Yazar arşivleri: emre

Bâis

BAİS ( el- Bâis)     (50)

Ölümden sonra dirilten

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Allah’ın nesneleri, cins ve türleri yoktan var etmesi: En’am 122 /Lokman 28

 

2)    Kıyamet günü, ölüleri diriltmesi: Nûh 17-18/ Hacc 7 / Yâsîn 78-79/ Kaf 4

 

3)    Yeniden dirilişi haber vermek üzere: Bakara 72-73-259-260. âyetlerde ölmüş ve  parçalara ayrılmış canlıların yeniden nasıl diriltildiği, yani Allah’ın kudreti anlatılır.

 

4)  Vâkıa 61’ de: “…ve bilmediğiniz durumlarda da sizi yeniden inşa ederek yaratırız.”

Fâtır 22’ de : Ölüm gibi kabul edilen bilgisizlikten kurtuluş ile yeniden yaratılmış olmak, hayat bulmak söz konusudur. Bu yaratışlar kalplerin diriltilmesidir.

 

5)  İlk yaratılış ve kıyamet günü olan yeniden dirilişi beraber zikreden; Tâhâ 55

 

Kelime manâsı ölümden sonraki diriliş demektir. Allah mahşer günü mahlûkatının hepsini diriltecektir. İmanın hakikatinde ahiret gününe ve yeniden dirilişe iman, böyledir. Bu diriliş dünyaya ilk gelişteki gibi bir diriliş değildir. Ve ölümden sonraki durum bir yokluk durumu da değildir. Bazıları için ölüm bir kavuşma, bahtiyar olma durumudur. Şöyle ki:

 

“ Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar Rableri yanında diridirler. Öyle ki Allah’ın lûtfundan kendilerine verdiği şehidlik mertebesi ile, hepsi de mesrûr olarak Cennet nimetleri ile rızıklanırlar. Peşlerinden henüz onlara katılmamış olan şehid kardeşleri hakkında da (O’nlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir)diye müjde vermek isterler .”                                                                                         Âl-i İmrân  169,170

 

Bazıları için ise bedbaht bir durumdur. Yine bunlar da diridirler. Lâkin Hadis-i Şerif’te buyurulduğu gibi “ Kabir ya Cehennem çukurlarından bir çukur, veya Cennet bahçelerinden bir bahçedir.”

 

Basîret sahipleri insanın ebediyet için yaratıldığını ve yokluğun olmadığını basîretleri ile, yani bâtıni müşahedeleri ile bilirler. Esas olarak anlatmak istediğimiz, ölüm cesed ile ilgilidir. Ruh asla ölmez, ebedidir.

 

Ölümden sonraki diriliş, yani ba’s dünyaya ilk gelişteki diriliş gibi değildir,yani insan için pek çok dirilişler vardır:

 

“ Bilmediğiniz yerde sizi yaratırız.” Vâkıa 61

“ Yemin olsun ki biz insanı çamurdan süzülmüş bir hülâsadan yaratmışızdır.Sonra onu sarp ve metin bir karargahta bir meni yaptık. Sonra bu meniyi kan pıhtısı haline getirdik. Derken o kan pıhtısını bir lokma et yaptık. O bir lokma eti de kemiklere dönderdik de o kemiklere de et giydirdik. BİLÂHARE ONU BAŞKA YARADILIŞLA İNŞA ETTİK.” Mü’minûn  12,13,14

“Sizi,ondan (topraktan) yarattık. Sizi yine ona döndüreceğiz. (Ba’s zamanında da) sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.”  Tâ-hâ  55

 

“Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra dirilmek hususunda her hangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkaktır ki biz sizi topraktan, sonra insan suyundan, sonra pıhtılaşmış bir kandan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Size apaçık gösterelim diye. Sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz, daha sonra da kuvvetinize ermeniz için (büyütüyoruz). Kiminiz öldürülüyor, kiminiz de (evvelki ) bilgi(sin)den sonra hiçbir şey bilmemek üzere ömrün en fena (devresine)doğru gerisin geri itiliyor. Sen yer(yüzünü)kupkuru ve ölü görürsün. Fakat biz onun üstüne suyu indirdiğimiz zaman o harekete gelir, kabarır, her güzel çiftten nice nebat bitirir.”  Hacc 5

Kabirde geçen süre, kabir hayatı diye adlandırılır. İnanan insanın tekâmülü kabirde devam eder. Lâkin yaşarken olduğu gibi sür’atli olmaz. Kabirdeki diriliş insanın hakikatle karşılaşması demektir. Meselâ biriktirdiği malı, mülkü, parayı bırakıp kabre girmiştir. Senelerce koruduğu, kimseye istifade ettirmediği servetini bırakmış gelmiş ve şu anda işine yaramaz haldedir. Belki de pek çok kulun haklarını gasp ederek sahip olduğu her şeyin hesabı ile uğraşmakta, dışarıdakiler ise, rahatça harcayıp, savurmaktadır. Yaşarken öğrendiklerinin hakikatini hiç düşünmemiş ya da tam olarak inanmamış olduğunu artık anlar. Ama yapacak bir şey kalmamıştır. Her iş zamanında uyarılar ile yapılmalıdır.

 

“Günahkarların, Rableri huzurunda:(Ey Rabbimiz!Gördük,işittik. Şimdi bizi dünyaya geri çevir de güzel amelde bulunalım. Çünkü kat’i surette inananlarız)diye yalvarır olacakları zaman sen görsen onları.”                                                                                   Secde  12

 

“O halde, şu gününüze kavuşmayı unuttuğunuza mukabil tadın azabı! Doğrusu biz de sizi unuttuk! Yapmakta ısrar ettiğiniz kötülükler yüzünden tadın o ardı arası kesilmeyen azabı!” Secde  14

 

Peygamberimiz (s.a.v.) “ Ölmeden evvel ölünüz” demekle bu hakikati, yaşarken görünüz demek istemişlerdir. İnsanlar dünyadaki lûtfedilmiş nimetler ile oyalanırken, Allah’tan uzak kalmışlardır. Ölmeden evvel ölmekten murad edilen nefsin bütün musallatlarından kurtulmaktır. Bu pek kolay bir şey değildir. İnsanlara nimetler ve hatta ilim de verilirken, esastan uzaklaşmış oluyoruz. Fakat bu da Rabbimizin bir Rahmeti olup, hakikate karşı kuvvetli olanlar için hakikat verilmiş oluyor. İlim ile, sanat ile uğraşanlarda yine de diğer dünya zevkini tercih edenlere göre bir fark vardır ki, uğraştıkları şeyler insanı diğer kötü ahlaktan nisbeten korumuş olur. Meselâ bu türlü kimseler arasında ihtiras, haklara tecavüz, hatta gasp etme görülmez denebilir. Bunun gibi daha pek çok kötü huy yer etmez. Dünyaya düşkün olup, canavar haline gelen gibi asla olmaz. İlim ve sanat bu bakımdan tavsiye edilen önemli bir şeydir.

 

Bais isminden kulun nasibine gelince; insanların bu isimden nasibi, nefislerinin kötü ve fahiş isteklerinden kurtuldukları kadardır. Alimlerin çoğu, insanlara Allah yolunu gösterdikleri için bu isimden nasiptardırlar. Fakat nefislerinin etkisinden kurtuldukları kadar sözleri  etkili olur. Eğer tavsiye ettiği, kendinin yapmadığı bir şey ise sözü etkili olmaz, yani kalbe işlemez. Bu bakımdan alimlerimize çok iş düşmektedir. Önce onlar ilimleri ile amel etmeliler, sonra halka bunu tavsiye etmeliler. Bu bakımdan sorumlulukları da diğer insanlara göre daha fazladır. Meselâ, aslında eli sıkı olan bir alim cömertliği ne derece tavsiye edebilir?

 

Bais isminden gerçekten nasibini almış olan kişi; ölü kalpleri diriltir. Ölü kalp demek, içi dünya sevgisi ve ihtirası ile dolu olan kalp demektir. İnsanların yaşama sevinçleri ihtiras ve hırs ile olur. Görünüşte canlılık arz eden bu durum aslında kalbin ölmüş olmasının delilidir. İşte bu ölmüş olan kalbin diriltilmesi demek, kalpten olumsuz her şeyin çıkarılması demektir. İnsanlara ölmeden evvel ölmek Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından ısrarla tavsiye edilmiştir. Yani kalp tasfiye edilince insanlar görünüşte ölüler gibi olurlar. Bu bakımdan bazılarına göre din, miskinlik gibi addedilmiştir. Fakat esas orta yol yolcularının hali, yarın ölecekmiş gibi hazırlıklı olmak, hiç ölmeyecekmiş gibi de çalışmaktır. İşte  bu orta yolu tutturabilmek çok zordur.  İnsanlara dünya nimetlerinden kopmak, ayrılmak çok zor gelir. Halbuki “dünyayı terk edin” emri vardır. Hem dünya nimetlerinin içinde yaşamak hem de onları değersiz görüp, sıyrılmak insanda yaşam zevkini ve dünya şevkini yok eder. Kalpten boşalan bu zevklerin yerini Allah ile beraber olma zevki alıncaya kadar bu böyle devam eder. Ne zaman ki kalbi Allah doldurur, o zaman kişi dünya nimetlerinden alınan zevkin bir oyalanma olduğunu anlamış olur. Gözünde bütün dünya zevkleri değerini kaybeder. Ve dünyanın terki artık zorla, çalışarak değil; tabii olarak oluşursa, o zaman huzurda olmanın huzuruna kavuşulmuş olarak yaşanmaya başlanır. İşte bu ölmeden evvel ölmenin hakikatidir.

 

Kalbin malâ yani ile yani Allah’tan başka şeylerle  meşguliyeti, aklın meşguliyetini getirir ve bedeni de yorar. Bu sebeple namaz ve zikir tavsiye edilmiştir. Namazın kendisi zikirdir.Yani Allah’ı hatırlama, anmadır. Burada, hiç değilse belli zamanlarda, olumsuzluklardan uzaklaşmak ve mümkün olursa Allah’ı hatırlamak, anmak  için kalbin dirilmesi söz konusudur. Kısaca şöyle denebilir. Kim ki Allah’ı tanıyor, sık hatırlıyor, yaptığı her işten haberdar olduğunu biliyor, o kişi diridir. Allah’dan uzak olan,     anmayan, hiç yokmuş gibi davranan ise ölüdür. İşte Bâis isminin kemal ile yansıdığı kişi, kullara bildiği, tanıdığı Allah’ı anlatır ve onların Allah ile yakınlaşmasına vesile olur. Günahları ve tevbenin hakikatini anlatır. Önce kalpte pişmanlığın doğmasına sebep olur. Pişmanlık doğması kalbin ölü halden çıkacağına delildir. Çünkü ölü bir kalpte asla pişmanlık olmaz, günahlarına ve etrafına verdiği zararlara devam eder, hatta kendisini hep haklı görecek sebepleri de hazırdır.

 

Bais olan kişiler taleb edene verirler, konuşur, anlatır, kalpleri aydınlatırlar. Bu isim böylesine bir kemal ile herkese nasib olmaz. İsa (a.s.) da bu isim şiddetle vardı. Ölü kalpleri dirilttiği gibi, (o günün insanlarından kalplerin dirilişini anlamayanlar için) ölüleri diriltme özelliği de verilmişti. Bu ismin sahipleri ölmeden evvel ölme sırrına erişmiş velilerdir. Onlar verilen ya da verilmeyen her şeyden razı hatta memnundurlar. Dünya bütün saltanatı ile kendini sunsa ,onlar için önem taşımaz, hatta fark edemezler bile. Ne dünyanın ne de ahiretin güzellikleri ile değil, güzelin kendisi ile meşgul olurlar. Yaşama sevinçleri, bir kişi de olsa kurtuluşuna vesile olmaktır. Kendinden başka herkes için duacıdırlar, onların iki cihanda saadetlerini isterler. Kendileri için ise ne verilmişse memnun ve razıdırlar. Düşmanları yoktur. Ayırım yapmazlar, zengin ve ünlüler ile işleri olmaz. Ne makam, ne ün, ne de dünya metaı onları ilgilendirmez. Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmaz ve çekinmezler. Ne geçmiş, ne gelecek hiçbir düşünce onları hak ve adaletten ayırmaz. Allah ile dolu bir kalbin sahibi sürurdadır, sıkıntı bilmez. İnsanlar da onun yanında bütün dertlerini, dünya gailelerini unuturlar. Allah’tan uzak olanda ise, kasvet ve sıkıntı olur. İnsanlar yanında sıkılır, durmak istemez. Kalpte öfke varsa Allah olmaz. Ya da Allah’ın olduğu kalpte öfke, hased, haksızlık, kin nefret olmaz.

 

İnsanların bazen ibadet yaparken bile Allah’sız oluşu mümkündür. Meselâ oruçlu iken kızan, öfkelenen, kötü söz söyleyen, Allah’sız olarak yani kalbinde Allah olmadan oruç tutmaktadır. Bunu söylerken insanların bu ibadetlerden uzaklaşmasına sebep olmak değil, kendilerini, nefislerini murâkabe edebilmeleri için söylemekteyim. İbadetler elbette çok önemlidir. Ama geçerli olan kulluğa sadece bununla varamayız, kendimizi gözetlemeliyiz ve nefsimizden haberli olarak ibadetlere ve iyi işlere yönelmeliyiz.

Mecîd

MECİD (el-Mecîd)     (49)

Yüce, Şerefli, Keremi Bol 

Kur’an-ı Kerim’de:

1)    Allah’ı niteleme olarak iki âyette geçer:

“O övülendir, şanı yücedir.” Hûd 73

“Arşın sahibidir, yücedir.” Burûc 15

 

2)    İki âyette de Kur’anın sıfatı olarak geçer:

“Fakat O yüce bir Kur’andır.”Burûc 21

“Kaf. Şanı yüce Kuran’a yemin olsun ki…” Kaf 1.

 

3)    “hamîd-ün mecîd” olarak:  Hûd 73

 

4)    “Zü’l-arş” ile birlikte: Burûc 15

 

Kelime manâsı, büyüklük, azamet, şeref demektir. Allah; Zât’ı şerefli, fiilleri güzel, nimet ve ihsanı bol olandır. İşte Zât’ın şerefi yanı sıra fiil güzelliğinin de olması Mecîd isminin manâsını verir. Bu isim Celîl, Vehhâb, Kerîm isimlerinin manâsını kendisinde toplamış gibidir. Mâcit ismi  alî, yüce, şerefli demek olup, Mecîd isminde ise manâca daha mübalağa vardır.

Vedûd

VEDUD (el- Vedûd)     (48)

Çok seven ve çok sevilen

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)    Allah’ı niteleyerek iki âyette geçer: Hûd 90/ Burûc 14

 

2)    Kalplerde “vûdd” yani sevgi yaratan olarak: Meryem 96

 

3)    Allah ve Resulune (s.a.v.) karşı düşmanlık yapanları imanlılar; babaları, çocukları, kardeşleri ve akrabaları da olsa sevemeyeceklerdir: Mücadele 22.

 

Herkesin menfaatini gözetip, hayrını istemektir. Allah yarattığı bütün mahlûkatı için, onların hayrını istemekle Vedûd’dur. Bu sebepten ihsan ve ikramda bulunûr. Her ne kadar Rahîm ve Rahman isimleri ile yakın bir manâ var gibi görünse de ayrı şeylerdir. Vedûd isminde insanların anlayacağı manâda bir sevgi vardır. Dolayısıyla muhtaç durumda olana lûtufta  bulunmaya benzemez. Burada  sevgisi demekten murad edilen ,bizim anladığımız sevgi olmayıp, mahlûkatına nimet, şeref vermesi, ihsan ve ikramda bulunması demektir. Allah böyle sever.

 

Bu isim kula yansıyınca, kendisi için istediklerini başkaları için de ister. İstemediklerini  başkaları için de istemez. Vedûd ismi insanda görülmesi yaygın olan bir isimdir. Müslümanlar genellikle hiç değilse ilmen bu ismin ifadesine uygun yaşamaya çalışır. Bu ismin tecellisi de kişide yavaş yavaş olur. İlk merhalede ilim vardır. İlim sebebiyle bu ismin manâsını öğrenen kişi böyle yaşamaya ve bu ahlâkını geliştirmeye çalışır. İkinci merhalede ise irade vardır ki, kişi her ne olursa olsun başkalarını tercihden kendini alamaz. Buradaki irade kişinin kendi iradesi olmayıp, Allah’ın irade sıfatı ile sıfatlanmasıyla  olur.

 

Vedud isminde kemale ulaşmak mümkündür ve bu kişilerde; maruz kalınan eza ve cefalara rağmen, insanlara iyilik yapmaktan, onların saadetlerini kendi saadetine tercih etmekten, hiçbir şey onları alıkoyamaz. O kişilerden eziyet görse de bu durum değişmez. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) bir savaşta mübarek dişleri kırılıp, yanağını kesilmiş ve kanamış iken, Allah’a: “Allah’ım, sen kavmime hidâyet ver, zira onlar hakikati bilmiyorlar, anlamıyorlar…” diye dua buyurmuşlardır. Yine Hz.Ali’ye (r.a.) şöyle buyurmuşlardır: “Mukarrebin meleklerini geride bırakmak, Allah’a onlardan daha fazla yaklaşmış olmak istersen, seni ziyaret etmeyeni sen ziyaret et, seni mahrum bırakana sen ver, sana zulmedeni affet…”

Hakîm

HAKİM (el-Hakîm)    (47)

Bütün emir ve işleri yerli yerinde olan

Kur’an-ı Kerim’de: 97 âyette geçer. 91’inde Allah’ı niteler.

 

1)    Allah yarattığı her şeyi en güzel şekilde yapmıştır: Secde 7

 

2)    Allah’ın yücelerin yücesi olduğu : Furkan 2

 

3)    “Zikrü’l –hakîm”  olarak :  Âl-i İmrân 58

 

4)    “Kitabü’l-hakîm” olarak : Yunus 1, Lokman 2

 

5)    “Kur’anü’l-hakim” :  Yâsîn 2

 

6)    91 âyette Allah’ı niteleyerek geçen “Hakîm” ismi, mutlaka başka bir isim ile geçer: Azîz, Alîm, Habîr, Alî, Hamîd, Vâsi, Tevvâb.

 

7)    “ahkemü’l-hakimîn” (hakimlerin hakimi)

“hayrü’l hakimin”   (hakimlerin en hayırlısı)  terkiplerinde,

Hûd 45/Tin 8/ A’râf 87/Yunus 109/ Yusuf    80

 

Hikmet sahibi demektir. Varlıkların en yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmek demektir. Varlıkların en yücesi Allah’dır. Ve O’nu yine O bilir. İlimlerin en faziletlisi ezeli ve ebedi olan ilimdir. Bazen bu kelime ince sanatları en güzel ve sağlam yapan için de kullanılır ki, bunun kemali de yine Allah’tadır. İlimlerin en üstünü ve faziletlisi yine malûm olanların en üstününü bilen ilimdir. Malûmun en üstünü ve yücesi Allah’tır. İlimlerin de en faziletlisi bu en yüce malûm olarak bilinen Allah’ı bilme ilmidir. Kim Allah’ı tanıyorsa Hakîm’dir. Kulun Allah’ı tanıması ile, Allah’ın Allah’ı tanıması arasında elbette fark vardır. Buna göre de kulun Hakîm oluşu ile, Allah’ın Hakîm oluşu arasında bariz fark olacaktır. Allah’ı tanıma ilmi en yüce ilim olan Marifetullah’tır. Kulun Allah’ı tanıması fiilleri ile, isimleri ile, sıfatları iledir. Zât’ın Zât’ı ile bilinmesi , Zât’ın tanımasıdır. Böylece kul Allah’ı tanıdığı kadar O’na yakın olur. “ Hikmetin başı Allah korkusudur” Hadis-i Şerif’inde sözü geçen korku, kişinin geçmişini, geleceğini, Allah’tan bilmesi, kendi iradesi ile kendi için bir şey yapamayacağını, takdir sahibinin Allah olduğunu bilmesi, son nefesinde nasıl, hangi halde öleceğini ve bunun  kendi takdirinde olmadığını bilmesi demektir. Yani Hikmetin başı fiil tecelliyatına uğramaktır. Allah korkusu taşıyan kişi bilir ki, rızkını veren ,vermeyen O’dur. Böylece mal biriktirmez. Allah’tan korkan bilir ki yaptığı her şeyi görmektedir ve bir gün hesap verecektir, insan haklarına saygılı olur. Hikmetli sözler söyleyene Hakîm denir.

 

Kendisine hikmet verilmiş olanlar, öncelikle Peygamberlerdir. Sonra  Allah’ı tanıyan Arifler, Allah dostlarıdır. Bu kişiler konuştuklarında öz konuşurlar. Menfaatleri için hareket etmezler. Bildikleri yaşadıklarıdır. Onun için sözleri etkilidir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in pek çok hikmetli sözleri vardır. Hikmetli sözler, az kelime ile çok manâ ifade eden sözlerdir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in  hadis diye adlandırılmış olan hikmetli sözlerinden birkaç örnek verelim:

 

“ Din,  güzel ahlâktır.”

“ Kanaat tükenmez bir hazinedir.”

“ Sabır imanın yarısıdır, yakîn ise tamamıdır.”

“ Hikmetin başı Allah korkusudur.”

“ Sükût etmek bir hikmettir. Fakat susan azdır.”

“ Takva sahibi ol ki, insanların en çok ibadet edeni olasın. Kanaatkâr ol ki, insanların en çok şükredeni olasın.”

“ Kişinin faydasız şeyleri terketmesi, iyi Müslüman olmasındandır.”

“ Bahtiyar kimse, kendinden başkasını örnek göstererek vaaz eder.”

 

Hikmet ile ilgili Âyet’lerden de birkaç örnek verirsek:

 

“ Beşerden hiç bir kimseye yakışmaz ki, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de sonra o, insanlara: Allah’ı bırakıp da bana kul olun desin. Fakat o, (öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz Kitap sayesinde Rabbaniler olun) der.” Âl-i İmrân  79

 

“ Allah, peygamberlerden (and olsun ki size Kitap ve Hikmet verdim. Sonra da size nezdinizdeki o Kitap ve Hikmeti tasdik eden bir Peygamber gelmiştir. Ona kat’iyen iman ve ona her halde yardım edeceksiniz diye ) misak aldığı zaman dedi ki: (İkrar ettiniz ve uhdenize bu ağır yükümü alıp, kabul eylediniz mi?). Onlar ikrar ettik dediler. Allah dedi ki: Öyleyse şahid olun, ben de sizinle beraber şahidlik edenlerdenim.” Âl-i İmrân 81

 

“ Allah’ın evlerinizde okunup duran âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz ki Allah her şeyin iç yüzünü bilendir, hakkıyla haberdardır ” Ahzâb  34

 

“ O ümmiler içinde kendilerinden bir Peygamber gönderendir ki, onlara Âyetlerini okur, onları temizler,onlara Kitabı, Hikmeti öğretir. Halbuki onlar daha evvel hakikaten apaçık bir sapıklık içinde idiler.” Cum’a 2

Vâsi’

VASİ (el- Vâsi’)    ( 46)

İlmi, ihsanı, mağfiret ve merhameti her şeyi kuşatan

Kur’an-ı Kerim’de : Dokuz  defa geçer.

 

1)    İlim, rahmet, mağfiret ve kudretinin her şeyi kuşattığı manâda olarak:

Bakara 115, 116, 261, 268 / Al-i İmran 73 / Nisa 130 / Mâide 54 / En’âm 80, 147 / Â’raf 89, 156 / Tâhâ 98 / Nûr 32 / Mü’min 7 / Necm 32

 

2)    Daha çok “alîm” ismi ile birlikte:

Bakara 115, 247, 261, 268 / Âl-i İmrân 73/ Mâide 54/ Nûr 32

 

3)    Nisâ 130’da “hakîm” ile birlikte,

 

4)    Necm 32’de “vâsi’u’l-mağfire” (mağfireti geniş),

 

5)    En’âm 147’de “zû rahmetin vâsi’a” (bol ve geniş rahmet sahibi),

 

6)    Aynı kökten “mûsi” kelimesi Zâriyât 47’de “mûsi’nun” şeklinde “kudret kapsaması” olarak, Allah’ı vasıflandırmakta.

 

Bolluk, zenginlik, genişlik manâsında olup, bol ihsan ve ikram manâsında da kullanılır. Bu ismin mutlak sahibi Allah-ü Teâlâ’dır. Allah’ın ilmi, ihsanı, nimetleri, lûtufları o kadar geniştir ki, asla bir sınır koyulamaz. Allah’ın bu isminde kulunu koruma da vardır. Bu isim Ganî ve Mücîb isimleri ile yakından alâkalıdır. Fakat insanlar Allah’ın isimleri ile isimlenirken, her ismin kemaline ulaşacak kadar isimlenmeyi belki de başaramayacaklarından, Allah rahmeti sebebiyle, isimlerinde çeşitlilik yaratmıştır. Meselâ; beşer cömert manasında olan Ganî isminde kemal noktaya kadar ulaşabilir. Lâkin belki Vâsi isminin kemaline ulaşamayacaktır. Cömert olabilir, ama daimi bol ihsanda bulunamıyabilir. O zaman o kişi de kaabiliyeti kadar ulaşabileceği yere gelmiş olur. Bu sebepten isimlerin çokluğu yine insana rahmettir.

 

Bu ismin insana yansıması ile, o kişide kalp genişliği, ilim ve ahlâk genişliği olur. Bu genişlik öyle bir haldedir ki, kalbini hiçbir şey daraltamaz. Meselâ fakirlik korkusu genişliğine mani olmaz. Burada şuna işaret etmek isterim ki, konu biraz daha anlaşılsın, Ganî ismi ile isimlenmiş kişi meselâ cömerttir. Lâkin aynı zamanda eğer fakirlik korkusu varsa Vâsi’ değildir. Maksadım anlaşıldı diye umuyorum. Hâmilik için ,yani himaye için kudret olmalıdır. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.), şahsi bir malı olmadığı halde kudret sahibi idi. Bu kudreti Allah’a olan imanından alıyordu. Kudret “Allah Kerim” demektir. Hakiki kudret Allah’dan ummak, Allah’a sırtını dayamak, O’ndan başka hiç kimseden bir şey beklememektir. Özetle geniş ve faydalı ilim sahibi olup, Marifetullah’a erişmiş olan, bu isimden payını almış demektir.

Mücîb

MÜCİB  (el-Mücîb)      (45)

Dilek ve dualara karşılık veren (icabet eden)

Kuran- Kerim’de:

1)   Bir Âyette tekil olarak ve Allah’ı vasıflandırarak geçer.: “…Çünkü Rabbin  kullarına çok yakındır, dualarını kabul edendir.” Hûd 61

 

2)  Duaları kabul eden olarak:

“De ki: Dualarınız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?”Furkan 77

Dua edenin sıkıntısını giderip, rahatlatmanın sadece Allah’a mahsus olduğuna dair Neml 62

Duada herşeyden sıyrılıp, “dini Allah’a has kılarak” yapılmasının önemi ile ilgili  olarak, meselâ : Mü’min 14, 65/ Enfâl 24

 

3) Allah, Zâtını nitelerken “mucibun” olarak isimlendirirken, Azametini de katmıştır.  “…Biz de duayı ne güzel kabul ederiz” Sâffat 75

 

4)Dilekleri kabul eden olarak:

Her vesilede kulunun kendisinden dilemesini istemiştir. Mü’min 60.

“Biri benden bir şey istediğinde, onun dileğini yerine getiririm.” Bakara 186. Âyet

Yanlış bir işten duyulan pişmanlık ile de Allah’a yakarılabileceğini bildiren âyetler:

Bakara 152/    Hûd 90 / Nûr 31 / Zümer 53

 

5)Tevbelerin kabulü:

“Kâbilü’t – tevb” ifadesiyle geçer: Mü’min 3

Allah’ın tevbeleri kabul edeceği pek çok âyette mevcuttur. Meselâ : Tevbe 104/ Şûrâ25

 

Kelime manâsı icabet eden, cevap verendir. Allah dileyenlerin dileklerini  yerine getiren, dua edenlerin duasını kabul eden, sıkıntıya düşenlerin ihtiyacını gideren, böylece yarattıklarına mukabele edendir. Hatta istenilmeden, yalvarılmadan, ihtiyaçları bilip, lûtfundan ve kereminden verir. Bilgisi ezelden biliş olup, henüz ihtiyaç olmadan rızıkları ve ihtiyaçları karşılayacak sebepleri yaratmıştır.

İnsanlarda bu ismin tecelli edişi ile, o kişi Allah’ın istediklerine itaat eder. Yap dediklerini yapmada , yapma dediklerini yapmamada itina gösterir. Allah’ın emirlerini tam olarak düstur edinir. Asla dışında bir hareketi düşünemez bile. Sonra her taleb edeni Allah’ın gönderdiğini bilerek, reddetmez. Elindeki imkanları yettiği kadar talebleri karşılamaya çalışır. Hatta karşılayamadığı zamanlarda bile, imdat isteyeni terslemez, reddetmez, bir çaresini bulmaya çalışır. İsteyenin kendisinden istemesini ister. Bu yardımı gizler, başa kakmaz. “İsteyiciye gelince, onu da azarlayıp kovma” Duha 10.  âyetinin manâsını kavramıştır. Elinden geldiği kadar insanlara cevap olmaya çalışır.

 

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) “ Bir paça yemeğine davet edilsem icabet ederim. Bir hayvan ayağı hediye edilse kabul eylerim” buyurmakla, insanların davetlerine icabet ettiğini, verilen hediyeleri de kabul ettiğini bildirmişlerdir.

Rakîb

RAKİB  (er-Rakîb)     (44)

Gözetip, kontrolünde tutan

 

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1)    Allah’ın murâkıb olduğunu anlatmak üzere  3 Âyette geçer:

Nisâ 1,Mâide 117,Ahzâb 52

 

2)    Hûd 93.Âyette ( gözleyen ve bekleyen) anlamında, Şuayb (a.s.)’ı  niteler.

 

3)    Kaf 17,18.Âyette (kayıt ve tesbit eden) manâsında melekleri niteler.

 

İsmin manâsı bilen ve koruyan olup, hiç gafletsiz olarak koruyan ve bilen demektir.

 

Rakîb ismini alana Murakıb denir. Âdeta  Alim ve Kadir isimleri gibidir Fakat bu isimde hem kul tarafından ve hem de Hak tarafından bir murâkabe söz konusudur. Kul Allah’ı murâkabe ederken , Allah da kulunu murâkabe eder.

 

İnsanın bu ismin tecelliyatına uğraması demek, Rabbini ve nefsini murâkabe etmesi ve bu murâkabenin devamlı olması demektir. Yani bir insana Murakıb demek için o kişinin gafletsiz olarak ve yalnızca nefsini ve Rabbini  murâkabe etmesi gerekmektedir.

 

Bu ismin yansımasına uğrayan murâkıb’ların özellikleri şöyledir: Allah’ın her işte kendini murâkabe ettiğini, yaptığı her işi gördüğünü, nefsinin kendisini kötü işlere yönelteceğini bilir. Ve kendini her an bu hile ve oyunlardan korur. Gafletsiz olarak ve daima bu ayık hali korumak suretiyle nefsini bilen, koruyan olmuş olur. “Nefsini bilen, Rabbini bilır” Hadis-i Şerif’i ile, Rabbini bilir, Rabbine olan yakınlığını korur. Bu kişiler kendileri için yaptıkları hataları da açıklıkla kabul ederek, Hakk’ı yerine koyanlardır.

 

“ Kızım Fâtıma olsa, elini keserdim” Hadis-i Şerif’i bunu anlatmaktadır.

 

Allah kulunu murâkabe ederken, iç alemi dış alemine uyuyor mu? Kalbinde dünya hırsı ve sevgisi var mı? İnsanların haklarını veriyor mu?  Helâle ve harama yönelişi nasıldır? Kalbinde Allah ne kadar yer tutar? İşlerinde nefsinin payı ve şeytanın payı nasıldır? Zengine, fakire muamelesi nasıldır? Şöhret ile sevinir, gariplikle üzülür mü? Emanet verilebilir mi? Taleb edeni önemser ve cevap olur mu? İnsanlara karşı taraf olur mu? Nefsini bilir mi? …v.s. diye günde pek çok defa kulunun kalbine tecelli eder.

Kulun murâkabesi ise: Allah’ın murâkıb olduğunu bilmesi, her an gözetimde olduğunu unutmaması, nefsinin ne gibi hileleri olduğunu bilerek, daima onu göz hapsinde tutması. Her olayda kendini eleştirirken, suçluluk payının olabileceğini unutmaması. Hakkı her zaman öne geçirmesi. Bâtılı kendinden ayıklamayı bilmesi ve bu konuda acele etmesi. Kalbini boş düşünce, hayal, uzak emellerden sâlim kılması. Kalbinin çoğu kez Allah’ı hatırlamasını sağlaması. Her aldığı nefesi son nefesi imiş gibi kabul ederek, hazır olması. İmanını sık olarak gözden geçirip, kendinin değeri ne kadardır, kendini kaça satabilir, hangi dünya metaı için değerini hiçe sayabilir? Allah’ı neye değişebilir? Dünya veya ahiret menfaatlerinden hangisini Allah’ın önüne geçirebilir? İşte acı da olsa bu soruları kişi kendine sormalı ve bunu günde çok kez yapmalıdır.

Kerîm

KERİM  (el-Kerîm)    (43)

Fazilet sahibi , keremi sonsuz

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    İki Âyette Kerîm olarak : Neml 40 / İnfitar 6

 

2)    “kiram” olarak iki Âyette melekleri nitelendirmek üzere; Abese 16 / İnfitar11

 

3)    Bir  Âyette de salih ve müttaki kulları nitelemek üzere: Furkan 72

 

4)    “Alâk” suresinde 3.Âyette yer alan “Ekrem” ise Allah’a ait, sonsuz kerem sahibi manâsındadır.

 

5) “zü’l-celâli ve’l-ikram” yani ululuk ve ikram sahibi manâsında: Rahman 27. Ve   78.Âyetlerinde geçer.

 

O vaad ettiğini yerine getiren, mahvetmeyi takdir ettiğini mahveden, verdiğinde umulandan çok veren, ne kadar verdiğinin ve kime verdiğinin hesabını tutmayandır. Zât’ından başkasından istenmesine razı olmaz. Zulmedeni azarlar, Zât’ına sığınanı himaye eder, kimseyi vesilelere ve şefaatçilere muhtaç etmez. Bu vasıflar, kazanılarak değil de tabii olarak, kendiliğinden toplanmış olursa bu Zât Mutlak Kerîm’dir ki, bu da Allah-ü Teâlâ’dır.

Bu ismin insana yansıması mümkündür, lâkin çok gayret ve çalışma ister. Hem de yukarıda sayılan ahlâkın hepsini kazanmak mümkün değil gibidir. Bu sebeple kul Kerîm ismi ile zor vasıflanabilir.

 

Bu ismin insanda tecelli etmesi, o kişinin mutlak dürüst olması ile ilgilidir. İnsanların bazı şeyleri karşısındakine söyleyebilmesi, Hak olanı yerine koyması zordur. İnsanların çoğu net değildir. Söylemek istediğini dolaylı olarak söyler. Çoğu yüzüne karşı söyleyemediğini arkasından söyler. Bu , Allah’dan başka şeyleri ortak edenler için böyledir. Bir kişi ne kadar Allah’ı yakınında olarak kabul eder ve hissederse, o kadar net ve açık olabilir. Kerim isminde hakikatin saklanmaması vardır. Hakikatler ise insanlara hem söylerken hem de dinlerken acı verir. İşte hakikat saklanmadığı için bir helâk de vardır. Helâk çeşitli şekillerde olabilir. Meselâ kişinin özünde evlâdına olan sevgisi, ileride kendisine bakacağı gibi bir menfaat sebebiyle olsa, kendi de evlâdını sadece o olduğu için, hiçbir beklentisi olmadan sevdiğini söylese, bu yalandır. Ve sahibine şöyle bir zarar verir. İnsan kendi gerçeğini saklamış ve kendine yabancı olmuş olur. Bu da kendi değil de başka biri olmuş gibi olmayı getirir. Halbuki biliyoruz ki Allah’ı tanımak, bilmek demek; önce kendini bilmeye yani kendi hakikatinden haberdar olmaya bağlıdır. Aksi taktirde insan kendini iyi sanacak, dolayısıyla düzeltecek bir ahlâkı olduğunu saklamış olacaktır. İşte bu büyük bir aldanıştır.

 

Kerîm ismi insana yansımışsa, o kişi Allah’ın Kerîm olduğunu bilir. Sonra da verdiği her şeyi yerine ulaşıp, ulaşmadığını gözetmeden verir. Allah’ın kullarına, lâyık olsalar da, olmasalar da verdiğini, hiç unutmadan (gaflette olmadan) verir. Sonra bir şeyini saklamayı bilmez. Allah Kerim’dir, diyerek ileriyi düşünmeden ve karşılığını asla beklemeden verir. Kendimize baktığımızda, Kebîr ismi çoğumuzda vardır. Büyükleniriz. Ama Kerîm ismi kaç kişide vardır? Bu isim Celâl vasıflarındandır.

Celîl

CELİL  (el-Celîl)       (42)

Azamet sahibi

 

            Kur’an-ı Kerim’de: “zü’l-celâli ve’l-ikram”  şekliyle iki âyette geçer: Rahman 27,78

 

İsmin manâsı ; Celâl sıfatlarını kendisinde toplayan demektir. Celâl sıfatları: Muhtaç olmama, ilim, kudret, hakimiyet, bütün noksanlıklardan münezzeh oluştur. İşte bu sıfatları kendisinde toplayan mutlak Celil, Allah-ü Teâlâ’dır.

 

Celil ismi sıfatların kemaline delâlet eder. Kebir ismi Zât’ın kemaline, Azîm ismi ise hem Zât’ın hem de sıfatların kemallerinin toplamına delâlet eder.

 

Celâl sıfatlarını kendisinde toplayan, CELÎL’dir.

Cemal sıfatlarını kendisinde toplayan CEMÎL’dir

 

Basîret , beş  duyu ile idrak etmenin dışında, Allah’ın kalbe doğrudan bildirdiği, ve içine şeytanın ve nefsin karışmadığı bir kalp görüşüdür. Basîret ile Celâl sıfatlarının idraki, Cemal ismini alır. Cemal isimlerin güzel olanlarının topluluğudur. Meselâ bu bakış açısından, Adl veya Kahhar ismini anlamak ve bu isimlerden haz almak mümkün değildir. Meselâ Celâl’i idrak edebilmek için Adl ismini anlamak ve hatta haz almak lazımdır. Belki Allah’ın adaleti bazısına ağır imtihanlardadır. Meselâ varlık sebebi ile ahlâkı bozulacak olanı, yokluk ile yaşatmayı, bu adaletin içinde bulabiliriz. Şimdi bu yokluğa tahammül zor iken, bundan hatta haz almak mümkün değil gibidir. Bu sebepten insanlara razı olmaktan önce sabır tavsiye edilir. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.) “Fakrım ile iftihar ederim.” derlerken, yokluğundan razı oluşunu dile getirmişlerdir. Bu da yüksek makamlarda olanlara ait bir deyiştir.

 

Hulâsa bütün kemalât, ahenkli ve güzel olarak, haz alınan birer Cemal özelliğidir ve bâtıni gözle bunu seyretmek hoşluk verir. Celâl ise, eğer kişi konunun aslına vâkıf olacak bir idrake henüz ulaşamamışsa, acı verir. Kişi, Allah’ın isimleri ile isimlenmiş ve kemal derecesinde bu isimlenme hayatına geçmiş ise, yani sıfatlar ile sıfatlanmayı tamamlamış ise, bu noktadan sonra Celâl ile Cemal aynı olur. Celâl’de Zâti sıfatlar kemalinde olarak bulunduğundan, bir kişide Zât tecellisi olmadan Celâl idraki olamaz. Celâl ancak azın azı tarafından anlaşılır. Umum Cemal peşindedir, hem haz olarak hem de idrak olarak insanlar için anlayışa ve hazza açıktır.

 

İnsanın bu isimden payı: Celîl ve Cemîl ismi ile isimlenmiş kişilerin bâtıni sıfatları yani ahlâkı, Kur’an Ahlâkı’na uyar. Basîretli kişiler de bu kişileri tanır, anlar. Kalpler yanında bulunmakla huzur duyar, haz alır. Fakat  bu az bulunan kişilerin Celâl vasfını anlamak mümkün olmaz. Zira basîret Cemal’i müşahedeye yeter. Bazen anlaşılmadıklarından dolayı yanlış değerlendirilebilirler. Fazla yaklaşmamakta fayda vardır. O’nların dışları güzel olmasa bile iç âlemlerinin güzelliği bir çekim alanıdır.

Mukît

MUKİT   (el-Mukît)    (41)

Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp,veren

 

“Kim iyi bir işe vesile olursa, bu iyilikten onun da nasibi olur. Kim bir kötülüğe aracı olursa, bu kötülüğün vebalinde mutlaka ona da bir pay vardır.Allah her şeyin karşılığını vericidir”  Nisa 85

 

Bu isim Kur’anda sadece tek Âyette  geçer.

 

Bu kelimenin manâsı azıkları yaratıp bedenlere gönderen demektir.Azık bedenin hayatta kalmasını sağlayacak miktardaki yiyecek demektir. Azıklar, iki türlü mütâlaa edilir:

 

  1. Her türlü yiyecek ve içecekler: Bunlar beden için gereklidir.

 

  1. İlim ve marifetler (Allah’ı bilme ilmi): Bunlar da kalpler içindir.

 

Rezzâk ismi, daha önce bahsedildiği  gibi rızıkları veren manâsınadır. Mukît ismi ise Rezzâk isminden daha geniş kapsamlıdır, özele aittir. Meselâ, Mukît ismi ile bir kişiyi rızıklandırdığında  o kişi yemek yemese de, su içmese de Allah ilim ve kudreti ile bu kişinin kalbini besler, bu kişi de rızka ihtiyaç duymaz. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.) , birkaç günlük orucu bozmadan tutmuş ve eshabına “siz bu hale heves etmeyin, Rabbim beni besler” demiştir. Rezzâk ismi, genele aittir.

 

Bu ismin insanda tecelliyatı zordur. Ama olabilir. Bu ismin yansıdığı insan, eli ile bedenlerin azıklanmasına sebep olur, dili ile de kalplerin rızıklanmasına sebep olur.

 

Eli ile bedenlere azık dağıtmak daha kolaydır. Lâkin kalpleri beslemek, rızıklandırmak zordur. Bu kâmil kişiler kendi kalpleri rızıklanmadan, başka kalplere rızık vermeye sebep olamazlar. Kendi kalplerinin rızıklanması ise âfakî ve enfüsî olur. Âfaki olan, rızıklanma kendinin dışından gelen ilhamlardır ve Allah’ın ilim ve kudret sıfatları ile sıfatlanmış olmak sebebiyle gelir. Peygamberlerin emrine rüzgar, fırtına ve bulutların verilişi gibi. Enfüsî olanlar ise, his ve düşünce âlemini arı duru hale getirmekle elde edilir.

 

Bu hal kalbde, ilim ile, marifet nûrunun parlamasıyla olur. Bu  rızıklanma kişinin nefsine yönelip, iç âleminde yolculuk yaparak nefis muhasebesini daimi yapmasıyla  ele geçer.