Kategori arşivi: Adımlar 2.Cilt

Zahitlik Hakkında Derim Ki

Zahitlik hakkında derim ki:

İnsanlar Allah(c.c.)’ı bilmek için yaratılmışlardır. Bunun başlangıcı da İslâm’ın şartlarını yerine getirdikten sonra, yasaklara uymak, helâl ve haramı tanımak ile olur. İnsanların bir kısmı bu kadarı ile yetinirler ve daha ilerisini düşünmezler bile. Bir kısmı da edindiklerini yeterli bulmayarak, daha derin bilgilenmek isterler. Bilgilendikçe, Allah’ı daha çok tanımaya başlarlar. Tanıdıkça kalplerinde sevgi hasıl olur. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in ahlâkını, sünnetlerini öğrendikçe, sünnetlere uymaya çalışır. Bu güzel ahlâk ile ahlâklanmak isterler.

İnanmış ve hakikate yönelmiş olan insanların bir kısmı, ibadetlerini arttırarak, varacağı yerin daha yüksek olmasını ister. Bir kısmı ilim ile gidişin ve yükselişin mümkün olduğunu düşünür. Bir kısmı zühd ile, diğer bir kısmı takva yolu ile, az bir kısmı ise irfan ile gidişi mümkün görür.

Asl olan; ruhlar olarak yaratıldığımız âlemden, yaşadığımız  şu mülk âlemine indirildikten sonra, daha önceden mevcut olan bilgimizi unutmuş ve dünyaya geliş amacımızdan sapmış olduğumuzdur. İşte unuttuğumuz bu bilgiyi yeniden hatırlamamız ve gayemize kavuşmamız için yaşamakta olduğumuzu, hiç değilse ilmen bilmeliyiz. Eğer dünyada yaşarken bu bilgiyi hatırlayıversek, asli vatanımızdan ayrılmış olmanın acısını öylesine hissedecektik ki, oraya kavuşmaktan başka bir gayemiz kalmayacaktı. Bu gaye de, insanı dünya ve hatta ahiret sevgisinden sıyıracak, hiçbir gayrete hacet kalmadan, maksat hasıl olacaktı.

Bu sebepledir ki; kalbine Allah(c.c.) muhabbeti düşen kişide, bu arzu edilen olmuş olur. Kendiliğinden bu sevgilere yer kalmaz. Tek maksadı, esas vatanına kavuşmak, hicret etmek isteğidir. Bu vatan ise, Allah-ü Tealâ’dır. Burada kavuşmak derken ölümden değil, yaşar iken tevhide ulaşmaktan söz ediyoruz. Bu; fiil, isim, sıfat ve Zâtî tecelliler ile doluş diye de söylenebilir.

Her insan bunu yaşayamaz. O zaman gayret ile olan yollar açıktır. İşte zahitlik de bu yollardan biridir. Bu yolların hepsi hak ve gerçektir. Hiç biri diğerinden üstün değildir. Sadece zorluk ve kolaylık bakımından farklar vardır. Aşk ve muhabbet yolu, gayretsiz olarak hasıl olduğu için, yapılması gereken her şey kendiliğinden yapıldığı için, kolaydır. Lâkin aşkın da kendisi başlı başına zahmettir. Fakat bu zahmet bile aşkın içinde, anlaşılmadan, iradesiz olarak yaşanır. Şöyle anlatılabilir: Aşık olanın terk edecek hiçbir şeyi olmaz. Canı da dahil olmak üzere, sevdiğine peşin olarak her şeyini vermiştir. Dünyayı terk etmek bu kadar zor olduğu halde, kalbinde yoktur ki, terk etsin. Kalbinde   Allah(c.c.) sevgisinden başka bir şey kalmamıştır. Ne Cennet düşünebilir, ne Cehennem’de yanmaktan korkar. Sadece aşık olduğunun muradına iradesiz olarak uymayı bilir. O nereye koyarsa, orada durur. Belki anlaşılması zor bir durumdur da, Hz. Mevlâna’ya aşktan sorulduğunda, “Ben ol da bil” demiştir.

Allah-ü Tealâ, dünyayı kerih gördüğünü bildirirken, kullarının da dünyayı tanımasını dilemiş, terk edilmesi gerektiğine işaret buyurmuştur. Allah’a gidiş yolunun açıklığı için, kalbin; meşgul eden her türlü düşünce ve istekten sıyrılması gerekmektedir. Zahitliğe girenler, kalplerini bu işgallerden korumaya çalışırlarken, bir taraftan eskiden beri işgal etmiş olanları def ederler, bir taraftan da yenilerini uzaklaştırmak isterler. Çok büyük bir gayret ve nefis terbiyesinin içindedirler. Bu bakımdan takdire şayandırlar.

Diğer yandan da biliyoruz ki, bazılarının kalbine; sahip oldukları ile ilgili bir muhabbet girmemişse, bu kişiler zahitlerin almak istedikleri yolu aşmışlar demektir. Fakat bu da her nefsin kendini savunmak üzere söyleyeceği bir yalandır. Herkes  dünyayı sever. Kalp ise dünyadan bir şeyler ile daima meşguldür. Ancak; ya özel yaratılmış olan Peygamberler ve Onların peşinden gidenler;  ya da aşk ve muhabbet rüzgârının estiği kalpler, müstesnadır. Bu iki durum dışında, gayret ve çalışmak ile, nefis mücahedesi ile, zikir ve sohbet ile belli bir gayeye zor da olsa ulaşılır.

Zahitlikte aslolan, kalpten Allah’dan başka her şeyi çıkarmaktır. Bunun için kuvvetli bir iman gereklidir. Sülûkta(yani Allah’a doğru yolculukta), kul her gün imanını gözden geçirerek, nefsinin yanıltmalarına, aldatmalarına uyanık olarak, dinin makamlarına birer birer ulaşmalıdır. Bu bazen senelerini kapsar. Yılmadan yolun yolunda bulunmalıdır. Onlarca yıl bir yandan ibadet, diğer yandan yol almak için gerekenlere riayet, elbet zordur. Ve nefsine yenik düşebilir. Bu bakımdan dostlara, kendi gibi arayanlara ihtiyaç duyulur. Böylece birbirinden kuvvet alınabilir. Burada yol göstericinin önemi çok büyüktür. Mürşit yola ışık tutup, yolcuyu aydınlatır. Sohbet ise yol almada en kıymetli etkendir. Kişinin kendi kendine belki de hiç göremediklerini görmesine vesile olacaktır. Senelerini cehd ve gayret içinde harcayarak ilerlediğini sanan kişi, belki de dağ olacak, kibre düşecek ve fakat bunu göremeyecektir. İşte nefsin ve şeytanın oyunları, hileleri, yola koydukları barikatlar, sohbetlerle öğrenilir. Bu bakımdan sohbet, yetkili bir ağızdan yapılmak üzere; ne ümidi fazla vererek, ne de korkuyu öne çıkartarak değil; tam yerinde olmak üzere çok önemlidir.

Günümüzde Zahitlik

Günümüzde Zahitlik:

Peygamberimiz(s.av.),  Sahabi’leri ve onlardan sonra gelenler elbette en hayırlılardır. O devrin şartları sınırlı, yaşantılar sade, imkânlar az idi. Bu kıymetli insanlar, zaten çoğu zaman aç yatıyorlardı. Elbiseleri zor elde ediyorlardı, yerde iki kat kumaş üzerinde yatıyorlardı. Kap kacakları sınırlı idi. Zengin olanları da varlıklarını yoksullara harcıyorlardı. Paylaşım vardı. İnsanlar, Peygamberlerini yoksulluk içinde gördükçe,  çok sevdikleri peygamberlerinin haline bakarak, kendileri için yoksulluğu daha reva görüyorlardı. Sağlam bir ipleri vardı. Önlerinde örnek bir Peygamber vardı. O’nunla birlikte yaşarken, imanlarına sarılıp, O’nun varlığından kuvvet alıyorlardı.

Bizler ise ahir zamanın acizleri olarak, otuz katlı binaların yapıldığı, her köşede marka eşyaların satıldığı, ekmeğin bin bir çeşidinin satıldığı, yabancı sermayelerin açtığı ayak üstü modasının içinde; televizyon sayesinde bütün dünyanın ne yediği hakkında bilgilenen ve özenen insanlar olarak, ne kadar zordayız. Ne yesem, ne giysem, ne alsam, nerede gezsem, nefsimi nasıl mutlu etsem düşüncelerinden fırsat bulup da nasıl Allah’a yöneleceğiz? Hadi bir lûtuf oldu da yöneldik diyelim, çoluk çocuğu nasıl koruyacağız?

O zamanın şartlarına göre olan zahitliğin şartlarını günümüze uydurup, Hadislerin üzerine kendi yorumlarımızı mı koymalıyız? Bu haddimizi aşmak demek olmaz mı?

Hayır böyle değil, zühd kendi içinde bölünemez, parçalanamaz bir bütündür. O zaman, belki devrimize zühd yolu kapalıdır, diyebiliriz. Meselâ mesken olarak baksak, Ashab-ı Suffa gibi cami köşelerinde yatsak, böylece üst sınıftan bir zahit olsak, polis bizi oralarda bırakmaz. Giyecek olarak ayağı çıplak olsak, “malı mülkü vardı dağıttı, şimdi çıplak ayak geziyor” diye akıl hastanesine koyarlar. O zaman düşük seviyede bir zühd yapalım diyerek nalın giysek, aynı sonuca gideriz.

İşte bu sebeplerden, zühd yolu kapalı gibi olur. Ama yememizi orta karar tutsak, çeşite düşkün olmasak, etli-etsiz, tatlı-tatsız ayırımı yapmadan her şeyi yiyebilsek, yediklerimizden bazen fedakârlık ederek yiyemeyenlere ikram etsek; giyeceklerimizi markalı olanlardan değil de vasat olan eşyalardan seçsek, ayağımıza hem sağlam hem uygun fiyatlı olanı giysek; evlerimizde süslemeye düşkün olmadan yaşasak, oturduğumuzdan fazlasını edinmesek, yaşayacak kadar kazansak ve infak edebilsek, bunları çocuklarımıza da aşılayabilsek belki bu devir için, ne kadar yerinde olur. Allah’a da “Rabbim az olan bu gayretimi, zühd olarak kabul et” diye dua ile niyetimizi belirtsek, belki affolabiliriz. Zira ahir zaman ümmeti, Peygamberini görmeden yaşamaktadır. Görmeden sevmiştir. Görmeden, göz yaşı dökmektedir. Belki biz de o devirde, görerek yaşamış olsaydık, daha farklı olacaktık. Ve yine bizler, dünyanın tam da, en cazibeli olduğu zamanda yaşamakla, belki azgınlığa düşmeden nefislerimizi kötülüklerden, kul haklarından korumakla; elimizden geleni yapmışız gibi kabul görebiliriz. Allah(c.c.)’ın merhameti yücedir ve biz ancak merhametinden ümid ederek yaşamaktayız.

Bütün bu sebeplerden dolayı, belki küçük bölgelerde yapılabilse de, zühd yolu zamanımız için kapalı gibidir. Bu sebeple aşk yolu, ahir zamanın yoludur. Bununla sonunda insanlık âleminin hepsine muhabbet oluşur. Belki tevhide gidiş de böylece mümkün olur.

Zühtün Alametleri

Zühdün Alâmetleri:

Bazen dünyalığı terk edenlerin zahit olduğu sanılır. Halbuki bu kişiler, dünyalık ile yaşamayı sevdiklerinden daha çok; zahit oldukları için övülmeyi severler. Geçim darlığı ile yaşamak onları etkilemeyebilir. Fakat zahit olmamak, buna kimsenin şahit olmaması onları daha çok üzer. Bazıları da zühd kıyafetleri giyerek, insanlardan hediye beklerler. Buna kendileri de çoğu zaman inanmışlardır. Çoğu nefsinin aldattığını bilemez. Bunu anlamak için, zahit iç âlemindeki üç alâmete bakmalıdır:

1)Malın varlığına sevinmemeli, yokluğuna üzülmemelidir. Hatta tersi olmalıdır. Bu, malda zahit olduğunun alâmetidir.

2)Yerilme ile meth edilmeyi bir görmelidir. Bu da cah ve mevkide zahit olmanın alâmetidir.

3)Çoğunlukla taatin zevkine varmalı ve Allah(c.c.) ile ünsiyetten hoşlanmalıdır. Eğer insanlarla ünsiyetten hoşlanıyorsa, zühdünü tekrar gözden geçirmelidir. Zira zühd, zahidleri Allah ile ünsiyete götürür.

“Nefsi ile meşgul olan, insanlarla meşgul olmaktan; Rabbi ile meşgul olan, nefsi ile meşgul olmaktan kurtulur” Bu arifler makamıdır.                                                   Süleyman Dârâni

“Zühd varlığından ayrılmakta rahatlık duymaktır”

                                                          Muhammed b. Hafif

“Zahit dünyada, arif de ahirette azdır”               Nasr Abâzi

“Dünya bir gelindir. Onu arayan onu güzelleştirmeye çalışır. Zahit onun yüzünü yolar. Arif ise, o tarafa bakmadan, Allah ile meşguldür”                                            Yahya b. Mu’az

“Allah için zahit olan sana hardal ve sirke koklatır. Arif ise, seni de yüce makamlara ulaştırmak için, misk ve amber koklatır”                                                                Yahya b. Mu’az

“Zühdün üç alâmeti vardır. Hiç karşılık beklemeden Allah için amel, karşılıksız söz, riyasetsiz izzettir” (Yani insanlara karşı zillete düşmemektir)                                    Yahya b. Mu’az

Dua-Zühd

DUA

Ya! Allah! Ya! Allah! Ya! Allah!

Kalplerimizi, Senden başka her türlü muhabbetten temizle. Senden başka şeylere muhabbetimiz ise; ya Senin için, ya Senin rızan için olsun. Eğer kalbimize nazar eder de, orayı boş bulursan; biliyoruz ki İlâhi Tecellilerinle doldurursun. Kalbimizin boş olması ise, ancak kuvvetli iman ile, bilhassa ahirete imanın kuvveti ile mümkündür. Sana iman ettik, Resullerine iman ettik, Kitaplarına ve Meleklerine iman ettik. Ahiretin varlığına kuvvetle iman etmemize yardım et, Ya Rab!

İmanın en zor olan kısmı olan; ahirete iman, hayır ve şerrin Senden geldiğine iman ve öldükten sonra tekrar dirileceğimize imanı tam olarak bize sundur. Bu üç iman şubesi, insanları dünyanın cazibesinden koruyacaktır. Bunların eksikliği ise, nefse daima açık kapı bırakacaktır.

Kalbimizi; fiillerinde, isimlerinde, sıfatlarında  tevhid ile öylesine doldur ki; artık imanın hiçbir şubesinde şek ve şüphe kalmasın.

Daha kolayı, kalplerimizi muhabbetinle öyle doldur ki, başka muhabbetler filizlenemesin.

Böylece, Sana gelmeyi farz bilelim, Sana yakîni amel bilelim, Seninle ünsiyeti iman bilelim.

Sen sevmezsen, biz sevemeyiz. Eğer kalbimizde muhabbetin yerleşmezse, o zaman mecburen zahitlik veya abitlik ya da alimlik yolları açılacaktır. Eğer bu yollarla Sana ulaşmamızı murad etmişsen, yollarımızı kolaylaştır. Biz bilemeyiz, Sen bilirsin. Her şeyin en münasip olanını bilen Rabbim, bize neyi murad ettin ise, onu sevimli göster, razı kıl. Biz ise ancak merhametine sığınarak ümit ile beklemedeyiz. Ya! Rabbi Rahim!

Şiir-Zahit-Aşık

ZAHİT-AŞIK

Zahid olan korku ile yol aldı,

Tüm dünya lezzetleri ardında kaldı .

Aşık ise ümit ile yol aldı;

Bu uçuşla yolun sonuna vardı.

 

Zahid çile ister, kazanmak için,

Dünyayı önemsemez, ahiret için.

Aşık olan çile çekse anlamaz,

Kahrı, lûtfu bir görmeye aldırmaz.

 

Zahide dünya zarar, ahiret kârdır.

Aşığa kâr da,  zarar da haramdır.

Zahid olan iradesini zorlar

Aşık olan İradeliye koşar.

 

Zahide etrafı iltifat eder,

Aşıksa zillete hep boyun eğer.

Zahit düşman olur dünya ehline,

Aşık aşinadır, halkın haline.

Zahit bir adımla bir perde yırtar,

Aşık bin gönülde bin perde açar,

Zahit ahireti nefsiyle ister,

Aşık sevdiğine, nefissiz gider.

 

Zahit yaptıklarını unutmaz, sayar,

Aşık yaptıklarını, hep boşa koyar.

Zahit yokluğuna hep şahit arar,

Aşık, yokluğunu bilmeden, savar.

 

Zahit orta yolu bilemez, arar,

Aşık orta yolun üstünden uçar.

Zahit daim, nefsini terbiye eder,

Aşık nefsi olmadan o Şah’a erer.

 

Zahit dünya terk eder, ahiret için,

Aşık terki terk eder, Zü’l Celâl için.

Zahit anlatırken kendi halinden

Aşık hep dem vurur, ol Cemal’inden.

 

Zahit dev olurken, kendi indinde

Aşık toprak olur, halkın elinde.

Zahit amelini atlasta saklar,

Aşık sevabını, umuma saçar.

 

Zahit yücelirken, halkın gözünde,

Aşık nokta olur, âlem indinde.

Zahit büyüdükçe, yolu uzatır,

Aşık küçüldükçe, yolu kısaltır.

 

Zahit mantık ile, aklı veremez,

Aşık aklı vermiş, geri düşemez.

Zahit sermayenin hesabın tutar,

Aşık Murakıb’a iflâsın sunar.

 

Zahit ömründe aşkı bulamaz,

Aşık ise aşk olmadan yaşamaz.

Zahit sever sayını, amelini,

Aşık sever amel sahiplerini.

 

Zahit olan saygındır, deli denmez.

Aşık olan, kaybolmuştur, görülmez.

Zahit günahkâra yolu kapatır,

Aşık yolu, Sahibine bırakır.

 

Zahit geceyi ihya eder, Hak için

Aşık ömrünü hibe eder, halk için

Zahit söyler, söylemek isteyince,

Aşık söyler, söyletmek istenince.

Reca-Ümit

RECA  (ÜMİT)

“Hakikat iman edenler, bir de Allah yolunda hicret edip de savaşanlar yok mu, işte onlar Allah’ın rahmetini umarlar”

Bakara/218

“Hakikat, Allah’ın kitabını okuyanlar(okumaya devam edenler), namazı dosdoğru kılanlar, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve aşikâr infak edenler; kat’iyyen kesad bulmayacak bir kazanç umabilirler”

Fâtır/ 29

Recanın Hakikati

Recanın hakikati:

Reca, insanın iradesi ile yapabileceği her şeyi yaptıktan, hazırladıktan sonra, sevdiği şeyi beklemesidir.

Reca; Allah(c.c.) yolunda ilerleyen yolcuların (salikin), makamıdır. Talep edenlerin ise halidir. Reca vasıftır. Bir vasıf süratle geçerse hal denir, yerleşir istikrar bulursa makam denir.

Reca da dinin diğer makamları gibi; ilim, hal ve amelden meydana gelir. Reca hakkında bilgilenince, kul, Allah’dan ümitlenecek sebepleri hazırlamaya yönelir. Buna hal denir. İşte bu sebeplere sarılması ve yerine koyması da ameli meydana getirir. Sebepleri iradesi ile hazırlarken, bir yandan da ahirette iyi şeylerle karşılaşacağını ümit ederek, bekler. Reca kalbin hoşlandığı şeyleri beklemesidir. Beklenilen iyi şeylerse reca, kötü şeylerse havf, denir. Kişinin ümit etmesini sağlayacak olan sebepler hazırlanmışsa, reca olur. Yok eğer hazırlanmadan bekleniyorsa, ahmaklık demek olup, aldanıştır. Boş yere beklemedir. Aynen ekin ekmeden, başında ümitle beklemek gibidir.

Kul, iradesi ile yapması gereken sebepleri hazırlar, geriye iradesinin dışındakiler kaldıktan sonra, Allah(c.c.)’ın fazlından ümit ederek bekler.

Kul Allah’dan, ileriye yönelik şunları umar:

1)Ölürken iyi bir son ile ölmek. Buna “hüsn-i hatime” denir. İyi bir son ise; son nefesini verirken, kalbinde şüphe ve inkâr olmadan ölmektir. Eğer kalbinde Allah’ın Zât’ı, sıfatları ve fiilleri hakkında hakiki olmayan bir imanı varsa, ölüm anında ölüm meleğini görünce inancının bâtıl olduğunu anlar. Bu ise kötü sondur. Bir diğer önemli sebep de imanı zayıf olduğundan dolayı dünya sevgisi ile kalbinin dolu olması gerçeğidir. Eğer kişi dünyayı sevmekle birlikte, Allah sevgisine sahip olduğunu biliyorsa, ve Allah (c.c.) sevgisi daha ağır ise, kötü sondan kurtulabilir. Bu sebepten aldanmamış olmayı arzu eder. Çünkü nefislerin, insanı kendisine iyi göstereceğini ve aldatacağını bilir.

2)Ahirette hesabını kolay vermek, orada vaad edilen Cennet’e gitmek. Veya Cehennem’e mümkünse hiç uğramadan, Sırat’ı aşmak.

3)Veya Cemalullah’ı seyretmek…

İşte Reca’nın hakikati ve en üstün olanı; kulun kalbine iman tohumunu ektikten sonra, taat suyu ile sulaması sonucunda, kötü huylardan temizlenmesi ve bu hali ölene kadar devam ettirmesi, yani kalbine iyicene yerleşmesini sağlaması, mağfirete ulaştıracak olan iyi son ile ölmeyi Allah’dan ummasıdır. Kesin olan şeylerde havf ve reca yoktur. Kişi sonundan emin olsa, bir şey ummasına gerek kalmayacaktı. Veya sonunun kötü olduğundan emin olsa, “olan oldu” diyerek, artık korkmasına lüzum da kalmayacaktı. Hz. Peygamberimiz (s.a.v.): “Nefsini hevasına tâbi kılıp, şehevi arzularının peşinde ömrünü tükettikten sonra, Allah’dan Cennet isteyen ahmaktır” buyurmuşlardır. Bu gibiler hakkında Allah-ü Tealâ: “Sonra arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki, namazı bıraktılar ve şehvetlerine uydular” Meryem/ 60  buyurmuşlardır.

Reca; arzu etme yolu ile kulu, Allah(c.c.)’a yaklaşmaya tahrik eder. Böylece taatten zevk alınır. Lütufların kıymeti bilinir. Böylece kul, Yaradan’ına yalvarmaktan, itaat etmekten zevk alır. Recadan hasıl olan eser ise; devamlı olarak Allah-ü Tealâ’ya dönmekten zevk almaktır.

Demek ki taat ve ibadette gayret eden, aynı zamanda günahlardan kaçınan kimsenin; Allah-ü Tealâ’nın fazlından olarak üzerindeki nimetini tamamlamasını umması, hakkıdır.  Günahkâr olanın da geçmişteki günahlarına tevbe edip, eksiklerini tamamlamaya çalışmakla, tevbesinin kabulünü umması hakkıdır. Bu kişinin isyanı sevmeyip, tevbeye haris olması, tevbeye ulaştırıcı sebeplerdendir. İşte reca, tevbeye ulaştırıcı sebepler gibi, sebepleri hazırladıktan sonradır.

Yahya b. Muaz : “Bana göre en büyük aldanmak, hiç nedamet duymadan günaha ısrar ettiği halde Allah’dan mağfiret dilemek, taatsız yakınlık ummak, Cehennem tohumu ekerken Cennet mahsulü beklemek, isyan ederken itaatkârların derecesini istemek, amelsiz mükâfat beklemek ve ifrat derecede Allah’dan temennide bulunmaktır” demiştir.

Allah yolunda olanlara, vaaz eden kişi; korku ve ümidi yerine göre anlatmalıdır. İyi bir vaiz ne daha çok korkutup, ümidi keser, ne de daha çok ümitlendirip, gevşemeye ve günaha girmede lâkaytlığa sebep olarak, korkuyu azaltmaz.

Recaya Rağbet Etmenin Fazileti

Recaya Rağbet Etmenin Fazileti:

Reca ile amel etmek korku ile amel etmekten daha makbuldür. Allah’a en yakın olanlar, en sevgili olanlardır. Sevgi de korkuyu değil, ümidi çoğaltır. Bu sebeple ümit ve hüsn-i zan hakkında teşvik vardır. İnsan taat yönünden iflâs ettiği halde, hüsn-i zannı ve ümidi sebebiyle, Allah-ü Tealâ’dan mağfiret umulur.

“ALLAH’IN RAHMETİNDEN ÜMİDİNİZİ KESME-YİNİZ”                                                                      Zümer/ 53

Allah-ü Tealâ, bu âyeti ile ümitsizliği yasaklamıştır.

Özellikle, ölüm anında kişi günahkâr olsun veya olmasın ümitlenmelidir. Böylece kalbinde ümit ile Rabbine yürümelidir.

“Sizden her hangi biriniz, ölürken, mutlaka Allah’a hüsn-ü zan ederek ölsün”                                                        Müslim

Allah-ü Tealâ, Yakup a.s.’a: “ Oğlun Yusuf’u senden niçin ayırdım, biliyor musun? Sen O’nun kardeşlerine (korkarım siz boş bulunursunuz da kurt O’nu yer, dedin). Kurttan korktun, bana ümit bağlamadın. Kardeşlerinin gafil olacağını düşündün, benim koruyacağımı düşünmedin. İşte bunun için O’nu senden ayırdım” buyurmuştur.

“Kötü zanda bulundunuz. Bu yüzden helâke mahkum bir kavim oldunuz”                                                             Feth/12

“Rabbinize karşı beslediğiniz şu zannınız yok mu, işte sizi o helâk etti”                                                            Fussilet/23

“Ben kulumun zannı üzereyim”               Buhari ve Müslim

Anlamaktayız ki, Allah-ü Tealâ’nın, sonumuz üzerinde mağfiret ile karar vereceğini zannetmiş olsak, kazançta olacağız.

Hz.Ali (k.v.): “Allah’ın rahmetinden ümidini kesme; ümitsizlik, günahlarından çok daha büyük bir günahtır” demiştir.

Süfyan-ı Sevrî de: “Bir kimse günah işlediği vakit, Allah-ü Tealâ’nın onu affa kadir olduğunu bilip, mağfiret edeceğini umarsa, Allah onu mağfiret eder” demiştir.

“Allah-ü Tealâ, kıyamet gününde kuluna: (Kötülüğü gördüğün vakit, onu önlemekten seni alı koyan ne idi?) diye sorar. Adam (Ya Rab, sana ümid ettim ve onlardan korktum) der. Bunun üzerine Allah-ü Tealâ: (Ben de seni mağfiret ettim) buyurur”                                                                    İbn Mâce

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hastanın ziyaretine giderek, ona  halinden sorar. Adam da günahından korktuğunu fakat Allah’ın rahmetinden ümidini kesmediğini söyleyince; “Mü’minin kalbinde korku ile ümit toplandığı müddetçe, Allah o kuluna umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar”

İbn Mâce

buyurmuştur.

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.): “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız ve dağlara çıkar, göğüslerinizi döver ve Rabbinize tazarrû ederdiniz” buyurduklarında; Cebrail a.s. gelerek:  “Allah-ü Tealâ (niçin kulları ümitsizliğe düşürdün? Çık onlara ve onları ümitlendir ve teşvik et) buyuruyor” dedi

Ümitsizliğin Tedavisi ve Recayı Arttıran Sebepler

Ümitsizliğin Tedavisi ve Recayı Arttıran Sebepler:

İki sınıf insan, ümit bakımından tedaviye muhtaçtır. Biri ümitsizliğe düşerek, ibadeti tamamen terk eden, diğeri ise korkuya fazla kapılıp, kendini ve etrafını rahatsız edecek derecede ibadete dalandır. Bu iki gurup da orta yoldan ayrılmıştır. Bir gurup aşırıya gitmiş, diğer gurup geri kalmıştır. Bu iki gurup için ayrı tedavi metodları vardır. Ümitsizliğe  düşenleri, ümit ile ilgili âyet ve hadisler ile ve mevcut nimetlerden delil getirme ile orta yola çekmek lâzımdır. Korkuya fazla kapılanları da aynı şekilde âyet ve hadisler hatırlatılarak; ayrıca kulundan vaz geçmeyen Allah-ü Tealâ’nın ahlâkından, nimetlerinden, rahmetinden, mağfiretinden bahsederek orta yola getirmek lâzımdır.
İsyana dalıp, taati hafife alarak, Allah’dan ümitli olanların ise ilâcı, korkutmadır. Hastalık zıddı ile tedavi edilir.

Reca, yani ümit hali sonsuz olan ebedi hayatın nimetleri düşünülürse, kuvvetlenir. Bunun için dünyadan misal getirilir. Dünyanın nimetlerinin çokluğu düşünüldüğünde, kimse dünya nimetlerinden ayrılıp, ölmeyi istemez. Kısa olan dünya hayatı için bile, bu nimetlerden ayrılmak istemeyen kişi, elbette ahiret nimetlerine kavuşmayı ister. Recayı kuvvetlendirecek olan âyet ve hadisler ise şunlardır:

“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin”          Zümer/53

“Melekler Rablerine hamd ile tesbih ediyorlar. Yerdeki kimselerin de yarlıganmasını istiyorlar”                              Şûra/5

“Kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının”

                                                                    Âl-i İmran/131

     Bu âyette ateşin kâfir için hazırlandığını öğrenen, ümitsiz kişi, kendisinin kâfir olmadığını bildiğinden, ümidi artacaktır.

“Hakikat Rabbin, zulümlerine rağmen, insanlar için mağfiret sahibidir”                                                                   Ra’d/6

“Muhakkak ki Rabbin sana verecek de hoşnud olacaksın”

Duhâ/5

Hz Peygamberimiz(s.a.v.), daima ümmetinin affını dilerdi. Duhâ/ 5. âyeti nâzil olunca; (Bu âyet nâzil oldu, halâ razı olmadın mı?) denildiğinde;

“Ümmetinden bir kişi Cehennem’de iken, Muhammed razı olmaz” buyurmuştur. Ehl-i Beyt’ten olan İmam Cafer-i Sadık, Kur’anda en büyük ümit âyetinin, Duhâ/ 5. âyeti olduğunu bildiklerini söylemiştir.

“Ümmetim rahmet olunmuş bir ümmettir. Ahirette onlar için azab yoktur. Allah-ü Tealâ onların cezalarını, deprem ve kargaşa gibi şeylerle acele olarak dünyada verir.”

Ebû Davud ve İbn Mâce

Bu hadisteki müjdeye muhatap olmak için; elbette Hz. Muhammed(s.a.v.)’e iman etmek ve sünnetlerini kabul ederek, O’nun ahlâkı ile ahlâklanmak, böylece “ümmetim” diye işaret buyurduğu zümreden olmak lâzımdır.

“O gün Allah, Peygamberini ve iman edip, O’nunla beraber olanları rüsvay etmeyecek”                                      Tahrim/8

“Kul bir günah işleyip, akabinde tevbe ettiği vakit, Allah-ü Tealâ meleklerine: (Kuluma bakın, günah işledi, günahların cezasını veren ve mağfiret eden bir Rabbi olduğunu da bildi ve tevbe etti. Şahit olun, onu mağfiret ettim) buyurur”

Buhari ve Müslim

“Eğer kulum göklerdeki bulutlara kadar yükselecek günah işlese, benden ümidini kesmeyip mağfiret diledikçe, ben onu mağfiret ederim”                                                             Tirmizi

“Kulum bana yer dolusu günah ile gelse, ben ona yer dolusu mağfiret ile mülâki olurum”                           Müslim

“İnsan bir günah işlediği vakit, altı saatlik bir süre melek o günahı yazmadan bekler; adam tevbe ederse hiç yazmaz. Tevbe etmezse bir günah olarak yazar”                             Beyhaki

Hz. Peygamber(s.a.v.): “Allah Kâbe’yi şereflendirdi ve yüceltti. Eğer biri Kâbe’yi yıksa ve yaksa, Allah’ın velilerinden birine hakaret edenin günahı gibi bir günah işlemiş olmaz” buyurunca; bir Bedevi Allah’ın velilerinin kim olduğunu sorması üzerine: “ Mü’minlerin hepsi Allah’ın velileridir” buyurmuş, sonra:

“İman edenler, Allah’ın velileridir, onları karanlıklardan nura çıkarır”(Bakara/257) âyetini duyup, duymadığını sormuşlardır. İbn Mâce’den gelen bazı haberlerde ise:

“Mü’min Kâbe’den üstündür”

“Mü’min temiz ve tahirdir”

“Mü’min Allah katında meleklerden efdaldir” buyurulmuştur.

 

“Allah-ü Tealâ’nın yarattığı hiçbir şey yoktur ki, ona galip geleni yaratmış olmasın. Rahmetini de gadabına galip kılmıştır”                                                  Ebu’ş-Şeyh ve İbn Hâtem

“Muhakkak rahmetim, gadabıma galiptir”    Buhari/Müslis

“Lâ ilâhe illallah diyen Cennet’e girer”                    Taberani

“Son sözü (Lâ ilâhe illallah) olana, cehennem ateşi temas etmez”                                                                      Ebû Davud

“Allah’a ortak koşmadan, O’na mülâki olan kimseye, Cehennem ateşi haram olur”                                   Buhari/ Müslim

“Kalbinde zerre kadar imanı olan, Cehennem’e girmez”

Ahmed

“Eğer kâfir, Allah’ın geniş rahmetini bilseydi, Cennet’ten ümidini kesmezdi”                                                        Buhari/ Müslim

“Eğer siz günah işlemeseniz, Allah sizi helâk eder, başka mahluk yaratır, onlar isyan ederler ve onları mağfiret ederdi. Çünkü O, fazlasıyla mağfiret edici ve büyük rahmet sahibidir”

Müslim

“Eğer günah işlemeseniz, günahtan daha fenası olan ucubdan sizin için korkardım”                                          İbn Hibban

“Allah-ü Tealâ, kıyamet günü, kimsenin hatırına gelmeyecek şekilde büyük bir umumi af ilân edecek, hatta şeytan bile, bu afdan kendisine bir şey isabet eder mi diye ümitlenecektir”

İbn Ebi’d-Dünya

“Sizden hiç birinizin ameli ne Cehennem’den kurtarabilir; ne de Cennet’e koyabilir. Beni de koyamaz, ne ola ki Allah rahmeti ile  kusurlarımı bağışlıya”                               Buhari/ Müslim

“Amel edin ve amelinize sevinin. Fakat iyi bilin ki, kimseyi ameli kurtaramaz”                                        Buhari/ Müslim

“Şefaatimi ümmetimin büyük günah sahipleri için sakladım. Siz, onu itaat eden müttakiler için mi sanıyorsunuz? Hayır. O günahı ve sevabı karıştıran mülevvesler içindir”

Buhari/ Müslim

“Allah-ü Tealâ kuluna, şefkatli bir annenin yavrusuna olan merhametinden çok daha şefkatli ve merhametlidir”

Buhari/Müslim

“Kul istiğfardan usanmadıkça, Allah-ü Tealâ da mağfiretten usanmaz. Kul bir hayra niyet ettiği zaman, daha o işi yapmadan sağdaki melek hemen defterine bir sevap yazar. Bu iyiliği yaptığı vakit ise, hemen bire on nisbetinde arttırarak yazar, sonra yedi yüz dereceye yükseltir. Kötülüğe niyet ettiği vakit, kötülüğü işlemeden defterine yazılmaz. Kötülüğü yapınca defterine bir günah olarak geçer. Bununla beraber ilerde Allah-ü Tealâ’nın af ve mağfireti vardır”                             Beyhaki

“Ben hak, kolay ve âsân bir din ile gönderildim”

                                                        Ahmed

“Dinimizde müsamaha ve cömertlik bulunduğunu, Yahudi ve Hristiyanların bilmelerini isterdim”

“Şimdilik sen aldırış etme, onlara karşı güzel muamelede bulun” Hicr/85.âyeti nazil olduğunda, Hz. Peygamberimiz(s.a.v.), bunun manasını Cebrail a.s.’a sordu. Cebrail a.s.(Sana kötülük edeni affettiğin vakit, artık ona sitem etme, demektir) dedi. Bunun üzerine Resul-i Ekrem: “Ey Cebrail, Allah affettiğini itabdan (azarlamadan) daha keremlidir” diyerek, Cebrail ile ağlamaya başladılar. Allah(c.c.) hemen Mikâil a.s.’ı göndererek: “ Elbette affettiğimi itab etmem benim keremime yakışmaz” buyurdu.

                                 Muhammed b.Hanefiyye,Ali’den

“Allah’dan yüksek dereceler isteyin, zira istediğiniz Zât , kerem sahibidir”                                             Taberani/Müslim

“Allah’dan istediğiniz vakit, rağbeti yükseltin ve Firdevs-i Alâ’yı isteyin. Zira Allah’a hiçbir şey büyük ve güç gelmez”

Müslim

“Allah’ın yüz rahmeti vardır, dünyaya birini indirdi. Halkın birbirine rahmeti, annenin evlâdına şefkati, hayvanların yavrularına merhameti hep bu bir rahmetin tesiridir. Allah, kıyamet günü o bir rahmeti doksan dokuza ekler ve halka yüz rahmet olarak açar. O gün tam manasıyla helâke hak kazananlar helâk olur”                                            Buhari/ Müslim

Ümidin artmasına sebep olacak olan, büyüklerin verdiği haberler de şöyledir:

“Dünyada kişinin günahını gizleyen Allah-ü Tealâ, ahirette de onu açığa çıkarmaz. Zira onu ahirette açıklamak, O’nun keremine yakışmaz. Dünyada günahının cezasını çekene, ahirette ikinci defa ceza çektirmez”                   Hz.Ali k.v.

“Hesabımın annemin, babamın eline dahi verilmesini istemem. Çünkü Allah, onlardan daha merhametlidir”

                                                                     Süfyan-ı Servî

Selefden bir zât, “Mü’min gizli bir günah işlediğinde, Allah o günahı defterine yazmamaları için, meleklerin gözünden bile saklar” demiştir.

İbrahim b. Ethem, karanlık ve yağmurlu bir gecede tavafta tek başına kalmış ve Kâbe’nin kapısı önünde “Ya Rab, beni günahlardan koru” diyerek dua etmiş. O zaman şöyle bir nida işitmiştir: “ Herkes benden bunu ister. Herkesi korursam neyi affedip, bağışlayacağım?”

“Mü’min günah işlemeseydi, göklerin gizliliklerinde seyrederdi. Allah-ü Tealâ günahı sebebiyle, onu bundan alı koydu”                                                                           Hasan-ı Basrî

“Allah’ın kereminden gözün perdesi bir kere açılaydı, kötüler iyilere katılırdı”                                      Cüneyd-i Bağdadî

Rivayete göre, İsrail oğullarından biri kırk sene eşkiyalık yapmış. Sonra İsa a.s. ile karşılaşınca, havarilerine katılmış. Daima kendini yerer ve (ben bunlara lâyık değilim) diye düşünürmüş. Havarilerden biri de (bu yol kesici kim ki, yanımıza katıldı) diye düşünürmüş. Allah(c.c.), Hz. İsa’ya vahyeder ki: “İkisinin de geçmişini mahvettim. Yeniden amele başlasınlar. Kendini beğendiği için Havarinin ibadetini; kendini küçük gördüğü için de eşkiyanın günahını mahvettim” buyurur. İsa a.s. da eşkiyayı havarileri arasına katar.

Yine İsrail Peygamberlerinden biri secdede iken, âsilerden biri başına basmış ve Peygamber de “Allah seni affetmesin” demiş. Hak Tealâ, Peygamberine: “Benimle kulumun arasına girmek mi istiyorsun? Ben onu mağfiret ettim” buyurmuştur.

Hammad b. Vakt

Resul-i Ekrem(s.a.v.) müşriklere kızıp, onları namazda tel’in ettiği vakit:

“Kullarımın işinden hiçbir şey sana ait değildir”

                                                         Âl-i İmran/128

Âyeti nazil olmuştur. Ve Resul-i Ekrem bedduasından vaz geçmiştir. Bunun üzerine de onlar topluca Müslüman olmuşlardır. Bu nakil İbn Abbas’ dandır.

“Ölümü sırasında Malik b. Enes’in huzuruna girdik ve durumunu sorduk. O da: (size nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Ancak siz de yakında Allah’ın ne büyük affedici bir kerem sahibi olduğunu göreceksiniz) dedi”         Ebû Bekir b. Süleym

“Ya Rab! Nerde ise günah işlerken, Sana olan ümidim; amelimdeki ümidimden daha üstün olacaktır. Çünkü amelimde ihlâsa güveniyorum. Halbuki bu kadar afetlerle karışık olan amelde ihlâs zordur. Günahımda ise affına dayanıyorum. Sen cömertlikle vasıflı olduğun halde, nasıl mağfiret etmezsin?”

                                                                    Yahya b. Muaz

Denilir ki; İbrahim (a.s.)’a bir Mecusi misafir olmak istedi. İbrahim Peygamber de “Müslüman olursan, seni misafir ederim” deyince, adam çıkıp gitti. Allah-ü Tealâ, İbrahim (a.s.)’a : “Neden onu misafir etmek için dinini değiştirmesini şart koştun? Bana bakmadın mı? Yetmiş senedir Beni tanımadığı halde, ona bakıyorum. Onu misafir etseydin, hakkında hayırlı olurdu” buyurmuştur. Bunun üzerine, İbrahim Peygamber adamı bulup, evine getirdi, misafir etti. Mecusi bunun sebebini sorunca da, durumu anlattı. Mecusi: “Mademki Allah-ü Tealâ benim hakkımda böyle muamele etti, o halde dinini kabul ediyorum, bana İslâm’ı öğret” dedi.

İbrahim Atruş anlatıyor: “Bağdad’da Mâruf Kerhî ile Dicle’nin kenarında oturuyorduk. İçkili, çalgılı bir gurup yanımızdan geçtiğinde, yanımızdakiler Mâruf’a ( bunlar aleni isyandalar, bunlara beddua et) dediklerinde, O: (Allahım, bunları ahirette de huzur ve zevke kavuştur) diye dua etti. Yanımızdakiler beddua yerine dua etmesinin sebebini sorunca da: ( Ahirette onları ferahlandırması, onları affetmesi ile mümkündür. Affetmesi için ise günahlarına pişman olmaları gerekir) dedi”.

Bütün bu anlatılanlar, ümidini kaybetmiş olanları ümide kavuşturmak içindir. Ümide ulaşan ise, gayrete gelecektir. Fakat ümitsizlik için  bu anlatılanları bilen bazı ahmaklar, her türlü amellerini terk edip, ayrıca isyana da girip, “Allah kulunun zannı katındadır” diyerek, kendilerine zulmetmekte, aldanışa düşmektedirler. İşte ilim bu ayırımı yapmak için lâzımdır.

Burada ince olan noktaları tek tek tesbit etmeliyiz:

İnsan, nasıl olur da ümitsiz olur? Önce bu soruya cevap vermeliyiz. İnsan Allah yolunda ilerlerken bazen amellere sabrı kalmaz, zorlanır. Bir yandan amellere devamda zorlanır, diğer yandan nefsine söz geçirmekte zorlanır. Çoğu kere de nefsi ile mücadele etmekten usanarak, artık kendinden ümidi kesilir. “Ben adam olamam” diyerek sonsuz bir üzüntüye düşer. Kişinin kendinden ümidini kesmesi, Allah’tan kesmesi gibidir. Çünkü kendinden ümidi olsa; yani nefsini idaresi altına alabilse, söz geçirip, itaat ettirebilse, yani sağlam ve kuvvetli olsa; o zaman elbette kendine ait ümidi var olacaktır. Dolayısıyla kötülükten uzak ve iyiliğe yakın olacak, böylece Allah-ü Tealâ’nın da kendi hakkında hayırdan yana karar vereceğinden ümitli olacaktır.

İşte burada çok büyük bir incelik vardır ki, dinin ilmine hakim olanların bile, bazen görmekte zorlandıkları bir inceliktir. Bu da, kulun amellerinden çok, kulluğunu yani aciz olduğunu bilmesi ile, Allah’ın rahmetinin coşacağı hakkındaki bilgidir. Doğru olan, kişinin kendini var eden amellerini görerek veya cahilce her türlü günaha bilerek girip, sonra da Allah’ın rahmetine güvenerek değil; kendi varlığını yok mesabesinde önemsiz görerek, İlâhi rahmete sığınmaktır. İşte ümit reçetesi, ancak kendi hallerini beğenmeyerek, mahfiyete düşmüş olanlar içindir. Mahfiyete düşmeden kendi şehvetlerini ve nefislerinin arzularını yerine getirmek suretiyle varlıkları büyümüş ve canavarlaşmış olanlar için değildir.

Bu sebepten Allah(c.c.), yoklukları ile gelenleri sever. Bu sebepten ameller emredilmiştir. Kişi kul olduğunu bilsin diye. Yukarıda geçen bazı Kudsî Hadislerde, “günah işleyen topluluk yaratırdım” şeklindeki sözler ile; insana yakışanın günah ile acziyetini bilmesi ve belki de bu günah dolayısıyla kalbinde pişmanlık duyması, epeydir amelleri ile devleşmiş olan kendinin, ne kadar aciz ne kadar muhtaç olduğunu görmesi içindir. Yoksa Allah-ü Tealâ elbette itaati sever, günahdan men etmiştir ve rızası yoktur.

Ama kul daha İslâm’a ilk adımı atar atmaz, vaktiyle ne halde olduğunu unutur da, etrafına fetva vermeye başlar. Hemen kimin Cennet’lik, kimin de Cehennemlik olduğu kararını verir. Giderek öğrendikleri ve öğrendiklerinden hayatına geçirdikleri ile, kendi gözünde öyle büyür, öyle önem kazanır ki; sanki kendisinden başka kimse kalmaz. İşte bu hal Allah’ın hiç hoşlanmadığı ve rızasının olmadığı haldir. Kibriya ismi sadece O’na lâyıktır.

Bu halin içinde olanda ister istemez, başka bir hal gelişir. Amellerini tamamlamış, hiç amel borcu kalmamış, iyilikten yana sevapları bol, kötülükten yana günahsız, ahireti tercih ederek, dünyasını görmemiş. İşte böyle hal içinde olan kişinin sanki Allah’a da ihtiyacı kalmamış gibi olur. Yaptıkları ile öylesine büyümüş ve varlıklanmıştır ki, adeta Yaradan’ını unutmuştur. Hep kendi yaptıklarının bilinci içindedir. O kadar kendi yapmıştır ki, yaptıranın kim olduğunu hiç düşünmemiştir. Halbuki kendisine yaptıranı görebilmiş olsaydı, yaptıkları yaptıranın elinde kalacak ve kendine ait bir şeyinin olmadığını anlayacaktı. İşte büyüklerden birinin söylediği gibi: “sana günah olarak, varlığın yeter. Daha başka bir günaha sıra gelmeden…”

Ben de derim ki; Yokluğa yani makamsızlığa ulaşmadan, günah bitmez. Yokluk ise, kendini aciz olan her hangi bir varlıktan daha aşağı görmeyi, kalbinde daima hissetmendir. Böyle olanda dava, iddia, üstün gelme duygusu, bilgide yeterlilik, talep etmeyene öğretme isteği, talep etmeyene iyilik yapma isteği, kalmaz. Bunlar yokluğun alâmetleridir. Makamlar ise var olanlar içindir.

Dua-Reca-Ümit

DUA

Ya! Rabbim! Dünyayı verdin, sahiplenme, dedin. Ahireti vaat ettin. Sahibi Ben’im, dedin. Biz dünyada yaşarken, nasıl yüz çevirebiliriz? Ahirette sadece Senin merhametine muhtaç iken, buradaki amellerimizi nasıl şevk ile, yapabiliriz? Sıratını dünyaya kurmuşsun, nasıl üzerinde yürüyebiliriz? Burada yürümeyi başaramaz isek, ahirette Cehennem üzerine kurduğundan nasıl geçebiliriz?

Sen dilemezsen, biz nasıl dileriz? Sen sevdirmezsen, biz nasıl severiz?

Bizlerden nasıl insan olunur? Bizler başı boşlar güruhu gibiyiz. Her an Senden gaflet içinde yaşamaktan ve kendimizi var etmekten başka bir şey yapamıyoruz. Senin ömür boyu verdiğin lokmaları unutup, birine biraz bir şey versek, veren el olduğumuzu düşünüyoruz. Senin emanet olarak verdiklerini, sanki kendimiz kazanmışız gibi sahipleniyoruz. Ancak emanet ettiklerini aldığın zaman, seni hatırlayıp, Sana isyan ediyor ve hesap soruyoruz. Bizleri affetmezsen, iki dünyamız da harap…

Bizlerden beklediklerini, Seni anlamaya başladıkça, anlıyoruz. Bizlere düşen; dünyadan yüz çevirecek gücü vermeni, Senden istemek. Sonra ibadetler kısmında, boşa gidermişçesine devamlılık, ama rahmetinden ümit kesmeden, sadece Rahmetine güvenerek devamlılık. Biliyoruz ki, az olan amelimiz ile kibirlenmezsek, merhametin o az olanı çoğaltacaktır. Bizden kul olduğumuzu, varlığımızın ancak Seninle devam ettiğini bilme şuuru içinde, yaşamamızı istiyorsun. Hiçbir şeyimize güvenmeden, zaten neyimiz olabilir ki?

Ümidimiz, burada merhametine gark olduğumuz gibi, ahirette de merhametinin deryasında kaybolmak. Başka da bir şey yok.

Ya! İlâhi! Kalbimizi ve âzalarımızı doldur da, bizde Senden başka bir şey kalmasın. Bir an önce tevhidine erdir de, ikilikten eser kalmasın. Ben ve Sen olunca, günah çok. Ben yok olunca, biliyorum günah yok. Sen bilirsin, dilediğini yaparsın. Bize düşen ise, emirlerini tutmak, yasaklarından kaçmak, kula kul olmamak, kulu esir almamak, varlık zehirinden soyunmak, yokluk kisvesine bürünmek, asla ama asla Sen’i unutmamak…

Rahmetinden hiç ümit kesmeyenler olarak; amellerimizi de ya kabul eder veya reddedersin diye bilip, devam edenler olarak; kalbimizin  ve âzalarımızın da sana şahitlik edeceklerinden bilgili olarak; dünyaya sırt çevirip, sıratında yürüyoruz. Senden umup, Senden bekliyoruz. Öbür âlemde de sıratından, burada alıştığımız gibi kolay geçmemizi nasib et, Ya! Erhamer-Rahimin! Ya! Rabbi Rahim! Ya! Allah!