Yazar arşivleri: emre

Hasîb

HASİB  (el-Hasîb)          (40)

Kullarını hesaba çeken ve onlara kafi gelen

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    “Hasîb” ismi ile beş defa geçer. Üçünde Allah’ı vasıflandırma olarak kullanılmıştır: Nisâ 6,86/ Ahzâb 39.âyetlerde.

 

2)    “serî’u’l hisâb”(seri hesap gören), “esra’u’l-hâsibîn” (hesap görenlerin en seri olanı) ve “hâsibin” (adaletle muhasebe eden) şeklinde nitelemeler kullanılmıştır: Bakara 202/ Âl-i İmrân 19,199/ Mâide 4/ Ra’d 41/ İbrahim  51/ Nûr 39/ Mü’min 17/ En’âm 62/ Enbiyâ 47

 

3)    “su’ül-hisâb”   yani kötü hesap  olarak Ra’d 18,21

 

4)    “şedidü’l- hisâb” yani şiddetli hesap olarak Talâk 8

 

5)    “hisâb-ı yesîr” yani salih ve mü’min kullar için kolay hesap, İnşikak 8.Âyetinde vaad edilmektedir.

 

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) bir dualarında: “ Ey Serî’u’l-hisâb olan Allah’ım! Şu bize karşı birleşmiş olan  düşmanları bozguna uğrat!” şeklinde niyaz etmişlerdir. Buharî/ Cihat/ 96. Buradan anlıyoruz ki, Allah’ın bu vasfı, dünyada da tecelli edebilir.

 

Bu isim kâfi manâsınadır. Bir şeye kâfi olan onun hasbidir. Allah her şeyin hasbidir. Allah’dan başka hiçbir şey yoktur ki, tek başına bir şeye kâfi gelsin. Kur’an-ı Kerim’de  hem Hasbî ve hem de Kâfi olarak geçer. Vekil olarak Allah kâfidir. Taleb eden karşılık bulur. Bu âyetlerde Allah, kâfi isminin özelliğini bildirmektedir. Kâfi isminde kul diler, Allah yeter. Hasbî isminde ise, kul dilese de dilemese de Allah’ın verişi vardır.

 

“Hasbünallah” yani Allah bize yeter demekle, başka hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığını bildirmiş oluyoruz.

 

Bu ismin insana yansıması,  hakikatte yok gibidir. Zira hiçbir şey kendi başına hiçbir şeye kâfi değildir. Allah tek başına, ona kâfidir. Yaptığı ibadetlerde ve taatlerde yalnız Allah’ı murad eder. İnsana yansımasının yok gibi oluş sebeplerinden biri de; hem “Allah bize yeter” denir ; hem de başka pek çok şeye ihtiyaç duyulur ve belki de ihtiras duyulur.Sebebi Hasîb ismi dilimizde kaldığı ve kalbimize inmediği için; ya da lâf ile söyleyip, hal olarak yaşayamadığımız içindir. İnsanlar bilseler ve inansalar ki, ihtiyaçları için sadece Allah’a sığınıp, isteseler, başka yerden medet ummasalar, o ihtiyaçları bir vesile ile Hak tarafından karşılanacaktır. İşte insanın Hasîb olması için, Allah ile zengin olması ve hiçbir ihtiyacının kalmamış olması lâzımdır.

Hafîz

HAFİZ  (el-Hafîz)     (39)

Muhafaza eden ve dengede tutan

 

Kur’an-ı Kerim’de: altı defa geçmektedir.

Hûd 57/ Sebe’ 21/ Şûrâ 6 / Yusuf 64/ Hicr 9/ Enbiyâ 80. Âyetlerde, “hafîz” , “hâfız”, “hâfizûn” olarak geçer.

 

Bu ismin manâsı korumak, saklamak, muhafaza etmek demektir. Allah hem mahlûkunu yaratır, hem de onu içten ve dıştan gelecek olan tehlikelere karşı korur. Eğer tefekkür edilirse insan vücudundaki koruma sistemi, bebeğin anne karnında korunuşu, dünyamızın kendi sistemi içinde korunuşu, güneş sisteminin korunuşu; bunlar tesadüf olmayıp, doğrudan Allah’ın korumalarıdır. Ormanlar yeryüzünün akciğerleri olarak yaratılmış, böylece hem oksijen kaynağı ve hem de su için var oluşları bu sistemin en önemli tezahürleridir. İnsanların evlâtları için gösterdiği koruma duygusu, keza hayvanların yavrularını koruma içgüdüleri hep Allah’ın bu isminin yansımasıdır.

 

Hafîz isminin insana yansıması ile ,o kişi canını ,malını, ırzını, evlâdını, dinini korumak, muhafaza etmek duygusuna sahip olur. İnsanın önce kendini iç ve dış tehlikelerden koruması lazımdır. Sonra etrafını korur. Bu ismin tecelli ettiği kişilerde, ruhta bilgi olarak mevcut olan Hafîz ismi belirir. Ve koruma bununla olur. İnsan yaratıldığı gibi kalmaz. Dünya hayatı ile bilgilenme başlar. Bu bilgilenme bazen egoyu ortaya çıkaracak tarzda gelişir. İşte insanın kendini muhafazasında insani değerlerin korunması da vardır. Meselâ; uyuşturucu  işi ile meşgul olan biri kendi şartlarını mükemmelleştirmek için, yani menfaati icabı, dışındaki pek çok insana zarar vermektedir. Bu durum insani değerlerin bozulduğu, kendi  menfaatleri icabı başkalarının hiçe sayıldığı bir durumdur. Hafiz isminin insana yansıması ile ,insan hem kendini böyle kötülüklerden korumuş olur, hem de kendi dışındakileri ve insanı insan yapan değerleri korumuş olur. İnsan yaratılırken ruh emaneti ile dünyaya gelir. Dünya hayatının şartlarına uygun olmak üzere yaşarken, edinilen yanlış bilgilerle bu ruh emaneti örtülü kalır. Hakikat ve haklar saklı kalmış olur. Kendi ile meşgul olan insan, yaptıklarının muhasebesini tutar. Yararlı ve zararlı olanları tesbit ederek, açıkça kendini eleştirip,yarara yaklaşır. Zarardan uzaklaşır. Bu zarardan uzaklaşmak da muhafazadır. İnsan yaptıklarından bir gün hesaba çekilecektir. Önemli olan hesaba çekilmeden önce her an kendini hesaba çekmektir. Nefis muhasebesi insanın kendini muhafazasında ilk adımdır.

 

Muhafaza başladıktan sonra, devam ettirmek için kalbin, dilin korunması lâzımdır. Dilin korunması için, insanı hüsrana götürecek kötü ahlâktan korunmak gerekir. Kalbin korunması için ise kalbi işgal eden faydasız, hatta zararlı düşüncelere yer vermemelidir.

 

Dilin korunmasında, nefsin muhasebesinden faydalanılır. Kalbin korunmasında, nefsin murâkabesinden faydalanılır. Bir yere kadar insan sadece dilinden mes’uldür. Kemalâtın başlaması ile, hem dilinden hem kalbinden mes’ul olur. Dolayısıyle kalbin korunması daha zordur.

Kebîr

KEBİR (el-Kebîr)            (38)

Ululuğu karşısında her büyüğün küçüldüğü mutlak büyük

 

Kur’an-ı Kerim’de: “Kebir”  ismi, Rabbimizin ismi olarak yedi defa geçer.

 

1)    “tekbir” yani “Allahü Ekber” olarak : Büyüklüğünü bildirmek anlamında O’nun hakkında kullanılır.                              Bakara 185/ İsrâ 111/ Hacc 37/ Müddessir 3

 

2)    “Aliy” ismi ile birlikte : Hacc 62/ Lokman 30/ Sebe’ 23/ Mü’min 12

 

3)    “Müteâli”ismi ile birlikte: Ra’d 9

 

4)    Kibirlenen manâda iblis ve bir takım insanlar hakkında kınanan bir özellik olarak pek çok Âyette geçer. Birkaç örnek olmak üzere: Bakara 34/ A’râf 13, 146/ Kasas  39/ Zümer 59

 

5) “pis bir günah” anlamında Nisâ 2. âyette geçer.

 

İsmin manâsı büyük demektir. Allah, Zât’ın kemalinden ibaret olan Kibriya sahibidir. Bu kibriyada daimilik, ezeli ve ebedi oluş ve kendisine asla yokluk arız olmayan gibi hususiyetler vardır. Ayrıca her mevcudun varlığı, O’nun varlığından südûr etmiştir.

 

Bu ismin insana yansıması: Kulların kâmil olanlarınadır. Bu kişiler ahlâklarını Allah’ın Ahlâkı ile güzelleştirmişler, kemal sıfatlarını kendilerinde toplamışlar, böylece kemal sıfatlarında noksanlıktan arınmışlardır. Bu insanların kemali, aklında, ilminde ve takvasında kendini gösterir. Akıldan murad edilen gafletsizlik, ilimden murad Marifetullah, takvadan murad ise hal ve gidişlerdir. Kebir ismi ile isimlenen insandan halk istifade eder, örnek alır, ilimlenir.

Alî

ALİYY  (el-Alî)               (37)

Yücelerden Yüce

 

Kur’an-ı Kerim’de : sekiz yerde geçer.

 

1)    Beş Âyette “Kebîr” ile beraber geçer: Nisâ 34/Hacc 62/ Lokman 30/ Sebe’ 23/ Mümin 12

 

2)    İki Âyette “Azîm” ismi ile birlikte geçer: Bakara 255/

Şûrâ 4

 

3)    Bir Âyette “Hakîm” ismi ile beraber geçer:Şûarâ 51

 

4)    “Rab” ismi ile birlikte iki Âyette geçer: A’lâ 1/ Leyl 20

 

5)    İki Âyette en yüce sıfatların O’na ait olduğunu vurgulayarak geçer: Nahl 60/ Rûm 27

 

6)    Kur’an-ı Kerim’in 87.suresi “A’lâ” adını taşır.

 

Alî olana iman edenler de Alî’dir. Firavuna karşı ürperen Musa (a.s)’a: “Korkma en yüce sensin”  buyurmuştur. Tâhâ 68

 

Muhammed (s.a.v) ümmetine: “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer iman ediyorsanız en yüce olan sizsiniz.” buyurmuştur.

Âl-i İmrân 139

Bu isim derece olarak en üstün derece manâsına kullanılır. Allah  O’dur ki, O’nun derecesinin üstünde bir derece daha yoktur. Alî ismi ulûvv aslından türemiştir. Ulûvv de yüce manâsını taşır.

 

Allah mahlûkatını farklı derecelerde yaratmıştır. Meselâ insan, hayvanların üstündedir. Melekler insanların üstündedir. Allah her şeyin üstünde bir derecededir.

 

Halbuki insanlar hisleri, akılları ve beş duyuları ile büyüklük, küçüklük, üst derecede, alt derecede diye karar verirler. Basîret olmadan his ve duyularla idrak ,muhakemede yetersiz kalır. Bu sebepten insanların Alî derecede olmaları mümkün olmadığı gibi, Alî derecede olanları idrak etmeleri de çok zordur. İman etmek gerekir ki Alî ismine layık olan Zât, ancak Allah-ü Teâlâ’dır. Çünkü insanlar bir gün yüceltir, diğer gün indirirler.

 

Bu ismin kula yansıması: Azın azı olmakla birlikte, mümkündür. Bunun için gerekli olan en önemli hususiyet o kişinin Allah’dan başka hiçbir şeye muhtaç olmamasıdır. Şükür ve hamdi kemalinde, lisanı yumuşak, varlık iddiasından kurtulmuş, ancak Allah’ın varlığı ile varlığını sürdürebilen, Allah’dan başka hiç bir şeye ihtiyaç duymayan, Allah’dan başka kimseden ummayan, korkmayan, çekinmeyen, sığınmayan, başka bir şey ile oyalanamıyan, tad almayan, hakkı yerine koyan, adil, kalbi kalplere hitap eden, ihtiyaçlının cevabı, insanlığın emânı olan kişidir.

Şekûr

ŞEKUR  (eş-Şekûr)  (36)

Az bir iyiliğe çok mükafat verilendir.

 

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)    Allah’ı nitelemek üzere dört yerde geçer.

“ gafûr şekûr” beraberliği ile: Fâtır 30,34/ Şûrâ 23

“ halîm” ismi ile birlikte  Tegâbün 17

 

2)    Allah’ı vasıflandırmak üzere “şâkir” ismi ile “ alîm” ismi beraber kullanılmıştır: Bakara 158/ Nisâ 147

 

3)    Lokman 14.Âyette,Allah’dan sonra ana ve babaya şükredilmesi emrolunmuştur.

 

4)    “şükür” görevini yerine getiren kulun az olduğu konusunda:Bakara 243/Yunus 60/Yusuf 38/ Neml 73/ Lokman 12/Sebe’ 13/Mü’min 61/Mülk 23

 

5)    Şükrün yokluğu, azlığı veya nankörlük ögesi üzerinde durulan âyetler: Bakara 52,56,185/ Mâide 6,89/ A’râf 10/ Hacc 36/ Yâsîn 35,73/ Vâkıa 70

 

6)    Yapılan iyiliklerin karşılığının fazlasıyla verileceği konusu, Fâtır 30/ Şûâra 24/Tegâbün 17. Âyetlerde bildirilmiştir.

 

İsmin manâsı, yapılana mukabele etmek, teşekkür etmek ve bunu fazlasıyla yapmak demektir. Allah mutlak şekûr’dur. Zira az bir taate karşılık olarak verilenler sınırsızdır. Yapılan taatler sınırlıdır. Beş vakit namaz, ramazanda bir ay oruc, malının kırkta birinin zekatı gibi mahdut olan taatlerin karşılığı sonsuzdur. Şekûr isminde bir övme de vardır.

 

“ …O ne güzel kuldu. Hakikat o daima Allah’a yönelen bir Zât idi”  Sad  44

“Geçmiş günlerde takdim ettiğiniz iyi amellere mukabil,afiyetle yiyin, için” Hâkka  24

 

Bu Âyetlerden Allah’ın kullarını övdüğünü görüyoruz.

 

Bu isimden kula yansıma, yine şükürdür. İnsan hem karşılıksız olarak verilen nimetleri verene şükreder. Hem de nimetin eline geçmesine sebep olana teşekkür eder. Sebeplere teşekkür, şükrün hakikatine aykırı değildir. Peygamberimiz (s.a.v.) “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükretmez.” buyurmuşlardır.

 

Nimetlere şükür aslında kusurludur. Zira ne kadar şükretsek yine de Allah’a hakkı ile şükretmiş olamayız. Taat ve ibadetler de şükür olarak eksiktir. Çünkü  onlar, bizi ahiret saadetine ulaştırmak için verilmiş başka nimetlerdir. Peygamberimiz (s.a.v.), Allah’a hakkıyla senâ edemediğinden söz etmiştir. Şükür sadece dil ile değil, kalp ile, hal ile ve her an yapılmalıdır.  Meselâ azaların şükrü, onları iyi işlerde kullanmaktır.Gözün şükrü kötü şeylere bakmaktan korumaktır. Bunlar hal ile şükürdür. İnsanların çoğu, şükrü dil ile yapılan sanır.

 

Şükrün hakikati:  Tam ve kâmil şükrü ancak Allah yapar. Kullarda en az  şükredenler dilleriyle “şükür” diyenlerdir. Biraz daha şükretmeyi bilenler, azaları ile şükredenlerdir. Azaları ile şükür, meselâ; gözün şükrü , görmesi gerekeni görmek olup, daha yüksek makamda gözü görmeyenlere yardım etmek, daha da yükseğinde basîretlenmektir. Dilin şükrü, önce susmak, bir sonraki makamda susmak isteyince konuşmak, konuşmak isteyince susmaktır. Daha sonraki makamda ise konuşmaktır. Bu şekilde bütün azaların şükrü ayrı ayrı yapılır. İnsanın bütün bu farkları tespit edebilmesi için, kendi hakikatinden haberdar

olması icap eder. İşte şükrün hakikati de insanın kendi hakikatine vâkıf olduğu kadar, derece derecedir.

 

İnsanlarda Şükür isminin kâmil olarak yansıması, bir nevi razı oluş ile beraber gibidir. Bu; nimetin verilmesini şükür ile karşılamak yanı sıra, verilmemesinin de nimet olduğunu bilmek şükrüdür. Yani, varolana şükrün yanı sıra yok olana, yokluğa da aynı şekilde şükretmektir. Bunun için, Allah’ı iyi tanımak, vermediği nimetlerin, nimet olduğunu görebilmek, yani basîret lâzımdır. Meselâ fazla mal, mülk vermediği için, bu nimeti görebilmek lazımdır. Belki bu fazlalar ile oyalanacak ve Allah’ı unutacaktır. Maddi ve manevi şöhretin verilmeyişinin nimet olduğunu bilmek de aynı şükürdendir. Burada yokluk olarak kabul edilen nimetsizlik nimetini teşekkür ile, memnuniyet ile karşılamak, Allah’ın rızasını getirir.

 

“Allah onlardan razı, onlar da Allah’dan razı…” âyetinde bildirildiği gibi.

Gafûr

GAFÛR  (el-Gafûr)     (35)

Günahları örterek,çok bağışlayan

 

            Kur’an-ı kerim’de: Gafûr ismi 91 defa geçmektedir. Arap’ça da örtmek, gizlemek manâlarını da taşır.

 

1)    Affetmek ve bağışlamak manâsında insana izafe edilerek: Şûrâ 37/ Tegâbün 14

 

2)    İki âyette tek başına geçer: İsrâ 25/ Kehf 58

 

3)    “Rabbün gafûr” şeklinde: Sebe’15

 

4)    71 yerde “rahîm” ismi ile “gafûrü’n rahîm” beraber kullanılmış olarak geçer.

 

5)    Bir Âyette:  “Er- rahîmü’l-gafûr” olarak geçer: Sebe’ 2

 

6)    “ zü’r-rahme” olarak : Kehf  58

 

7)    “vedûd” ismi ile birlikte: Bürûc 14

 

8)    “halîm” ismi ile: “ halîm gafûr” şeklinde: İsrâ 44/ Fâtır 41

“gafûr halîm” şeklinde: Bakara 225,235/Âl-i İmrân 155/

Mâide 101

 

9)    “afüv” ismi ile  Nisâ 43,99/ Hacc 60/ Mücâdele 2

 

10) “aziz” ismi ile birlikte: Fâtır28/ Mülk 2

 

Gafûr ismi kök olarak Gaffar ismi gibidir. Gaffar ismi affetmede mübalâğa manâsınadır. Gafûr isminde ise daha da mübalâğa vardır, affediciliği tamdır, mağfiretin en uzak derecelerine kadar uzanır manâlarını taşır. Gaffar isminden daha önce bahsedildiği için, burada bu kadarla yetineceğiz.

Azîm

AZİM   (el-Azîm)       (34)

Zât’ı ve sıfatlarının manâsı anlaşılamayacak kadar ULU olan

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Allah’ın sıfatı olarak: Altı yerde geçer:Bakara 255 / Şûrâ 4 /Vâkıa 74,96/Hakkâ 33,52

 

2)    “Kur’an-ı azîm” olarak Hicr 87

 

3)    “Azabün azîm” olarak: Bakara 114/ Âl-i İmrân 105, 176/ Mâide 33,41/ Enfâl 68/ Nahl 94, 106/ Câsiye 10

 

4)    “Ecrün azîm”  olarak: Âl-i İmrân 172,179/ Mâide 9/ Tevbe 22/ Hucurât 3/ Tegâbün 15

 

5)    “fadlün azîm” olarak Enfal 28

 

6)    100 defa büyük başarı, büyük mükafat, büyük ahlak, büyük haber, büyük gün, büyük günah gibi, yarattıklarının sıfatı olarak geçer.

Bu isim ile Allah’ın büyüklüğü öylesine bir tariftir ki; bu büyüklüğü akıllar kavrayamaz. Allah’ın Azîm oluşu tek oluşu sebebiyledir. Çünkü benzetilip teşbih yapılacak başka bir şey daha yoktur. Meselâ kâinat, evren, güneş sistemleri de büyüktür. Lâkin bu büyük şeyleri yaratan yine Allah-ü Teâlâ’dır.

Meselâ, karınca için üzerine gelmekte olan, kendisini ezecek olan ayak en büyüktür. İnsan için ise, uzaklık, büyüklüğü küçültür. Uzaktan gelen bir gemiyi tırnağımızın ucuna yerleştirebiliriz ama yaklaştıkça biz geminin yanında nokta kadar kalırız. Geminin büyük olarak müşahadesi için mutlaka yakınında olmak icab eder.

İnsanların Allah’ın büyüklüğünü idrak edebilmeleri için; O’nu fiilleri, isimleri, sıfatları ile müşahade etmek; Zât’ını da Zât’ı ile bilmek icab eder. Bu ise, yakînden daha yakînde, Azametini, yani Ululuğunu bilmektir.

 

Fiilerini bilmek: Fail (yapan) olarak  O’nu  görmektir. Bu görüş: “ (taşları) attığın zaman sen atmadın, biz attık” âyetinde pekiştirildiği gibi, bütün işlerin O’na ait olduğunu hiç olmazsa ilmen bilmektir. Sonra bu biliş hayatın içinde yaşanarak, bütün işlerin Allah’a ait olduğunu kendiliğinden kabul etme haline geçer. Yani, gafletsiz olarak işlerin sahibi bilinir. O’nun yanında kendi muradının olmayacağı veya ancak Allah murat etmiş ise olabileceği fark edilir. Böylece kul, kendi acziyetinin bir kısmını anlamış olmakla, zannındaki Allah büyürken kendi küçüklüğü fark edilir olacaktır. Uzakta nokta gibi görünen geminin biraz daha yaklaştığında dumanın çıktığını fark etmek, ışığının yanıp yanmadığını fark etmek ne kadar yeterli bir biliş ise ; fiilleri ile Allah’ı biliş de bu kadar yeterli bir biliştir. Allah’ı fiilleri ile biliş, “kim?” sorusunu siler.

 

İsimleri ile biliş: İsimlerin manâlarını öğrenmek, bu isimlerin Allah’ın Ahlâkı olduğunu bilmek, bu isimler ile mümkünse isimlenmek, bu isimlerin hepsinden az bir miktar bile olsa pay alabilmek ve sonunda Allah’ın Ahlâkı ile ahlâklanmanın kolay olmadığını anlamak, bu pek az olan payı alabilmenin dahi zorluğunu anlayarak, Allah’ın azametini, bu payların hepsini kendinde topladığını düşünerek anlamaya çalışmaktır. Bu gemi örneğinde,

geminin rengi, yüksekliği, uzunluğu, sesi ile gemiyi tanımak gibidir. Allah’ı isimleri ile biliş, “Ne,Neden?” sorularını siler.

 

Sıfatları ile biliş: Allah’ın isimlerini ahlâk olarak, isimlerin doruğunda taşıması, O’nun vasıflarının bir kısmıdır. Bir diğer sıfat gurubu ise subuti olan sıfatlarıdır. (Zât’ına ait) Bu vasıfları ile Allah’ı biliş, kulu, O’nun tek olduğuna götürür. Burada yani teklikte kul o kadar küçülmüştür ki Allah’dan başka bir şey kalmamıştır.  Geminin burnumuzun dibine girdiği an gibidir. Allah’ı sıfatları ile biliş, “Nasıl, Nereye,Kiminle, Nereden?” sorularını siler.

“Nereye baksanız, Allah’ın vechi ordadır.”

“Allah’dan geldik yine Allah’a gideceğiz.”

“O sizi bir bulanık sudan yarattı.”

Zât’ını Zât’ı ile biliş: Burada kul, ilahi azameti, uluhiyyeti, vahdaniyyeti, samediyyeti hakkı ile bilmiş olur. Bu hakkı ile biliş kulda ruh ile nefs arasında hiçbir perdenin kalmadığı çok yüksek makamlardan sonra ulaşılan makamsızlıkda yani Hak ile bâkî oluşta mümkündür.

            Bu ismin insana yansımasına örnek:  Peygamberler ve ariflerin kâmilleridir. Hz.Peygamberimiz dualarında,  “Ya Rab! Seni hakkıyla senâ edemedim” derken, bu bilişin kademelerinden, ümmetlerine haber vermekte idiler. Peygamberlerin mirası olarak bu ilim, ümmetin varlığından kurtulmuş kişilerine aktarılmıştır. Bu sebeple onlar, Allah’ın lûtfu keremi ile dilediğine verdiği bu zenginliği, hazineyi insanlar için sebil ederler.

 

İnsanlardan bu isimden nasibini alanlar, Allah-ü Teâlâ’yı fiilleri, isimleri, sıfatları ile müşahede edebildiği kadardır.

Halîm

HALİM  (el-Halîm)      (33)

Ceza vermede acele etmeyen, yumuşak davranan

 

Kur’an-ı Kerim’de:  Tek başına hiçbir yerde kullanılmamıştır.

 

1)    Ceza vermede acele etmeyen manâsında:

“Şâyet Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Ancak O, onları belirlenen bir müddete kadar erteliyor”

Nahl 61

“ Zalimlerin yaptığından Allah’ı gafil zannetme. Ancak onların azabını gözlerin belerip      kalacağı bir güne erteliyor”

İbrahim  42

 

2)    “Gafûr” ismi ile beraber: “gafûrü’l-halim” olarak: Bakara 225/Âl-i İmrân 155/ Mâide 101

 

3)    Bazı Mekki Âyetlerde ise: “ halim gafûr” olarak kullanılmıştır: İsrâ 44/ Fâtır 41

 

4)    Üç Âyette: “ alim halim”olarak geçmiştir.Nisâ 12 / Hacc 59 / Ahzâb51

 

5)    “Ganî” ile birlikte : Bakara 263

 

6)     “ Şekûr” ile birlikte: (bitişik olarak) Tegabün 17

 

7)    Yumuşak huylu anlamında:

Hz.İbrahim hakkında: Tevbe 114/ Hûd 75

Hz. İsmail hakkında  : Sâffât 101

Hz. Şuayb hakkında  : Hûd 87

 

8) İnsan ahlâkındaki önemi bakımından,Hz. İbrahim’in salih evlât isteme duasına karşılık olmak üzere: “ Biz de ona halîm bir oğul müjdeledik” Sâffât101

Halîm ismi ani öfkelenmemek, hemen karar vermemek, yumuşaklıkla ve sabırla bekleyerek muamele etmek manâsınadır.

 

“ Eğer Allah,işledikleri günahlar yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı,yer yüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat Allah onları cezalandırmayı belli bir zamanâ kadar tecil ediyor.” Fâtır 45

Bu isimden kula düşen pay ise, insanların hatalarını hemen yüzüne vurmamak, öfke ile ani davranışta bulunmamak, yumuşaklık ile yani hilm ile muamele etmektir. Yapılan kötü bir işe veya muameleye karşılık verirken de, tehir etmektir.

 

Utanırım, yüzüme vurmadıklarından Ya Halim!

Yumuşak davranışınla eriyor kalbim.

Habîr

HABİR  (el-Habîr)     (32)

Her şeyden haberdar olan

 

Kur’an-ı Kerim’de : Bu isim, haber, ahbar şeklinde de kullanılmıştır.

 

1)    Tek başına:  Bakara 234,271/ Âl-i İmrân 153,180/ Nisâ 94,128,135/ Mâide 8/Tevbe 16/ Nûr 30,53/ Furkan 58,59/ Lokman 29/ Ahzâb2 / Feth 11 /Hadîd10 /Mücâdele 3,11,13/ Haşr 18/ Münafikûn 11 /Tegabûn 8/ Âdiyat 11

 

2)    “Hakîm” ismi ile beraber: En’âm 18,73/Hûd 1/Sebe’ 1

 

3)    “Basîr” ismi ile beraber: İsrâ 30,96 / Fâtır 31 /Şûra 27

 

4)    “Alîm” ismi ile beraber: Nisâ 35 /Lokman 34 / Hucurât 13/Tahrîm 3

 

5)    “Lâtif” ismi ile birlikte: En’âm 103/Hacc 63/Lokman 16/Ahzâb 34/ Mülk14

 

6)    Ahbar olarak: Tevbe 94/Muhammed 31/ Zilzal 4

 

7)  Haber olarak: Neml 7/Kasas 29

 

Bu ismin manâsı gizli bilgilerden haber alan demektir. Alîm ismi de bilen manâsınadır. Lâkin Habir ismi bâtından, yani iç alemden, kalpte olanlardan, kısaca maddi ve manevi alemdeki her gizli olandan haberdar olan  demektir. İç âlemdeki hem mevcut olan gizlinin gizlisinden, hem de değişen her gizli, örtülü olan şeyden haberdar olandır.

 

“Eğer küfrederseniz, şüphesiz,Allah sizden müstagnidir. Bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin faideniz için bundan hoşnud olur. Hiçbir günahkâr diğerinin günahını çekmez. Nihâyet hepinizin dönüp gidişi ancak Rabbinizedir. Artık neler yapmakta idiniz, O size haber verir. Çünkü O, göğüslerin içinde olan her gizliyi bile hakkıyla bilendir.” Zümer 7

 

Bu isim kula yansıdığında, o kişi kendi iç alemini bilir. İnsanı helâke götürmeye sebep olan kalbin hastalıkları ve yerleşmiş olan kötülükleri bilip, bunlarla mücadele eder. Her olayda nefsinin payını araştırır, kurtulma çareleri arar. Kendinden haberdar olmayan ise kendini görmek istediği gibi görür; bilmek istediği gibi bilir. Böylece kendine yabancı, kendindeki hakikate yabancı, hayal ettiği kendine yakın olmuş olur. Habîr ismi yansıma derecesine göre, kişinin gafletten sıyrılma derecesini de gösterir. Zira daima nefsini kontrol etmek insanı gafletten sıyrılmaya götürür.

 

Vücudumda misafirim, perdeyi kaldır,

Ben beni iyi bilirim, haberin vardır.

Lâtif

LÂTİF  (el-Lâtif)         (31)   

İhtiyaçları en ince noktasına kadar bilip, karşılayan.

 

Kur’an-ı kerim’de : Yedi defa geçer. İkisinde tek başına, beşinde “habîr” ismi ile beraber kullanılmıştır.

 

1)  Tek olarak:  “ O hiç yarattığını bilmez mi? O Lâtiftir, her şeyden haberdardır” Mülk 14 / Yusuf  100

 

2)  Habîr ismi ile “ lâtifü’l habir” olarak beş Âyette: En’âm103/ Hacc 63/ Lokman 16/ Ahzâb 34/ Mülk 14

 

Lâtif isminin manâsı yumuşaklıkla bir işin yapılması, yaptırılması demektir. İşlerin yerine getirilmesi belli bir hüküm ile, yani tedbir ile olur. İşte yerine getirilmesi tedbire muhtaç olan işleri bütün incelikleri ile bilerek, yumuşaklık içinde gereken yere ulaştırmak, Lâtif ismi ile olur. Burada işler yumuşaklık ile yerine getirilirken, lûtuf kemal mertebesinde olmalıdır. Yani lûtfun kemalinde olarak var oluşu ancak,Allah’ü Tealâ için mümkündür.

 

Meselâ ceninin anne karnında kaç kat örtü altında korunarak, büyütülmesi hem ince meseledir, hem de Allah’ın lûtfundandır. Çocuk belli bir süre annesinden göbek kordonu ile beslenir. Doğduktan sonra ise hemen emme refleksi oluşarak, memeyi emer. Bütün bunlar Lâtif ismi ile olur. Annenin sütünün ılıklığı, muhtevası, psikolojik etkisi hepsi ayrı lûtuflardır. İnsanda mevcut olan bütün azalar ayrı birer lûtuftur. Yerin, göğün, güneşin, hatta güneşin yerküreye uzaklığının dahi tam yeterli oluşu, toprağın, suyun, bitkilerin ve hayvanların yaradılışı hepsi lûtuf iledir. İnsana faydasına göre lûtufların en ince teferruatını düşünerek sunuş da lûtuftur.

 

Dünya hayatı kısa bir süredir, ahiret ise ebedi. Kısa olan dünya hayatındaki pek az bir taate karşılık, ahirette ebedi saadet verilişi de lûtuftur.Yani kul, taatine karşılık olarak almış olmaz, çünkü taati belli bir süre içinde yapmıştır. Halbuki ahirette bu taatin karşılığı ebediyen devam edecektir. Verişlerinin karşılığı ile aldıklarının arasında zaman bakımından da bir oran yoktur.

 

Kula taşıyamayacağı yükü yüklememesi de ayrı bir lûtuftur. İnsanlara bazı şeylerin çokça verilmesi kadar, mahrum edilmesi de lûtuftur. Bu konuyu iyi anlamak ve buradaki inceliklere vâkıf olmak lazımdır. “  De ki ;bu Allah’ın lûtfu keremindendir. Onu dilediğine verir.”

 

Bu ismin insana yansıması, yani tecellisi şöyledir:

İnsan Allah’ın inceliklerine vâkıf olduğu kadar lâtif olur. Lâtif olan kişide koyu taassub olmaz. Allah’ı tanıdığı gibi anlatır. Bu anlatılanda korkudan çok sevgi, öfkeden çok merhamet, ümit, saygı, hoşgörü vardır. İnsanları Allah yoluna davet ederken lâtif davranır, yumuşaklıkla celbeder. Öyle ki bu kişilerin letafeti konuşmalarına olduğu kadar tavır ve hareketlerine, oturup kalkmalarına intikal eder. İnsanlar bu kişiler ile Allah’a çekilirler ve idrak edebilirler.