaplı hareketiyle belirli sayıda ve sınırda olan müsebbiblerine yöneltmektir. Kaza ise sebeplere yapılan külli va’zıdır. Hüküm ilk külli tedbirdir. Hüküm Allah’ın ilk külli tedbiridir demekten murad edilen; bütün olayların, kaza ve kaderin düzenlenmesi, bir ölçü üzere sebeplerin yaratılması, böylece işleyecek olan sistem için bir tedbirin oluşması ve sistemin çalışması için ilk emrin verilmesidir, demektir. Hiçbir şey O’nun kaza ve kaderinin dışına çıkamaz.

 

Tedbir hükmün ta kendisidir. Zaman içinde bazı kişilerin tasavvufun tam anlaşılamayışı sebebiyle, ve çoğu kez de cahillik sebebiyle “Biz Allah’a teslimiz, tedbir O’nun yanında ne işe yarar?” diye düşündüklerini biliyoruz. Bu doğrudan bilgilenmemekten kaynaklanan bir durumdur. Eğer Esmâ anlaşılabilseydi böyle konuşulmayacaktı. Çünkü tedbir Allah’ın Ahlâkındandır ve Hakem isminin kula yansımasıdır. Kula ne kadar yansımış ise, o kişi hem dünya ve hem de ahiret hayatı için o kadar tedbir sahibi olacaktır. Tedbir yakîn ile artar. Bir kişide Hakem ismi ne kadar tecelli etti ise, o kadar tedbiri artmış olur. Bunu iyi anlamak için Esmâ’nın anlaşılması lâzımdır. Dünya hayatını yaşarken tedbir sahibi oluş, Allah’ın tedbirine uyarak yaşayış demektir. Allah’ın tedbiri ise Levh’de mevcut olup, bu mevcuda uymadır. Teslimiyet ayrı, teslimiyetçilik ayrı şeylerdir. Sebepleri ve müsebbibi Allah olarak tek merci görüş, teslimiyettir. Burada kişi Allah’ın tedbirine teslimdir. Belki de bu tedbirde asla razı olunmayan bir hüküm vardır. Fakat kul bu tedbire teslim olurken kendi tedbirini de devam ettirir. İşte bu çok zor ele geçen bir haldir. Meselâ; böyle bir kul Allah’a yakînlik kazanmış, o kadar ki Levh’i okur hale gelmiş olsa, yani Allah’ın takdir ettiği kendi kaderini okur hale gelmiş olsa ve de orada kendisinin Cehennemlik olduğunu görmüş olsa, bir yandan bu hükme razı olup, teslimiyet ile kabul edecek, diğer yandan kendi tedbiri ile Allah’a sığınıp,belki merhametinden istifade edebilirim ümidi ile, her şeye rağmen  Allah yolunda sabit duracak. Teslimiyetçilik ise laf ile olan bir özenti olup, böyle biri rüyasında kendini Cehennem’de görse acep,teslimiyeti ne olur? Yine aynı şekilde Allah’a yönelir mi? Yoksa ben nasılsa şakilerdenmişim deyip, her iyi yolu bırakır da kötü yolu seçer mi?

 

“ Kim nefsini Allah’a, O’nu görür gibi teslim ederse, muhakkak ki o en sağlam kulpa yapışmış olur. İşlerin sonu ancak Allah’a dayanır.”                                       Lokman  22

 

Kader konusu herkes tarafından merak edilen, ve üzerinde pek çok konuşulan, münakaşalara sebep olan bir konudur. Allah, kitabımızda kimin said, kimin şakî olarak kendisine döneceğini bildiğini buyuruyor. Bu çok önemli meselede kulunun tercihine göre de sebepler yaratıyor. Ruhlar aleminde tercihimizi belirleyip, dünyaya geldiğimizde o tercihimize göre yaşıyoruz. Allah merhameti sebebi ile, dünya hayatında sebepler ile yaşarken tekrar tekrar yeni sebepler yaratarak, tercihimizi değiştirmemize yardımcı olacak şeyleri de hâsıl etmiş oluyor. İsimlerindeki ve sıfatlarındaki çeşitlilik sebebi ile, âdeta kula rahmet için bahaneler yaratıyor. Meselâ koskoca bir hayatın içinde teferruat diyeceğimiz bir an içinde,bizden çıkan bir merhamet anı, Rabbimizin merhametini celbedip, “merhamet edene merhamet ederim” lûtfu ile kaderi değiştirebiliyor. Ve yine içi yanmış birinin sıkıntısına bilmeden cevap olduğumuzda, o kişi öylesine memnun olup, duacı oluyor ki, Allah bu duaya icabet ederek, bizim belki de başımıza gelecek bir kazayı, hafif geçirme sebeplerini halk ediyor. Günahsız ağızdan yapılan duaların reddolunmayacağını biliyoruz. Belki böyle bir ağızdan ve belki de İnd-i İlâhi’de makbul bir zamanda yapılmış bir dua ile kaderimizde iyiye yönelik değişmeler oluyor. Bu günahsız ağız, Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmış, O’nun Yüce isim ve sıfatları ile donanmış Allah’ın veli kulları olup, daha dünya hayatında iken ,ahirete kalmadan bizi iyilik ve güzelliğe sevkettiklerini görüp, dualarının kabulünden istifade etmiş oluyoruz.

 

Allah’ın ezeldeki hükmü ile ilgili olmak üzere insanlar birkaç türlü düşünce içinde olabilirler:

1) Sonlarını düşünüp, merak ederler. Son nefeste nasıl öleceklerini düşünerek, burada akıbetleri ile meşgul olurlar. Bunlar ezeldeki kendileri hakkındaki hükmü bilmedikleri gibi, merak da etmezler.

 

2)  Geçmişlerini düşünenler. Bunlar ezelde kendileri hakkında verilmiş olan hükmü merak ederler. Bunlar bir derece daha iyidir. Zira bir yandan geçmişi düşünürken, diğer yandan geçmişteki hükümden haberli değilim ama, Allah’ın merhametine sığınayım ve bundan sonraki hayatımı insanlık şerefine uygun yaşıyayım diye bir umut sahibi olup, iyi işler yapmaya gayret ederler. Zahitlerin yani Allah’dan korkan ve sakınanların, iyi iş ve ibadetlerle, salih amellerle meşgul olanların çoğu bu kişilerdir.

 

3)  Ne geçmişi ne de geleceği düşünenler. Bu kişiler içinde bulundukları anı yaşarlar. Vaktin oğlu denen kişilerdir. Bilseler de bilmeseler de, ezelde kendileri hakkında verilmiş olan hükme de gönülden razıdırlar, akıbetlerinin ne olacağına da peşinen razıdırlar. İçinde bulundukları an neyi gerektiriyorsa, onu yaşarlar. Hiçbir konuda o anın gerektirdiği şeyi, diğer murada uymuyor diye değiştirmeye ,zorlamaya çalışmazlar. Bu kişiler Marifetullaha ulaşmışlardır. Yani Allah’ı bilen, yakîn kesbetmiş kişilerdir.

4)   Ne geçmişi, ne geleceği, ne de şu anı düşünmeyenlerdir. Bu kişilerin kalbi  Allah’ın hükmü ile dolmuş, devamlı şuhud hali içinde olanlardır. Allah’ın fiileri, isimleri, sıfatları ve Zât’ı ile tecelliye uğramışlar, tevhidi yaşayan, kendileri diye bir şeyin kalmadığı, varlıklarının eriyip, tükendiği kişilerdir. Bunlarda yakîn bile uzak kalmıştır. Zira yakîn ayrı iki şey için mümkün olan bir şeydir. Burada bu kişilerde Allah’dan başka bir şey kalmamıştır. İşte derecelerin en yükseği bu derecedir.

 

Hakem Sensin, “ol” dedin de, oldu bütün âlemler,

Ahirette hükmün ile, seçilecek zalimler.

Semî-Basîr

SEMİ/ BASAR (es-Semî  /el-Basîr)     (27,28)

Hakkıyla işiten,hakkıyla gören

 

Kur’an-ı Kerim’de: Hem Semî ismi ve hem de Basîr ismi 47 defa geçer.

SEMÎ ismi:

 

1)    Gizli, açık, içte saklanan, dışa vurulan her şeyi işitmesi: Zuhruf 80/ Mücâdele 1

 

2)    Duaları işitme babında “semî’u’d-dua” şeklinde Zekeriyya (a.s.) ve Hz.İbrahim’in   dualarında Âl-i İmrân 38/ İbrahim 39

 

3)  Bizzât Zât’ı  için (işitirim ve görürüm  ) “esma’u ve erâ ”buyurduğu Tâhâ 46

 

4) İlâh edinilen varlıkların işitmeden yoksun olduklarını bildiren: Meryem 42/

Şuarâ 72/ Fâtır 14

 

5) Hz.İbrahim’in babası ile geçen bir konuşmasında “işitmeyen ve görmeyen şeylere

niçin tapıyorsun? ”sorusu ile, mabudun ancak işiten ve gören olması gerektiğini     anlıyoruz: Meryem  42

 

6) Semî ve Basîr sıfatlarının kemal sıfatları olduğunu anladığımız: “ O ne mükemmel işiten, ne mükemmel görendir” Kehf  26

 

7) Kur’an’da bu isim mutlaka başka bir isimle birlikte kullanılmıştır.

 

Alîm ismi ile en fazla kullanılmıştır: “Semîu’l alîm”.

Basîr ismi ile de çok kullanılmıştır: “semîu’l basîr”.  Nisâ 58,134/ İsrâ 1/ Hacc 61,75/ Lokman 28/ Mü’min 20,56/ Şûrâ 11

Karîb ismi ile bir yerde, Sebe’ 50.Âyetinde kullanılmıştır.

 

BASAR ismi:

 

1)    Bazı âyetlerde basar yanı sıra, rü’yet ve nazar manâlarında da kullanılmıştır.            Hucurât 8/ Hadid 4/ Mülk 19/ Âl-i İmrân 77/ Tâhâ 46/ Alâk 14

 

2) Bazı âyetlerde Allah’a göz, gözler (ayn,a’yun) izafe edilmiştir. Tâhâ 39/Hûd 37/                  Mü’minûn 27/ Tûr 48/ Kamer 14

Semî, Allah’ın işiten ismidir. Basar da görme ismidir. İki ismin beraber anlatılmasında fayda vardır. Çünkü bu iki isim birbiri ile bağlantılıdır.

 

Allah ne kadar gizli olsa da her şeyi işitir. Kalplerden geçenleri de işitir. Kalben dua edenlerin duasını duyar. İşitme havanın titreşimi ile olur, lâkin Allah’ın işitmesi için ne kulağa ne de havanın titreşimlerine ihtiyacı vardır. Görmesi de böyledir. Görmesi için ışığa ihtiyacı yoktur. Her şeyi görür. Ortada olanları ve olmayanları yani görünmeyen şeyleri de görür. Yerin en derininde olanları görür. O’nun işitmesi ve görmesi hiçbir benzetme ile yani teşbih ile anlatılamaz ve anlatılmamalıdır.

 

Bir Hadis-i Şerif’de: “ İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni görür.” Buharî/ İman/37 buyurulmaktadır.

 

Kulun bu isimlerden alacağı pay şöyledir: İnsan bilmelidir ki kulak kendisine duyması gereken hakikati duyması için verilmiştir. Halbuki insanlar bu özel organlarını gereksiz yere kullanmakla, haksızlık etmektedirler. Her duyulan başkasına aktarılmamalı, kulak dedikoduya vesile kılınmamalı. Bazı şeyleri duymazlıktan gelmeli. Bazı hataları örtmek için kullanmalı. Bazen bize duyurulmak istenmeyen başkalarının sırlarını dinlemek için mücadele etmemeli. Başkalarını konuşturmaya çalışarak, bizi ilgilendirmeyen konuları duymaya çalışmamalı. Bunlara kapalı olan kulak hakikate açılır. O zaman “…ben o kulumun işiten kulağı, gören gözü olurum.” Kudsî Hadis’i gereği, kulaklar temiz işitir, gözler temiz görür. Bu azalarda hakikat tecelli eder de her duyduğunu Allah’ın duyduğu gibi duyar. Her gördüğünü sanki Allah ile berabermiş gibi görür. Böylece duymak istediklerini değil, duyması gerekenleri duyar. Görmek istediklerini değil, görmesi gerekenleri görür. Meselâ bir ihtiyaç sahibinin Rabbine yakarışını duyar da, onun halinden haberi olur, imdadına yetişir. Her iki gözü de âmâ olsa bile, kalbi ile gerekli olanları görür ve ulaşır. Görmenin böyle gözsüz de olabildiği hale basîret denir. Basîret kalbin bilişi ve görüşüdür.

 

“Yahut biz onların içlerinde gizlediklerini ve aralarındaki fısıldaşmayı işitmiyoruz mu sanıyorlar? Hayır , onların yanında bizim elçilerimiz de var, yazıyorlar.”        Zuhruf  80

 

“ Kim burada kör olursa, o ahirette de kördür, yolca da daha şaşkındır.”    İsrâ  72

 

Kulak ve gözlerini diğer azaları gibi temizlemiş olan bilir ki Allah, gökte değil, şah damarından daha yakınındadır. Her yaptığına şahit olmakta, azalarını nasıl kullandığını bilmektedir. Gördüğünü Rabbi ile görür. İşittiğini Rabbi ile işitir. Her nereye dönse, yönelse orada Rabbini bulur: Fesemme vech’ullah.

 

İşte bu isimler yakîn dediğimiz, çok kıymetli bir yerin kazanılmasına vasıtadır. Bu isimler ile isimlenmek, bizi Allah’ a uzak olmaktan korur. Bu isimler ile isimlendikten sonra, bu ahlâk tamamen yerleşir ve insanda bu isimler ile isimlenmek gayretine gerek kalmaz ise, bu isimler sıfat olur. Yani kişi Allah’ın sıfatlarından olan Semî ve Basîr sıfatları ile vasıflanmış olur.

 

Özün sözünü duymuşsan eğer,o zaman nokta olmaya değer.

Özün özünü görmüşsen eğer, Elif noktaları ihatâ eder.

Mu’iz-Müzil

MUİZ/MÜZİL(el- Mu’iz/el-Müzil)    (25,26)           

Dilediğine veren,yücelten; dilediğinden de alan,alçaltan,zillete düşüren

Mu’iz ismine örnek olarak;

“ Asıl üstünlük (izzet) Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir”   Münafikûn 8

“ De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin”             Âl- i   İmran 26

 

Müzil ismine örnek olarak:

– Kötü amelleri sebebi ile zelil ve perişan olacaklarını anlatan: Yunus 27/ Mücadele  20/Kalem 43

-Cizye âyetinde,”küçülüp,boyun eğerek” konusu, Allah’ın dinini kabul etmeyenlerin    dünyada da zelil olacaklarını bildirir. Tevbe 29 / A’râf 152

 

O, mülkü dilediğine verip dilediğinden alandır. Mülkten anlaşılan, muhtaç olma zilletinden kurtulmak ve bunun için lazım olan ilimle ilimlenmektir. İşte bunu dilediğine verir (Mu’iz) , dilediğinden alır (Müzil)

 

Allah, kimin kalbinden perdeyi kaldırır, Allah’tan başka hiçbir şeye muhtaç olmayacak derecede kanaat ihsan eder ve nefsinin hevai arzularını etkisiz kılacak kuvveti verirse onu aziz kılmış ve bu dünyada ona mülk vermiş olur. (Mu’iz)

 

“…fakat siz kendi kendinizi yaktınız. Hep Müslümanların felakete düşmesini beklediniz. Din hakkında şüphelere düştünüz. Sizi boş emeller aldattı. Nihâyet işte Allah’ın emri geliverdi. Allah’a karşı sizi aldatan aldattı. “                                     Hadîd  14

 

Bu zilletin son perdesidir. Allah burada Müzil ismi ile seslenmektedir.

 

İnsan Allah’tan başka neye muhtaç ise fakirdir. Çünkü, bu ihtiyaçlar hiç bitmez. Bu muhtaçlık fâni olan şeylerden beklenti sebebiyle olur. Herhangi bir şeye ihtiyaç duyulması nefistendir. Nefsin, kendi sahibine zulmüdür.

 

İnsanın ihtiyacı üç sebepten olur: Kanaatkar olmamak, tamah, hırs. Kanaatkar olmamak ve tamah, dünyevi sebeplerdendir. Hırs ise hem dünyevi hem uhrevi olabilir.Bu ahlâk kimde varsa zillet sahibidir. Hakiki mülk ise bu zilletten kurtuluştur. Bu kurtuluş ile Muiz ismi insanda tecelli etmiş olur. Bu kul Allah’la dolmuştur. Zengindir.  Verdiklerine ve vermediklerine şükreder.

 

Bu gün mülk Senindir, Ya Mu’iz!

Evvel de böyle imiş, bilemedik lâkin biz.

Hâfıd-Râfi

HÂFID/RÂFİ(el-Hâfıd /er-Râfi)         (23,24)

Hâfıd, alçaltan,zillete düşüren;  Râfi, yücelten,izzet ve şeref bahşeden

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Vâkıa suresi üçüncü Âyette kıyametin alçaltıcı ve yükseltici olduğu     bildirilmektedir. Şüphesiz alçaltan da yükselten de Allah-ü Teâlâ’dır.

 

2)    Hz.İbrahim ve oğlu Hz İsmail’in Kâbenin duvarlarını yükseltmeleri: Bakara 127

 

3)    Allah,  peygamberlerini  üstün kılmıştır (yükseltmiştir): Bakara 253 / En’am 83 /

Yusuf 76

 

4)    İnsanların kimini kimine üstün kıldığını belirten: Nisâ 32/En’âm 165/Zuhruf 32/Mücadele 11.Âyetler,

 

5)    Göğü direksiz yükseltmiştir.  Ra’d 2.Âyet.

 

6)    “Refi’ü’d-derecât” yani en üstün mertebede olan zât manâsında Mü’min 15.Âyette kullanılmıştır.

 

7)    İsa (a.s.)’ı kendi katına yükselttiğini: Nisâ 158.Âyette bildirmiştir.

 

Hâfid: Allah’ın iman etmeyenleri bedbaht yaparak alçaltması; Râfi ismi ise, mü’minleri bahtiyar ederek yükseltmesi manâsınadır.

 

Allah –u Tealâ  Tîn Suresinde: “ İnsanı ahsen-i takvim (en güzel ahlak) üzere yarattık. Sonra onu esfel-i safiline (aşağıların aşağısına ) indirdik.” Buyurmakla, yükseltenin de alçaltanın da Zât’ı olduğunu bildirmektedir. Yani O yükseltmede ve yine O alçaltmadadır. Burada kula düşen sadece niyet etmek, sonra da gayret ve say ile niyeti yönünde hareket etmektir. Nefsin daima kötülüklere meylettirmek  arzusunda olduğunu bilmekteyiz. İşte onun bu isteğini bilip, yap dediklerini yapmamak ve yapma dediklerini de yapmak suretiyle, kul kendine düşeni yerine getirmiş olur. Böylece Allah lûtfu ile o kulu yüceltmiş olur. Kul nefsini alçaltınca, yani bedendeki ve kalbdeki hükmünü kaldırınca, kendi özündeki ruh açığa çıkmış ve kalbine, bedenine ruh hakim olmuş olur. Yani yükselme insanın ruhun etkisinde olması demektir. Alçalma ise bunun aksidir. Böyle kullarda kalp ve beden hem de akıl nefsin kötü etkisinde olup, ruh gizlide kalmış, örtülmüştür. Bu kişiden iyi bir hareketin çıkması zordur.

 

Hakkın ortaya çıkarılması, tavsiye edilmesi, Hak ile bâtılın ayırt edilmesi için, ruhun üzerindeki perdenin kaldırılmış olması lâzımdır.Böylece insanda ruh hüküm sürmüş olur. Hak ile bâtılın ayrılması çok önemlidir. Her insan için önemlidir. Zira insanlık için en önemli olan adalet duygusu ancak bu ayırt etme ile mümkündür. Dünyadaki bütün haksızlıklar, nefsani egemenliklerden oluşur. Yani Hak ve bâtılın seçilemeyişinden kaynaklanır. İnsanın başkalarının haklarını yerine koymadan önce kendi haklarını tesbit edebilmesi lazımdır. Ancak bundan sonra adil karar vererek, hakları yerine koyar.

  

Bu isimlerin insana yansıması ile o kişi aynen Allah’ın Ahlâkında olduğu gibi haklıdan yana olur. Haksızın haksızlığına mani olur. Her zaman ve her hal içinde, kendi menfaatine aykırı bile düşse, hakkı savunûr, hakkı tavsiye eder. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’in “ Kızım Fâtıma dahi olsa elini keserdim.” Hadis-i Şerif’inde buyurdukları gibi olur. Bir Kudsi Hadis-i Şerif’de Allah-ü Teâlâ bir velisine: “ Zühdün (Allah için dünya sevgisinden sıyrılman) kendi rahatın içindir. Beni zikretmekle de benimle şereflendin.Acaba sırf benim için bir haklıya arka çıktın mı? Bir haksıza karşı koydun mu? ” buyurmuştur.

 

Ya Refiü’d-derecât  perdeleri kaldırsan,

Hak ile bâtılı birbirinden ayırsam…

Bâsıt-Kâbız

BASIT /KABID(el-Bâsıt/el-Kâbız)       (21,22)

Bâsıt; lûtuf ve keremini esirgemeyen, rızkı bol veren, ruhları bedenlere yayan

Kâbız; rızkı belli ölçüde tutup veren,bedenlerden ruhları alan

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Kâbız : Furkan 46/ Mülk 19. Âyetlerinde Allah’a izafe edilerek  kullanılmıştır.

 

2)  Kâbız ve Bâsıt beraberce : Bakara 245

“darlık veren de bolluk veren de Allah’dır” burada bu iki zıt isim kullanılmıştır.

Ayrıca: Ra’d 26/İsrâ 30/Kasas 82/Ankebût 62/Rûm37/Sebe’36,39/Zümer52/Şûrâ 12,27.Âyetlerde iki isim de kullanılmıştır.

 

3)  Bâsıt: Kâbız ile kullanılması yanısıra, Bakara 257 /A’râf 69/ Nûh 19.Âyetlerde insanların ilmî ve bedeni imkânlarını genişlettiğine dikkat çekilmiştir. Mâide 64.Âyette yine Allah’ın kereminin ifadesini görmekteyiz.

 

Bast hali kalbin genişlemesi ve İlâhi tecellileri alacak hale gelmesi, kabz hali ise kalbin daralması ve İlâhi tecellilere kapalı hale gelmesi manâsınadır. Allah  kimi zaman kimi kalpleri tutarak daraltır ve yansımasını yani tecelliyatını kısar. Kimi zaman ve kimi kalplere de lûtuf ve keremi ile genişleme lûtfeder, böylece kulun kendisine yaklaşmasını  ve İlâhi tecellilere açık hale gelmesini sağlar.

 

Kalbin daralması ile kalpte sıkıntı hasıl olur. İnsan doğruyu eğriden ayıramaz hale gelir. Kalpte vesvese, şek, şüphe hasıl olursa daralma olur. İçinde dünya sevgisi ağır basan kalp, Allah’ın sığamayacağı kadar daralır. Gerçek manâda kalp darlığı, kalpte Allah’tan başka şeylerin olması ile hasıl olur.

Belâya sabır, musibetlere katlanma bile kalpte darlık hasıl eder. Sabırda zorlanma vardır. Allah için katlanma vardır. Bu hal giderek daha az zorlanarak olursa, zamanla kalpte genişleme başlayabilir. Bu sebepten inananlara sabır tavsiye edilir.

 

Kalbin genişlemesi ise, orada Allah’tan başka şeyin olmadığına delildir. Belâya sabır, katlanmak yoktur. Belânın kaynağını bilerek, Allah’tan gelene razı olmak vardır. Burada severek razı oluş vardır. Rızada hoşlanmak vardır.

 

Allah-ü Teâlâ günde pek çok sefer kulunun kalbine tecelli eder. Orada kendisini bulamaz ise bunu tekrarlar, yine bulamazsa kalbi daraltır. Bulursa hemen genişletir. İşte sıkıntılar ve genişlikler böyle olur…İbadetlerin ve güzel amellerin yapılması sırasında, insan diğer düşüncelerden sıyrılabildiği için Allah’la olmak hasıl olabilir ve kalp de Allah ile meşgul olur. Bu da genişlemeye sebep olur.

 

Bu isimlerin bir diğer manâsı ise, Allah ölüm anında bedenlerden ruhu alır, kabzeder. Tekrar dirileceğimiz zaman ise ruhları bedenlere iade eder, bast eder, demektir.

 

Bu isimler ile isimlenmiş olan kişide bu iki ismin yansıması şöyle olur: Kendisine hikmet ve hakikatler verilmiştir. Bu ilim ile amel etmiş olur da sözleri dışarıya etkili olur. Böylece Allah’ın rahmetinden, nimetlerinden lûtuf ve kereminden söz ettiğinde kalplerde genişleme hasıl eder. Allah’ın azabından, celâlinden, kibriyasından, gadabından, aziz olan intikamından bahsederek kalplerde daralma hasıl eder. Korku ve umudu aynı ayarda tutarak, sırat-ı müstakim üzere olmalarını temin eder. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.)’ in yolu da böyle idi. Sahabe efendilerimize korku ve umudu yaşatırlardı. Onlar da kalplerinde aldanmaya fırsat vermeden, orta yolda sabit kalmaya gayret gösterirlerdi.

 

Bast kabz’a rahmet, kabz basta hikmet

İkisi de nimet efendim, yok asla zahmet.

Alîm

ALİM  (el-Alîm)   (20)

Herşeyi hakkıyla bilen

Kur’an-ı Kerim’de Alîm, Allâm, ilim olarak geçer.

1)  Alîm olarak: 153 yerde Allah’a izafe edilmiş olarak geçer.Ve genel olarak başka                                                                                                        bir isim ile beraber geçer.

 

2)    Yalnız kullanıldığında ise: “bi külli şey’in alîm” yani (Allah her şeyi bilendir)    şeklinde  21 âyette kullanılmıştır.

 

3)    “alîmün bi-zâti’s-südur” : Yani (Allah kalplerinizdekini en iyi bilendir)  şeklinde  12  Âyette kullanılmıştır.

 

4)    “…hakkıyla bilendir” şeklinde: 18 Âyette kullanılmıştır.

 

5)    Esmâ’danHakîm, Semî, Vâsi, Azîz, Habîr, Halîm, Şâkir, Kâdir, Hallâk, Fettâh isimleri ile birlikte kullanılmıştır.

 

6)    Üç yerde Azîz ismiyle birlikte, Zât’ına ad olarak kullanmıştır.

 

7)    Bir yerde Habîr ismiyle birlikte Zât’ına ad olarak kullanmıştır.

 

8)    “Allâm”(yegâne bilen) manâsında ve “Allâmü’l-Guyûb” (gaybı yegâne bilen manâsında): Mâide 109,116/ Tevbe78/ Sebe’48

 

9)    “Alimü’l-gayb” olarak :  Sebe’3/ Cin 26

 

10) “Alimü’l-gaybi ve’ş-şehade”olarak: En’âm 73/ Tevbe 94, 105/ Ra’d 9/ Mü’minûn 92/Secde 6/Zümer 46/Haşr 22/Cum’a 8/Tegâbün 18

 

11)  İlim ise 105 defa kullanılmıştır.

 

12) “ alimin” şeklindeki kullanılışta, fiilin öznesinin azameti gösterilmek ve bu surette yapılan işin kuvvetini belirtmek üzere ve Allah’a izafe edilerek: Enbiyâ 51 ve 58

 

Bu isim ile Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşatmış olduğunu anlıyoruz. Bu kuşatmanın, hiç bir bilgi eksikliği olmaksızın tam ve kâmil bir kuşatma olduğunu anlıyoruz. Bu ilmî kuşatma, malûmattan yani bilinen şeylerden elde edilmeyip, hatta malûmat bu kuşatılmış ilimden elde edilmiştir.

 

İnsanların ilimlenmesi mevcut olan ilmi öğrenmek üzeredir. Bu ilim hem çok teferruatlıdır, hem de henüz bilinmeyen gizli duran pek çok ilim vardır. Bütün bu mevcut olan ve henüz bulunamamış olan bu sonsuz ilim deryasında hepsini öğrenmek insan için zordur. Ayrıca insanın beş duyusu ve zâhiri ile bildiği ilim, ilmin aynı olmayabilir.

 

Bâtınen bilinen ilim yine sonsuz ve özel anlayış ister. Buna ilâveten Allah’ın ilminin, yarattığı her şeyi yaratmadan önce mevcut olduğunu düşünürsek, bu ilme yetişmenin mümkün olmadığını görürüz. İnsanlar ilim elde etmeyi kendileri için uygun görüp, ömürlerini bu işe ayırmış olsalar, meselâ bir hadis ilmini tam öğrenebilmek için ,eğer ezberlerine almak durumu da olsa ancak bir ömür ile bu ilme sahip olurlar. Belki de kendilerini hadis alimi olmakla bir gurura da kaptırırlar. Halbuki bu tür ilimleri öğrenmek, Allah’ın yarattığı bir ilmi öğrenmek olup, Allah’ın Zât’ını tanımak demek değildir. Bu ilimlerle ilimlenmeyi de yüce görmekle beraber, Allah’ı bilmek isteyenler için Marifetullah en şerefli ilim olarak kabul edilmiştir. Burada öğreneceğimiz şey, en şerefli şey olduğundan, Allah gibi en şerefli olanı öğrenme ilmi yani Marifetullah en şerefli ilimdir.

 

Alîm isminin insana tam olarak tecelliyatı yani yansıması ile o kişiye Arif denir. Ve Arif, marifet sahibi kişi olup; Allah’ı fiilleri, isimleri, sıfatları ve hatta Zât’ı ile bilen kişi demektir. Hatta bilmek kelimesi yetişmez, bunları kendinde bulan kişidir. Yüksek Allah Dostları olup, halka ışık tutarlar. Mülkün sahibinin tarifini yapmayıp, O’nu tanıtırlar. Bazılarının da marifet sahibi olmasına sebep olurlar.

 

Arif , alîmden kıymetlidir. Alîmin Allah’ın yarattığı bilgiler hakkında bilgisi vardır. Arifin ise, bu bilgileri yaratan hakkında bilgisi vardır. İnsanların çoğu Arif olmaya niyetli değildir. Alîm olmak daha tercih edilir. Zira insanlar boşluğa ve yokluğa gitmekten pek hoşlanmazlar. Hiç olmaz ise alîmin elinde ilmi ve itibarı vardır, amel defteri açıktır. Halbuki Arif olan öyle bir yokluğa dalmıştır ki elinde hiçbir şeyi kalmamıştır. Amel defteri de yoktur. Kendisi amel defteri olmuştur. Allah’ı bilmek keşiflerin en şereflisidir. Diğer keşfedilenler ise daha önceden yaratıldıkları için mevcudun keşfidir, keşfedilmiş değildir.

 

Ya Alim! Şehrine girilmez Ali’siz,

Orada bütün güller dikensiz.

Fettâh

FETTAH  (el- Fettâh)  (19)

İyilik kapılarını açan, anlaşmazlıkları mutlak adaleti ile gerçekleştiren

 

Kur’an-ı Kerim’de: “Feth”  kökü fiil veya isim kalıblarıyla 38 yerde geçer.

 

1)“ Fetih” şeklinde Allah’a izafe edilerek: Nisâ 141/ Mâide 52/Feth 1/Sâf 13 /Nasr 1

 

2) “Mefâtihu’l-gayb” yani gaybın anahtarları olarak: En’âm 59

 

3) “Hayrü’l-fatihin” yani hükmedenlerin en hayırlısı olarak: A’râf 89

Allah inâyetiyle, kapalı olan bütün kapıların açıldığı ve hidâyetiyle bütün müşküllerin hallolduğu ,yani fethin ancak O’nunla mümkün olduğudur.

 

“Biz  sana gerçekten bir fetih açtık.” Fetih  1.Âyet  Burada Hudeybiye sulh antlaşması ile fetih yolunun açıldığını anlıyoruz. Burada Peygamberimiz (s.a.v.)’ e bildirme vardır. Fetih ile müjdelenen kişiye Fettah denir. Bir kişide rızıklanan kalp,  rızıkları dağıtmaya vesile olduğunda, fetih açılır. Gayret, Fettah ismi ile isimleninceye kadar vardır. Fetih açılmış olanda gayret kalmaz. Dili ile İlâhi müşküller çözülür.  İlim ve marifeti ile halkın hem dünyevi, hem uhrevi  meseleleri cevap bulur.

 

Mü’minlerin önemli bir kısmında bu isim yansımaz. Bu isim özel vazifeli kişiler için tecelliye açıktır.

Rezzâk

REZZAK  (er-Rezzâk) (18)

Bedenlerin ve ruhun gıdasını yaratıp veren

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)  Allah’ın bütün canlıların rızkını verdiğine dair Hûd altıncı Âyette kesinlik ifadesi  vardır: “Yeryüzünde yürüyen  her canlının rızkı Allah’a aittir.” Hûd 6

 

2) “Hayrü’r-râzikîn” yani rızık verenlerin en hayırlısı anlamında: Mâide 114/ Hacc 58/ Mü’minûn 72/ Sebe’ 39 / Cum’a 11

 

3) “Rezzâk” yani tekrar tekrar ve çok olarak veren anlamında: Zâriyât 58

 

Bu isim, hem rızıkları, hem rızıklandırdıklarını yaratan; onlara rızıklarını ulaştıran ve rızık elde etme sebeplerini hasıl eden Allah’ın İsimlerinin en önemlilerindendir. Rızıklar iki türlü mütalâa edilir: Birinci bölüm bütün yaratılmışları kapsar ve bedenin ihtiyacı olan rızıktır ki yiyecek ve içeceklerdir. İkinci bölüm ise, yaratılmışların en şereflisi olan insan için olup, kalbin ihtiyacı olan rızıktır. Birinci bölümde söz edilen rızıklar zâhiri rızıklar olup, dünya hayatının devamı için gereklidir. İkinci bölümde sözünü ettiğimiz bâtıni rızıklar ise ahiret hayatını kazanmak için gereklidir. İkisi de önemlidir. Çünkü dünya hayatını yaşamadan ahiret hayatını kazanmak mümkün değildir. Bâtıni rızıklar: Kalbi gıdalandıran ilim, amel, haller olup, mükâşefe (kendini tanıma ve Allah’ı tanıma sonucu elde edilen keşifler), zikir (her an Allah’la beraber oluş) ile zenginleşir. Allah her iki rızkı da tekeffül etmiş ve lûtfundan vermiştir.

 

Bu ismin kula yansıması: Birinci aşamada kul, gerek zâhiri ve gerekse bâtıni bütün rızıkların sahibi olarak Allah’ı görür. Kendisinden zuhur eden bütün güzel hallerin ve amellerin sahibi olarak da Allah’ın rızıklandırması sebebiyle ve Allah’ın dilemesi ile Allah’dan olduğunu bilir. Kulun rızık konusunu böylece bilmesi, bu isimle isimlendiğinin delilidir. Lâkin bu ismin kemal mertebesinde tecelliyatına uğramak demek ise; Allah ile diğer insanlar arasında, Allah’ın şerefli rızıklarının bu insanlara ulaşmasında ve kalblerin şifa bulmasında vasıta olur hale gelmesidir. Biliriz ki Allah-ü Teâlâ bir kulunu sevdiği zaman, halkın ona ihtiyacını arttırır. Böylece bu kişi eliyle bedenlerin ihtiyacı olan rızıkları vermeye sebep olurken, dili ile de kalplere ilim ve huzurun ulaşmasına vasıta olarak rızıklanmalarına sebep olur. Bu ismin tam kemali ile halkın her türlü ihtiyacının giderilmesi ve irşad vardır.

Nihayetsiz rızkını içmeye kanamadım,

Nice yele savurdum, dibini bulamadım.

Vehhâb

VEHHAB   (el-Vehhâb)       (17)

Her çeşit  nimeti karşılık beklemeden bağışlayıp veren

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Vehhâb ismi Kur’an’da üç   defa geçmektedir: Âl-i İmrân 8/ Sâd 35 /Meryem 19

 

2)    Aziz-ü’l Vehhâb olarak Sâd 9’da geçmektedir.

 

3)    İnsanların verişleri için de kullanılmıştır. Ahzâb 50

 

4)    Vehhâb kelimesinin “hibe” kökünden  türemiş olarak: En’âm 84/ Meryem 49-50,53/ Enbiyâ 72, 90 /Şuarâ 21/ Ankebût 27/ Sâd 30, 43 / Şûrâ 49.âyetlerde geçer.

 

Bu isim karşılıksız hediye, bağış, bahşiş manâlarını taşır. İşte Allah kullarına devamlı olarak, ne hemen ne de daha sonra hiç karşılık beklemeden verir, bahşeder. Bu sebeple Allah hem Cevvâd hem de Vehhâb’dır. Karşılık beklemek sadece para, mal, mülk değildir. Övülmek, sevilmek, kötülenmekten kurtulmak da menfaattir. Ve bunu beklemek de Cevvâd ve Vehhâb ismine lâyık değildir.

 

Bu isim ile isimlenen kul da derece derecedir. Bu ismin yansımasına uğrayan kul, verdiklerini Allah’ın rızası için ve hiçbir beklenti olmaksızın yapabilirse, ona da Cevvâd ve Vehhâb denir. İnsanlar Allah’a ibadet ederken, Cennete kavuşmak, Cehennemden kurtulmak  beklentisi içinde olabilirler ki buna dikkat etmelidir. İbadetler de bir şeye kavuşmak için değil, sadece Allah için yapıldıklarında değerli olurlar.

 

İnsanlar kendilerine verdikleri önem sebebiyle, kendilerine ait olduğunu düşündükleri paraları, malları, zamanları, hayırları da önem arz eder. Bu sebeple hayırlarını bile yaparken mutlaka yerine ulaşmasını, kendilerinin ve paralarının önemli olması sebebiyle, karşılığında mutlaka beklentilerine cevap olacak bir harcama yapmayı isterler. Belki de bilseler ki karşılığında bir şeye ulaşamayacaklar, o kişi ölse bile yardım yapmayacaklardır. Karşılığında beklenen şey sevap, dua, Cennet nimetleri, hayırla anılma, iyi denilme, taraf toplama, gönüllerde hayır sahibi olarak yer etme gibi şeylerdir. İşte insanlar bunlar için ve bir de dinen mecbur tutuldukları zekât, fitre gibi sebeplerle verirler.

 

Vehhab isminin kula tam kemali ile yansımasında ise: Yukarıda sayılan verme sebepleri önemini kaybetmiştir. İster karşılığı olan isterse olmayan verişler ve  sadece ihtiyacı olana değil olmayana da verişler; Allah’ın Ahlâkındaki verişlerin kulda aynen yansıması demektir.  Ve bu kul Vehhâb ve Cevvâd olarak anılır. Bu hal özenilerek sahip olunacak bir hal değildir. Bu hale sahip olmak için kul önce kendi hayatını savurmuş, kendi önemini bitirmiş olmalıdır. Kendi önemi bitmeyenin , yani henüz varlığını silememiş olanın, sahip olduğu her şey aynı derecede önemlidir.

 

İnsanlardan Allah’a yaklaşırken makamlarda durmaları veya aşmaları umulur. İşte beklentinin sadece Allah rızasını kazanmak için olması durumunda yakînden bahsedilir. Bu yakîn makamı çok şerefli bir makam olup, insanın Allah’a en yakın olma durumunun ifadesidir. Burada bulunan kul için yaptığı her hayırlı iş ve verişten, Allah rızasını kazanacağından dolayı bir haz alma hali vardır. Yakîn bir ikilik halidir. Kişi için hem Allah, hem de kendisi vardır. Yakînden tevhide gelen kişide ise haz değil, huzur vardır. Burada kendisi diye bir şey yoktur. Yani kendi, etrafındaki her şeyle birlikte önemini kaybetmiş, âdeta yok olmuş, sadece Allah kalmıştır. Bu zâtlarda Allah’ı müşahede etmenin huzuru vardır.

Bu huzurda hiçbir konuda endişe kalmaz. Geçim derdi, rızık endişesi, gelecek endişesi kalmaz. Nefsin kötülüğe meylettiren etkisi de kalmadığı için, tarafsız olur. Bu tarafsızlık, Adl ve Hak isimleri ile beraber Vehhab isminin de kemalinde tecellisi ile olmuş olur. Gerçek olanı yani hakkı, bâtıldan ayırır.

 

Çalışmadım, hibe ettin , Ya Vehhab!

Çalışsaydım belki olurdum harab…