- Zekâtın verileceği yerler:
Tevbe sûresi/60. âyette: “Sadakalar, Allah’dan bir farz olarak; ancak fakirlere, miskinlere, (sadaka dağıtmakla) memur olanlara, müellefe-i kuluba(kalpleri İslâma alıştırılmak istenenlere), köle ve esirlere, borçlulara, Allah yolunda cihad edenlere, yolcuya mahsustur. Allah hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir” zekâtın verileceği yerler açıkça bildirilmiştir. Bu âyet-i kerimedeki sekiz gurup zekât verilecek olan kimseler, İmam Şafii’ye göre, bu gün de aynen uygulanmakta ve Şafii’ler her guruba zekâtlarını bölerek vermektedirler. İmam Âzam Ebû Hanefi’ye yani Hanefi mezhebine göre ise; zekâtı her guruba bölme şartı yoktur. Yalnız yukarıda sayılan kimseler, zekâtı hak edenlerdir. Bu guruplardan birine dahil olana da, birkaçına dahil olana da zekât verilir. Açıklığa kavuşturmak üzere, âyeti tetkik edecek olursak;
Sadaka: Kelime olarak, kişinin malından sırf Allah’ın hakkı olarak ayırdığını anlarız. Sadaka, Allah’a sadıkane bağlılık anlamını taşır. Tasadduk etmek yani sadaka vermek demek ise; “sadıkane bağlılığını göstermek üzere kendi malından, severek, hoş bir gönül ile vermek” anlamındadır. Eğer kişi,Allah için vermek ister ve çoluğunun, çocuğunun rızkından keserek, bu rızaya ulaşmak isterse günahkâr olur. Bu sebepten dinimiz orta yolu tavsiye etmiş, her veriş için ince ince hesaplar yapmış, böylece ailesinin geçiminden arta kalan için verişleri tayin etmiştir. Sadakalar iki türlüdür: Biri farz olandır ki, zekât denir. Sahip olunan ve zekât verme miktarına ulaşmış olan belli mallardan verilen çeşitli zekâtlardır. Diğeri tatavvu sadakası denilen nafile olandır ki; buna malın hesabı yapılmadan verilen sadakalar dahildir.
“..Allah’dan bir farz olarak…” âyetin bu bölümü ile, zekâtın farz olduğunu ve bu farz gereği farz olan sadakanın(zekâtın) kimlere verileceğini anlıyoruz.
1)Fakirler: Kur’an ve Hadis ışığında fakir demek; bir şeyleri olsa da günlük geçiminde zorlanan, nisap miktarına ulaşan malı veya parası olmayan demektir. Bu günün şartlarında, zor geçinen memurlar da fakirlerden kabul edilebilir. “İffetli ve çekingen olduklarından, hallerini bilmeyenler onları zengin sanırlar” Bakara 273. âyette, fakirlerin durumu bildirilmiştir.
“Onların mallarında dilenen ve dilenmeyen yoksullara ait belli bir hak vardır” Me’aric/ 25. âyetinden anladığımız gibi; fakire verilmesi gereken sadakanın veya zekâtın aslında fakire ait olan bir hak olduğunu; zenginin verme ile lutfetmiş olmadığını; fakire ait payın, zenginde beklediğini ve zengin olanın bu borcunu ödemek üzere, fakire vermesi gerektiğini anlıyoruz. Bu hak, Allah-ü Tealâ’nın emri ile sabit olmuş bir hak olarak, doğrudan Allah’ın hakkıdır. Nitekim Hz. Peygamberimiz(s.a.v.): “Ben sadakayı zenginlerinizden alıp, fakirlerinize vermekle emr olundum” buyurmuşlardır.
Böylece fakire verişler, Allah için sadıkane verilir. Ne zenginin verdiği için fakire minnet ve eza yüklemeye hakkı vardır; ne de fakirin bir zenginden istemeye hakkı vardır. Hatta her fakirin her sadakayı almaya hakkı ve yetkisi yoktur. Bunun içindir ki, fakir zenginde olan hakkını alırken, verilen hakkının temiz mi, kirli mi olduğunu araştırmak durumundadır.
Haşimi oğulları’na zekât verilmez. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) kendi zamanlarında; kendileri ve ailesi için asla zekât ve hatta sadaka kabul etmemişler, ancak hediye olanın az bir kısmını kabul etmişlerdir. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.) soyundan olan seyyidlerin zekât alması da, bu gün için haram tutulmuştur. İmam-ı Âzam ise; “Asr-ı Saadette, ganimetin bir bölümü bu kişilere verilirdi, fakat daha sonra bu veriş ihmal edildi. Bu sebepten sonradan gelen Haşimi oğullarına (yani Seyyidlere) sadaka verilebilir” hükmüne vardıysa da; ittifak ile zekât değil, belki sadaka ve hatta hediyenin verilebileceği inancı vardır.
2)Miskinler: Hiçbir şeyi olmayanlardır. “Yersiz, yurtsuz, evsiz, barksız, yoksul ve kimsesizler” Beled/16. âyeti ile tarif edilmişlerdir. Dışardan bakılınca yoksullukları aşikâr fark edilir. Miskinlik fakirlikten daha aşağıda olup, acizlik ve zilleti de ifade eder. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.); miskin için: “İhtiyacı olup, kimseden bir şey istemeyen, hali anlaşılmadığı için de kendisine sadaka verilmeyen kimsedir” (Ebû Hureyre r.a.) buyurmuşlardır.
3)Zekâtı tahsil eden memurlar: Asr-ı Saadette zekâtı toplamak üzere görevlendirilmiş memurlardır. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.)’in hiçbir yakını bu işle görevlendirilmemiştir, bu görev Haşimi’lere yasaklanmıştır. Fakat bu kişilere toplanmış olan zekâttan bir ücret verildiği halde, bu işlerine karşılık aldıkları ücrettir. Yani zekât alıyor sayılmazlar. Zekât toplayan, zengin bile olsa bu ücreti alır.
4)Müellefe-i Kulûb: Kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenlerdir. Bunlar, Resullullah(s.a.v.) zamanında zekât almış olan üç guruptur. Bir kısmı; azılı kâfirlerdi ve bunları İslâm tarafında mümkün olduğunca tutmak üzere, Müslümanlara eziyetlerini önlemek üzere yani siyaseten, devletin büyümesini ve İslâm’ın yayılmasını sağlamak üzere ihsan ve yardım yapılmıştır. Bu yardımların ve ihsanın resmi olarak toplanmış olan zekâttan olduğuna dair açık bir rivayet yoktur. “Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz bir şeyin beşte biri muhakkak Allah ve Resûlüne aittir…” Enfal 41.âyeti hükmünce, bu ihsanların Hz. Resûl (s.a.v.)’in şahsına ait olan ganimetlerden karşılanmış olması muhtemeldir.
Diğer bir kısmı; bazı kabilelerden Müslümanlığı kabul edenlerin, kendi kabilelerinde rahat edebilmeleri için, o kabilenin başkanlarına yapılan ihsanlardı. Böylece bu kabile başkanlarının kendi kabilesinden İslâm’a girenlere eza ve cefa etmeleri önlenmiş, hatta kendilerinin bile İslâm’a girmeleri sağlanmış olurdu.
Üçüncü kısım ise; İslâm’la yeni şereflenmiş, henüz İslâm kimlikleri yerine oturamamış, zayıf imanlı kişilerdi ki; fakir ve muhtaç olmasalar bile, imanları kuvvetlensin diye, özellikle bol ikram ve ihsan görüyorlardı. Hz. Peygamberimiz(s.a.v.); imanı kuvvetli olana değil, zayıf olana ihsanda bulunmayı tercih etmişlerdir.
Huneyn zaferinden elde edilen ganimetlerden bir kısmını, kalplerini İslâm’a alıştırmak ve ısındırmak için Kureyş’lilere dağıttıklarında, Ensar’dan bir kısmının canı sıkılınca: “Ben, Kureyş’ten henüz küfre yakın olan bazı kimselere ihsanda bulunmak suretiyle, onların kalplerini İslâm’a ısındırmak istiyorum. Allah’a yemin ederim ki; sizlerin Allah’ın elçisi ile evlerinize dönmeniz; onların mallarıyla evlerine dönmelerinden daha hayırlıdır” (Enes b. Malik r.a.) buyurmuşlardır.
Saffan b. Umeyye (r.a.) şöyle demiştir: “ Kendisi en çok nefret ettiğim birisi olmasına rağmen, Hz. Peygamber Huneyn günü bana ihsanda bulunmuş ve bulunmaya da devam etmişti. Öyle ki, O, artık en çok sevdiğim biri oluvermişti”.
Ebû Bekir (r.a.) halifeliği sırasında; müellefe-i kulubdan olan birilerine istekleri üzerine kıraç bir araziyi yazılı bir kâğıtla vermiş, bu verişi Hz. Ömer fesh etmiş ve: “Resulullah sizi İslâm’a ısındırıyordu. Ve o gün Müslüman’ların sayısı azdı. Şimdi ise, Allah Müslümanların sayısını çoğalttı” demiştir. Ebû Bekir(r.a.), Hz.Ömer’in bu kararını doğru bularak, kendi kararından dönmüştür. Bu sebepten bu gün, Hanefi ve Maliki mezhebi bu görüşü benimseyerek, zekât verilenler arasından müellefe-i kulubü çıkartmışlardır.
Özetle ve ihtiyatla şöyle söylemek uygundur: İslâm’ın kuvvetli olduğu yerde ve zamanda çıkartılabilir. Ama gerektiğinde Hz. Peygamber(s.a.v.) gibi davranılmalıdır. Bu verişler de zekâttan değil, sadakadan olmalıdır.
5)Köleler: Köleliğin olduğu zamanlar için geçerli olup, bu madde bu gün için hükümden kalkmıştır. Efendisinden para ile azad olabileceği halde, parası olmadığından azad olamayan kölelere zekât parasından verilerek, bu para ile hürriyetini alması sağlanırdı.
6)Borçlular: Kefaletten dolayı borçlanan kimseye, iflâs ederek fakirliğe düşen kimse fakirlikten kurtuluncaya kadar, bir afetle malı mülkü elinden gidenin, yaşaması için gerekli olan ihtiyaçlarını temin edinceye kadar zekât ile destek verilir. Eğer kişi parasını kötü yolda harcayarak, borçlanmışsa; zekât yardımı tevbe ettikten sonra yapılır. Eğer borçlu olan zengin ise, borcunu zekât ile ödemek olmaz. Ama bu borcu, iki topluluğun arasını bulmak veya bir fitneyi bastırmak üzere yapmışsa, borcu zekât parasından ödenir.
7)Allah yolundakiler: Bu manada cihad, hac ve ilim tahsili için yolculuk edenler kastedilmiştir. Âyette geçen “fi sebilillah” (Allah yolundakiler) kelimesi ile çeşitli zamanlarda çeşitli müfessirler ve alimler; İlâ-yı kelimetullah yani Allah’ın kelimesini yükseltmek yolında olanlar kastedilmiştir, demişlerdir. Bir kısmı nafakası ordu tarafından temin edilemeyen gazilere zengin de olsa, savaş yardımı olarak verilir dediler. “Zengine sadaka helâl olmaz, ancak fi sebilillah(Allah yolundakiler) ve ibni sebil(yol oğlu yani yolcu) veyahut o kimse bunun dışındadır ki; yoksul bir komşusu vardır, kendisine verilen sadakayı o yoksul komşusuna iletmiştir” sahih hadisi ile bu konuyu anlamış oluyoruz. Buradan çıkan mana ile, cami yaptırmanın veya herhangi bir hayrat yaptırmanın zekât ile bağlantısı yoktur. Vakıflar için yapılan hayırlar da böyledir. Buralara yapılan hayır, zekâttan değil sadakadan olmalıdır.
8)Yolcular: Yolda olan alıştığı diyardan uzakta olup, mahrumiyet içindedir. Yolcunun fakir olduğu biliniyorsa, zekât rahatlıkla verilebilir. Eğer zengin ise, ama malından içinde bulunduğu şartlarda yararlanamıyorsa, memleketine dönmesini sağlayacak kadar verilecek olan para, zekâttan sayılır.