Kategori arşivi: Adımlar 2.Cilt

Ben Şöyle Derim

Ben şöyle derim:

Dilenciyi kapıya göndereni görürüm. Hak eden veya değil diye düşünmeden önce, kendimin de böyle bir durumda olabileceğimi farz ederek, dilenmenin zorluğunu hissederim. Sonra, gelene biraz bir şey vermekle hiçbir şeyin eksilmeyeceğini de düşünürüm. Sonra o kişinin de nefsinin olduğunu, isteklerinin olabileceğini kabul ederim. Hele ki isteyen “Allah rızası için” deyince, canımı dahi verebilecek hale gelirim. Velev ki beni aldatmış olsun, velev ki yalan söylemiş olsun. Allah’ın adı ile ve O’nun için kandırılmaktan da memnun olurum. Eğer kandırıldı isem, hakkımı helâl ederim ve sevinirim. Olur ya belki bir başkası kandırıldığını hissedecek ve hakkını helâl etmeyecekti. İyi oldu da bana rastladı, ben helâl etmekle, verdiğim bir lokmanın boğazından rahat geçmesini temin etmiş olurum.

Eğer yalan söylediğini hissedersem, hasta ise reçetesini görüp, yardım ederim. Değil de iş bulamıyorsa iş teklif ederim. Bildiğim bir yardım yerine gönderir, dilenmesinin kötülüğünü anlatırım. Bazıları da dilencilikten vazgeçmeye söz verip, yardım alarak, şereflerine kavuşurlar.

Bazıları dilenene verirsek, alıştırmış oluruz, diyerek vermeme özgürlüklerini kullanıyorlar. Ben böyle de düşünmem. Büyük şehirlerde insanların çevrelerinden kopuk yaşamaları; insanları, ihtiyaçlı insan bulamayacak hale getirmiştir. Bu kopukluk, dilencinin utanarak isteme halini de ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla, dilenenler alıştırılmasın diye reddedilirken, gaspçılar, kapkaççılar, hırsızlar sayıca artmışlardır. Yoksulluk kaderlerine öfkelenip, böyle intikam almaktadırlar. Belki dilenciliğe alıştırmamak adına, bu kişilerin sayıları azalırken, gaspçıların sayısı artmıştır. Bence dilenciye az bir isteğini vermekle, kendimizden eksiltmeyen bir miktarla, onları daha büyük tehlikelerden de korumuş oluruz. Çevremizle ilgilenmekle, belki dilenmenin önemli bir kısmına mani olmuş oluruz. Dilenene istediği, nazikâne verildikten sonra, dilenmenin kötülüğü anlatılabilir, derdi dinlenip merhamet duygusu ile yaklaşarak, utanarak istemesi devam ettirilebilir. Dilenen aileler ile varlıklı dostlarımız arasında köprü olarak, yardımlaşmaları sağlanabilir. Belki de böylece dilenmeleri de kontrolde tutulabilir.

Kendi bakış açımdan işin en önemli kısmı ise şudur: Allah(c.c.) her şeyi biliyor, görüyor. Niyetler amellerin esası. Niyetim her zaman şöyle olmuştur: “Ya! Rab. Ben günde en az beş kere ellerimi açıp, Senden istemekteyim. Bana, Senden başkasından istenmeyeceğini, Sen öğrettin. Dilenene ise öğretmediğin için, sebeplere sarılıyorlar. Onlar bana el açmakta, ben de Sana el açmaktayım. El açmak bakımından aramızda fark yok. Fakat ben, Keremi yüce olan asıl makama el açmaktayım. Hiç kızmadın, kapından kovmadın. Senden istedikten sonra, sanki hemen vermişsin gibi gönlümü ferahlattın. Bütün yarattıklarının hepsi Sana el açmakta. Halbuki benden dilenen, ayda kaç kere istemekte ki? Nasıl reddederim? Nasıl kapıdan kovalarım? Nasıl isteğine cevap olamam? Sen hiç kimseyi kapından kovmazsın. “Talep edene veririm” vaadinde bulunuyorsun. Bizim ahlâkımızın da, Senin ahlâkın gibi olmasını emrediyorsun. Kur’anda “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanın” buyuruyorsun. Ben de bu şuur içinde; geleni geri çevirmemeye, seneler öncesinden söz vermiş bulunuyorum.  Artık gerçek ihtiyaçlıdır veya değildir. Bilemem. Sen de gerçek ihtiyaçlı olmayana vermemezlik etmiyorsun. Zengin de Senden daha zengin olmak üzere istiyor. Kızmıyorsun, “elindeki sana yeter” demiyorsun. Niyetimde iyiliğe sebep olma arzusu var. Bu niyet içinde gelene git, diyemem. Aldansam, Senin için aldanmış olacağım ve ben bundan da memnunum. Artık takdir, Sana kalmış”…

Veren için de düşünülmesi gerekenler, bunlardır.

Alan için düşünülmesi gereken ise; Hakk’a sığınmak, zaruretsiz almamak ve zenginin malına göz dikmemektir. Vereni vermeye mecbur etmemeli, gönül rızası ile vermesi için, Rabbinden yardım istemelidir.

“Verenin nasıl verdiğini nereden bilelim. Mutlaka gönül hoşluğu ile verirler” derlerse de, böyle kaçış yolu ile kimseyi kandıramazlar. Yukarıda anlatılana uygun olarak dilenirlerse, kendi bilecekleri iştir. Peygamberimiz(s.a.v.): “ Kişinin yediğinin helâl ve temizi, kendi kazancından olandır” Şerefli Hadisi ile gerekli olanı az ve öz söz ile söylemişlerdir.

Dilenciliği Haram Kılan Zenginlik

Dilenciliği haram kılan zenginlik

Dilenen, o andaki hali için zaruret olanı istiyorsa, dilenmesi helâl kılınmıştır. Yukarıda anlatılan dilenmenin şartlarına uymak üzere. Bu  konuda ihtilâf yoktur.

Ama gelecekteki mümkün olan ihtiyaçları için dileniyorsa, burada üç hal vardır:

1)Yarınki ihtiyacı.

2)Kırk veya elli günlük ihtiyacı.

3)Bir yıllık ihtiyacı.

Bir kimsenin kendisi ve ailesi için bir yıllık ihtiyacı kenarında mevcut olduğu halde dileniyorsa, bu, zenginlik halidir ve çok büyük bir haramdır. Böyle bir hal; iman zayıflığından, şeytanın geleceğe ait endişe vermesinden, dünya sevgisinden, uzun emelden ve Allah-ü Tealâ’nın fazlına güvensizlikten doğar. Baş tehlikedir.

“Onlardan korkmayın, Benden korkun, eğer iman etmişlerseniz”                                                               Âl-i İmran/ 175

“ Şeytan sizi fakir olacaksınız, diye korkutur. Size cimriliği emreder. Allah ise, kendisinden bir yarlıgama ve bir fazl vaad ediyor”                                                                Bakara/ 268

Ehlullah’ın Durumu

Ehlullah’ın durumu:

Çoğu konuyu anlayabilmek için, Allah ehlinin ne yaptığına bakmak lâzımdır. Müttakiler kimseden bir şey istememiş ve almamışlardır. Ancak dostlarından istemişlerdir. Meselâ Bişr-i Hâfi, Seriyyü’s-Sakatî’den almış ve: “Onun gönül hoşluğu ile verdiğini bilirim. Ben ondan almakla, ona yardımcı olurum” demiştir.

Bir kısmı dostlarından almış, hatta izinsiz bile almışlardır. Bu alışları ile dostlarının gönüllerinin ferahlamasına sebep olmuşlardır.

Bir kısmı gelen hediyeyi bazısından alır, bazısından almazdı. Elbet basiretleri ile, kiminin helâl,  kimin de helâl olmayan mallarını bilirler, ona göre davranırlardı. Bazısı içten arzu ederek getirir, bazısı da gösteriş için ve en iyisini getirdi densin diye getirir. Bu sebepten bazısından kabul eder, bazısından etmezlerdi.

Bir kısmı gelenin külfetsiz olanını alır, ağır olanını iade ederdi.

Bir kısmı gelen hediyeyi, hemen bulundukları yerde başkalarına verirlerdi.

Çoğu yalnız dostlarından alırdı. Belki gönül kırıklığı olmasın diye, bazen gelenin içinden az bir şey alınır, gerisi güzellikle iade edilirdi.

Bir kısmı, halini belli etmeyen zaruret sahipleri için ister, onların ihtiyaçlarını görürdü. Ebû İshak en- Nuri böyle olanlardan idi. Başkaları için olduğunu söylemeden, elini açardı.

Bazıları nefislerinin kibrine mani olmak için; birinden aleni alır, diğerine gizlice verirdi.

Bizi, bu güzel insanların yolunda yürüt ve kıyamet günü, lüzumsuz şeylerin hesabını vermeyi gerektirecek hallerden koru, Ya! Rab…

Dua-Fakr

DUA

Bizler acizler ve muhtaçlarız. Sana muhtaç, Sana ihtiyaçlı olmak bakımından, belki de yeryüzünün en ihtiyaçlılarıyız. Hem günahkârız, hem isyan ederiz. Ama yine gelip hiç utanmadan Senden isteriz. Eğer yüzümüze bakmasan ve bizde de Senden çalacak, gasp edecek kuvvet olsa, Allahımız olduğuna bakmadan, Senden arzu ettiğimiz her şeyi alırız. Cenneti de alırız. İyilikleri de çalarız. Hem de iyilik adına…

Böylece; en az kendi adıma söylüyorum ki, biz de dilenenler güruhuyuz. Bizi Senden başkasından isteme gafletine düşürme ve buna sahip olamayanları da affet, Seni bilmelerine yardımcı ol.

Kapımıza geleni kovdurma. Kapımız nereden bizim kapımızdır ki? Talep edeni reddettirme, biz kimiz ki bizden talep ediliyor? O garipler bizden talep ederek, bizi talep edilen makama yüceltmiş olmuyorlar mı? Bizden almakla bizi sevapkâr kılmıyorlar mı? Bir de dua edip, Senin razı olman için, bizi Sana havale etmiyorlar mı? Belki de o anda hoş ve boş olan gönülleri ile duaları, bizim dualarımızdan daha çabuk kabul olmaz mı? Seni bilmenin, gaflete mani olan kudreti ile, Sana yalvarıyorum. Ne olur, gafletimizden sıyrılmış bir anlayışla görmemizi, bilmemizi nasib et. Ya! Erham-ür Rahimîn, Ya! Raûf-ür Rahîm, Ya!Zül celâl-i ve’l İkram, Ya! Birr, Ya! Birr, Ya! Birr…

Şiir-Dilencinim

DİLENCİNİM

Kapındayım yarım asır, hiç bu tenden bıkmaz mısın?

İstiyorum, diliyorum; gafletime kızmaz mısın?

 

Başka yer yok, kime gitsem?Sözüm bitti ne söylesem?

Dünyayı versen, istemem; rahmetine atmaz mısın?

 

Dilenenler gam içinde, vermeyenler hûr içinde,

Ateş yaktın, kor içimde; sönse ateş, kızmaz mısın?

 

Elim açtım, fırsat verdin; secde ettim, hasat verdin,

Boyun eğdim, kanat verdin; emanetin almaz mısın?

 

Hem kusurlu, hem noksanım; içimde yoktur feryadım.

Sen Azizsin, hem de tamam; kusuruma bakmaz mısın?

 

Muradımı Sende saçtım; kapımı herkese açtım;

Gelenlere ballar sundum; bal hakkını sorar mısın?

 

Efendimsin, bense köle; gidemedim hiçbir yöne,

İradene girdim çoktan; iradesiz sayar mısın?

 

Elleri sana çevirdim, yüzleri de hep döndürdüm.

Kalpleri çeviremez isem; neden, diye sormaz mısın?

 

Dilenciyim, dilenirim; kapı bekler, direnirim,

Cevap gelse, sevinirim; kulum diye bakmaz mısın?

Zühd

ZÜHD

“Onu değersiz bahaya, birkaç dirheme sattılar. Onlar bunun hakkında rağbetsizdirler”                                       Yusuf/ 20

“Şüphesiz Allah, mü’minlerin canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı”. “Yaptığınız bu alış verişten dolayı sevinin”                                                                    Tevbe/111

“De ki; dünyanın faydası pek azdır”                       Nisa/ 77

“Kendilerine ilim verilenler de, dedi; yazıklar olsun size, Allah’ın sevabı daha hayırlıdır”                                    Kasas/80

“İçinizden kimi dünyayı istiyor, kimi de ahireti diliyordu”

Âl-i İmran/ 152

“Siz bütün zevkleri dünya hayatı içinde bitirdiniz”

                                                                             Ahkâf/20

“Hakikat biz onlara, kendinizi öldürün, yahut yurtlarınızdan çıkın diye yazsaydık, içlerinden birazı müstesna olmak üzere, bunu yapmazlardı”                                              Nisâ/ 66

“İşte bunlara sabrettiklerinden dolayı, mükâfatları iki kat verilecektir”                                                                  Kasas/54

“Kim ahiret ekimi dilerse, onun ekimini arttırırız. Kim de dünya ekimini isterse, ona da bundan veririz. Ahirette ise onun hiçbir nasibi yoktur”                                                                   Şûra/20

“Onlardan bir sınıfa; kendilerini fitneye düşürmemiz için, faydalandırdığımız dünya hayatına ait zînetlere ve debdebelere sakın iki gözünü dikme. Rabbinin rızkı hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir”                                            Tâ-hâ/131

“Ki onlar dünya hayatını, ahiretten üstün(tutarak) severler”                                                                               İbrahim/3

“Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse,onun göğsünü İslâm için açar”                       En’âm/125

“Bilin ki; dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süstür, aranızda bir öğünüştür. Mallarda ve evlâtlarda bir çoğalıştır”                                                                  Hadid/ 20

“Kim Rabbinin makamından korktu, nefsini hevâ ve hevesinden alıkoyduysa, işte muhakkak ki Cennet onun varacağı yerin ta kendisidir”                                                   Nazi’at/40, 41

“Dünya hayatına razı olan ve onunla sükûna dalan kimselerle, bunca ayetlerimizden gafil olanlar yok mu?”

                                                  Yunus/7

“Kalbine bizi anmaktan gaflet verdiğimiz, hevâ ve hevesine uymuş, işinde haddi aşmış kimselere boyun eğme”

Kehf/28

“Bizim zikrimize arka çeviren, dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimselerden yüz çevir. Onların ilimden erebildikleri işte budur”                                            Necm/29,30

Zühdün Hakikati

Zühdün hakikati:

Zühd; kişinin rağbet ettiği bir şeyden yüz çevirerek, onun yerine daha iyi ve güzeline dönmesidir. Yüz çevirdiği şeyin kendisinde heves edilecek bir şey bulunması lâzımdır. Meselâ taş, toprak, çakılda heves edilecek bir şey olmadığı için, bunlardan yüz çevirene zahit denmez. Ama altın, gümüş ve her türlü beğenilen şeyden yüz çevirmeye zühd denir. Bunu yapana da zahit denir. Zühdün bir diğer şartı da; yüz çevrilen şeye nazaran, rağbet ettiği şeyin, zahidin kendi anlayışı ile, daha hayırlı olmasıdır.

Meselâ; dünyayı satıp ahireti alan kişi dünyaya nispetle zahittir. Ahireti satıp dünyayı alan kişi de ahirete nispetle zahittir. Fakat adet olarak, dünyadan yüz çevirene zahit denir. Mutlak zahitlik ise, hem dünyayı ve hem de ahireti terk ederek, Allah-ü Tealâ’ya yönelerek, tercih etmektir.  Zühdün en yüksek derecesi de budur.

Tasavvufta zahitlik deyince, sadece yasakları değil, mübah olanları da terk etmek anlaşılır. Zahitlikte esas olan, kişinin terk edeceği şeye karşı terk edecek gücünün olmasıdır. Meselâ, bir şeyi terk etmesi gerekiyorken, terk edemiyorsa, kendisi için zahit olduğunu düşünmesi, hayaldir.  Bir de terk edeceği şey elinde olmalıdır. Meselâ, malı olmayan birisi “malı terk ettim” diyemez.

Zühd; her konuda olduğu gibi, ilim, hal ve amelden meydana gelir. Bir insanın dünyayı terki zordur. Zira bütün insanlar dünyayı ellerine geçirmek için uğraşırlar. Ayrıca kuvvet ve nüfuzları da ellerinde bulundurdukları ile ölçülür. Bu bakımdan dünya, her şeyi ile tatlı gelir. Dünya sevgisi deyince, mal, mülk, para, zinet, kadın, evlât, dünyevi makamlar, manevi makamlar, baş olma hevesi gibi şeyler akla gelir. İşte bunların her biri insanı var eden şeylerdir. Bu bakımdan tatlı gelir. Kimse de bunlardan sıyrılmayı istemez. Ancak ilimlenme sonucu; Allah(c.c.)’ın dünyayı kerih gördüğüne dair deliller öğrenilince, dünya hayatının kısa ve geçici olduğu öğrenilince, dünyayı terk etmekle ahiret saadetine ulaşılacağı bilinirse, o zaman kişi dünyayı terk etmeyi isteyebilir. Yakîn ile, ahiretin de terk edilerek, Allah’ın Cemaline ulaşılabileceği öğrenilince ve bu arzu kişide kuvvetlenince zühd de üst seviyeye çıkmış olur.

İlimlendikten sonra, kalbinden dünya sevgisini çıkarmaya çalışır. Dünyadan uzaklaşırken, elbette kendisine gelmiş olan dünyadan uzaklaşmaya çalışır. Eğer kişi, dünyadan mahrum ise, terk edecek bir şeyi yok demektir. Ama insan nefsi, neye sahipse o şeyi büyütür. Meselâ; birinin sahip olduğu ibriği öylesine gönlüne girmiştir ki, belki senelerce uğraşsa bu alâkayı kalbinden çıkaramayacaktır. Zengin birinin büyük olan servetini kalbine soktuğu kadar büyük bir sevgidir. İşte nefis böyle hilelerde bulunur. Kalbine sokar, çıkarır ve böylece yıllar geçer. Bu uğraşmaya da hal denir.

Hallerin gereği olarak, âzalarına yansıyan işler yapar ki buna da zühde uygun ameller denir. Aklı olan ve ilim ile öğrenen kişi, bilir ki hayırlı olan için, hayırlı olmayan terk edilmelidir. Her terk ediş ile, kalbe taat sevgisi yerleşir. Önce kalpten çıkmalıdır. Kalp taate kavuşunca, diğer azalar da itaate yönelir.

Dünyadan meselâ malı vardır ama malı gönlüne girmemiştir. Lâkin gönüllerde taht kurmak, gönlüne girmiştir. Malını harcayıp, gönülleri kendine bağlar. Sonra da “zühd adına malımı dağıttım” diyemez. Malı gönlünde değildir. Bu sebepten elinden çıkarması önemli değildir. Ama gönüllere sahip olmak, gönlündedir. Malını dağıtıp, gönüllere sahip olmuştur, sevgi kazanmıştır. Zaten istediği de budur. Dünyadan uzaklaşmamış, aksine dünyayı avucuna almıştır.

Yani zahitlik sadece mal ile olmaz. Bir de malın azlığı çokluğu ile olmaz. Kalbe dünyadan ne girmiş ve yer etmişse, ondan uzaklaşmak zahitliktir.

Öyle kişiler vardır ki, dünyanın her türlü varlığı ile iç içedir. Lâkin, sahip olduğu her şeyin asıl sahibi olduğunu bilir ve unutmaz. Sahip olduğu hiçbir şeye kıymet vermez. Elinde varlığı ile yokluğu birdir.

Ele geçmemiş olan şeyler için zühdden bahsedilmez. Çoğu insan meselâ malı olanı görüp, “bu mal benim elimde olsa terk ederdim, hayır yapardım” derse de; böyle söyleyerek, kendini aldatmamalıdır. Zira mal elinde olsa ne yapacağı belli değildir. Çoğu insan eline fırsat geçmediği için kötülük yapmaz. Fırsat geçince de her kötülüğe bulaşabilir.

Mala önem vermeyerek elden çıkarış, malı koruyamadığı için vazgeçiş, övülmek adına, anılmak adına elden çıkarış zahitlik değildir. Asıl zühd, kalbinde Allah(c.c.) sevgisine ortak bir sevgi barındırmamak üzere, ahiret mükâfatı umarak, dünya kendisine tam olarak yönelmiş olduğu halde ve dünyadan istifade edecek her imkâna da sahip olduğu halde, onu terk etmektir.

İnsanlar, dünyanın fani, ahiretin ise daimi olduğunu bildikleri halde; bazıları dünyayı terk edemezler. Bunun sebepleri şunlardır:

1)İlim ve yakînleri zayıftır.

2)Şehvetlerinin kendilerini istilâ etmiş olması söz konusudur.

3)Şeytana uyarlar. Şeytan: “İlerde tevbe edersin. Şimdi dünya senin için ve sana verilmiştir” diye iğva verir.

Zühdün Fazileti

Zühdün Fazileti:

Allah-ü Tealâ, Kur’an-ı Kerîm’de zühdü, ulemaya tahsis etmiştir.

“İlim kendisine verilenler dedi: Yazıklar olsun size, iman edenler için Allah’ın sevabı daha hayırlıdır”            Kasas/79,80

Buradan  anlaşıldığı gibi, zahitler ilim erbabıdır ve övülmüşlerdir.

“İşte bunlara sabrettiklerinden dolayı, mükâfatları iki defa verilecektir”                                                                Kasas/54

Burada dünyayı terk ederek sabretmelerinden dolayı verilen müjde ile, dünyayı terk etmenin faziletini görüyoruz. Kehf suresi,7.âyette “ahsenü amelâ” diye geçen kelimeyi, müfessirler “güzel amel yani zühd” diye tefsir etmişlerdir.

“Kendisine susmak ve zühd verilen kimseyi gördüğünüz vakit, ona yaklaşın. Zira o, hikmet telkin eder”

                                                               İbn-i Mâce

“Her kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir”

Bakara/269

     Bu sebeple denildi ki, kırk gün dünyadan yüz çeviren zahidin kalbine, Allah-ü Tealâ hikmet kaynaklarını akıtır ve dilinde hikmetli sözler söyler.

“Allah-ü Tealâ’nın seni sevmesini istersen, dünyadan yüz çevir”                                                                       İbn-i Mâce

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.), “Allah’dan hakkıyla hayâ edin” buyurduğunda, Ashab-ı Kiram “hayâ ediyoruz” dediklerinde; “ Öyle değil. Oturmayacağınız evleri yapar, yiyemeyeceğiniz serveti toplarsınız” buyurmuştur.                Taberani

“Cömertlik iman sağlamlığından gelir. Cimrilik de şek ve şüpheden gelir. Cömert Allah’a yakın, insanlara yakın ve Cennet’e yakındır. Cimri ise Allah’dan uzak, insanlardan uzak ve Cehenneme yakındır”                                                         Tirmizi

“Dünyayı ahireti üzerine tercih eden kimseyi, Allah-ü Tealâ üç şey ile ibtilâ eder: Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı, hiç kurtulamadığı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs” Taberani

“Kişi imanını kemale erdiremez, ta ki bildiğinden daha sevimli bir şeyin varlığını bilmedikçe ve o şeyin azı, kendisi için çoğundan daha sevimli olmadıkça”                Hz.Ali(k.v.)

“Allah-ü Tealâ, bir kuluna hayır murad ettiği vakit, onu dünyadan uzaklaştırıp, ahirete teşvik eder ve kusurlarını kendisine gösterir”                                                          Ebû Mansur

“Öğrenmeden ilim sahibi olmak,rehbersiz hidayete ulaşmak isteyen, dünyayı terk etsin”                              İbn-i Hibban

“Dört şey zorlukla elde edilir: Susmak ibadetin başlangıcıdır, tevazu, çok zikir, az varlık”                                   Taberani

“İnsanlar dünyalıklardan eksik kalanı istemediği müddetçe kelime-i tevhid, insanlardan Allah(c.c.)’ın gadabını uzaklaştırır. İnsanlar hem dünyalığı tercih edip, hem de kelime-i tevhidi söylediklerinde, Allah-ü Tealâ ( bu iddianız doğru değil, yalancısınız) buyurur”

“Bütün amelleri araştırdık, ahiret hususunda dünyadan yüz çevirmekten iyisini bulamadık”                      Eshab-ı Kiram

“Dünyada zühd, kalb ve cismin selâmetidir”          Hz.Ömer

“Allah-ü Tealâ bizi dünyadan yüz çevirmeye davet ettiği halde, bizim dünyaya rağbet etmemiz, günah olarak bize yeter”                                                                          Bilâl b. Sa’d

“Kalplerimiz üç perde ile kapanmıştır. Bu perdeler kalkmadıkça kişi yakîn kuvvetine erişemez. Bunlar mevcut ile sevinmek, rağbet olana üzülmek, övülmeye sevinmektir. Mevcut ile sevindiğin vakit haris, rağbet edildiğin şeye üzüldüğün vakit azap duyan, övülmeye sevindiğin vakit de kendini beğenmiş olursun ki buna ucub derler. Bu da ameli mahveder”

İbrahim b. Ethem

“Zahitin iki rekât namazı, zahit olmayanların ömür boyu zahmet ve meşakkatle yaptıkları ibadetlerden makbuldür”

İbn-i Mes’ud

“Dünya doğruluk değil, eğrilik yeridir. Ferahlık değil, sıkıntı yeridir. Onu bilen bolluğu ile sevinmez, yokluğu ile de üzülmez”                                                                   Süfyan-ı Sevrî

“Dört şeye bürünmedikçe, abidin ameli halis olmaz. Açlık, çıplaklık, fakirlik ve zillettir”                           Sehl b. Tusteri

Zühdün Dereceleri

Zühdün Dereceleri:

Zühd, kuvveti itibariyle üç derecedir:

1)En düşük derecede zühd: Nefsi dünyaya meyleder, kalbi de ona uyar ve kendi de dünyalığı arzu ederken; mücahede ile uzaklaşmaya çalışır. Bu zühdün başlangıcı sayılır. Bu kişiye Mütezehhid denir. Mütezehhid nefsini arıttıktan sonra, kalbinden dünyayı çıkarmaya çalışır. Bu sebeple tekrar  dünyaya dönmesi mümkündür. Fakat zahit önce heves ettiklerini gönlünden çıkarır, sonra nefsini arıtmaya devam eder. Bu bakımdan ikisi arasında fark vardır. Zahit terk ettiği şeylere sabretmek üzerinde durmaz. Çünkü gönlünden çıkarmıştır. Mütezehhid ise, henüz kalbinden çıkarmadığı için, tekrar terk ettiklerine dönebilir.

2)Orta derecede zühd: Cennet’e istek duyarak, dünyayı hakir görür ve gönül hoşluğu ile dünyayı terk eder. Burada sanki bir alış-veriş var gibidir. Bu halin tehlikesi ise; zahitin zühdünü ve dolayısıyla kendini beğenme temayülüne düşmesidir. Ama zühdünden dönme ve terk ettiği dünyaya meyletme ihtimali yoktur. Bu hale ilim ile girmiştir ve zahitliğin kemal derecesi de budur.

Marifet erbabına gelince: Bu yüksek zümre nazarında, ahiret için dünyanın terki bir şey değildir. Elbette dünyaya heves ile dolu olmaktan iyidir. Ama marifet erbabı, esasen dünyanın fani olduğunu ve itibar edilmemesi gerektiğini bilmişlerdir. Zahitin zühdünün farkında olması demek, dönüp tekrar terk ettiği şeye bakması demektir. Bu da terk ettiği şeyin kıymet taşıması manasına gelir. Terk ettiğine dönüp bakması ise, marifetteki noksanlığı sebebiyledir. Yani Allah-ü Tealâ hakkındaki ilmi eksiktir.

Zahitler ya korku sebebiyle, ya da ümit sebebiyle zahittirler. Korkuları; Cehennem azâbı, kabir azâbı, hesap zorluğu ve sırat tehlikesi gibi şeylerdendir. Ümitleri ise Cennet ve sonu gelmeyen nimetleridir. Korku ile zühd daha aşağı seviyededir. Ümit ile zühd, daha yüksek seviyededir.

3)En üstün derecedeki zühd: Ne azap korkusu ile ne de sonu olmayan zevk ve nimetlere kavuşmak için değil; ancak Allah(c.c.) için ve Allah’a kavuşmak için yapılan zühttür. Bu kişilerin bütün arzusu Allah(c.c.) ve O’nun rızasıdır. Bu hal içinde olan kişi, Allah’dan başkasına meyletmeyen gerçek muvahhiddir. Bu kişiler muhibdir. Yani sadece Allah(c.c.)’ı severler. Bu zühd, muhiblerin zühdüdür. Gerçek arifler bunlardır. Sadece Allah’ı sevmek, O’nu bilmek ile mümkündür. Bu en üstün derecedeki zühd, zor ele geçendir. Dinin diğer makamlarında sebat ederken, zühd konusunda da meşrû olanlardan da sakınmak sonucunda, diğer makamlarda yol alınırken, zühd konusunda da ilerleyerek yol alınabilir. Lâkin bu üstün olan zühd, çoğu zaman çalışma ile, gayretle değil; Allah tarafından ihsan ile verilmiş olur. Şöyle ki: Kulun kalbine İlâhi nazar ulaştığında, orayı boş bulur da tamamen kendi ile doldurur. O zaman o kalpte bir muhabbet ateşi yanmaya başlar. Ve bu ateş kendi varlığından başka her şeyi, her alâkayı yakar, yok eder. O kalpte artık sadece Allah sevgisi kalmış olur. İşte böyle bir kalbin sahibi neye dönüp, bakabilir? Kalbinde terk etmesi gereken neyi bulabilir? Gönlünde mevcut olan her şey yok olmuştur. Kalbi boşalmış, sadece Allah sevgisinden başka bir şey kalmamıştır.

Vaktiyle sevdiği, meylettiği her şeyin vefasızlığını, değersizliğini görmüş olur. Böylece, kalbinde değerli ve vefalı olarak sadece Allah’ı bulur. Bu değerli olana tam meyleder. Terk ettikleri ise, kendi terk ettikleri değil; kendindeki kıymetinden kendi kendine düşenlerdir. İşte bu yüce bir hal olup, Allah’ın dilediklerine verdikleridir. Esas zühd budur.

Zühd için terk edilen şeyleri şöyle sınıflandırabiliriz:

1. derecede zühd: Allah(c.c.)’dan başka her şeyi, hatta kendi nefsini de terk etmektir.

2. derecede zühd: Nefse kuvvet veren kötü sıfatlardan zühddür. Gadap, kin, kibir, riyaset sevgisi, mevki ve mal sevgisinden uzaklaşmaktır.

3. derecede zühd: Mal, dünya mevkii ve bunları husule getiren bütün sebeplerden zühd etmektir. Nefsin bütün arzuları bunları kapsar.

4. derecede zühd: İlim, kudret, altın, gümüş ve mevkiden zühd etmektir. Bunları temin için ilim ve kudret kullanılır. Buradaki sahip olunan ilim, gönüllere hakim olmak için elde edilen ilimdir. Mevki ile gönüllere sahip olunur. Mal ile de maddeye hakim olunur.

Özetle zühd; nefsin bütün arzularından uzaklaşmaktır. Böyle kişilerin, uzak emelleri, hayalleri de kalmaz. Şehvetlere meyl eden, dünyada kalmayı ister. Dünyada kalmayı isteyen ölümü sevmez ve kendisi için uzak görür. Uzun ömrü olduğunu hayal eden ise, uzun emeller içinde olur.    Emeli azalan ise, şehvetlerden yüz çevirmiştir. Dünya tam olarak terk edildiği zaman, yaşamaya bile takati kalmaz. İnsanı ayakta tutan, ihtirasla kazanç elde etmeye sevk eden güç, nefsin arzularıdır. Nefsin arzuları kalmayınca, hal ve makamlar da sonlanır. İşte bundan sonra, makamsızlık makamında yol alınır.

Hal ve makamlar; dinin her bölümünde (yani sabır, şükür, rıza, v.s. gibi), bir önceki hoş olmayan halden, bir sonraki daha hoş olan hale geçme ile ve bu geçişlerin her birinden sonra elde edilenlerdir. Birine, hal ehli dendiğinde, bir kademenin kendine ait vasıflarını ihtiva ettiği anlaşılır. Makam da böyledir. Haller topluluğu makamları oluşturur. İki makam arasında pek çok haller vardır. Her hal ve makam; bir öncekine göre kâmil, bir sonrakine göre ise noksandır. Kişiye gereken ise, nefsin terbiyesi ile bu makamları aşarak yakınlık makamına ulaşmasıdır. Makamlar ve haller tasavvuf erbabının, yani marifetini tamamlamak isteyenin yol azığıdır. Kişiye gereken hiçbir makamda oyalanmadan, hemen bir sonrakine geçmesidir. Kitaplarımızda arifleri sözlerinden örnek verdiğimizde; onların da o sözü söyledikleri andaki hallerinden konuştuklarını bilmemiz lâzımdır. Zira kişi, ancak içinde bulunduğu halden konuşur. Bir sonrakine gelince de, ondan konuşur.

 

Güzel sözler:

“Dünyada zühd, insanlardan zühddür”    Bişr-i Hafî

Meselâ burada, Bişr, insanlarla bulunmanın kalbine zevk verdiğini, belki bir büyüklenme getirdiğini görünce, onlardan uzaklaşmayı ilke edinmiş, belki de zorlanmış ve bu sebepten, zühdün insanlardan uzaklaşma ile mümkün olduğunu kabul etmiş ve söylemiştir. Belki birkaç yıl daha önce sorulsaydı, “asıl zühd, beş çeşit yemeği terk etmektir” diyecekti. Bu sebepten güzel sözleri değerlendirirken, bu bakış açısı göz önünde bulundurulmalıdır, derim. Belki dört beş yıl sonra sorulsa, “insanlar ile ünsiyetin gönlünde yer etmedikten sonra, onlarla beraber iken onlarsız olup, Hakk ile olmaktır” diyecekti.

“Dünyada zühd, midede zühddür. Midene malik olduğun sürece zahitsin”                                                   Kasım el Cû’i

“Zühd kanaattir”                                                       Fudayl

“Zühd emeli kısaltmaktır”                              Süfyan-Sevrî

“Zühd, tekeffül edilen şeyin peşinden gitmemek demektir. Zahit bir şeyi aramak için çıktığında, zühdü kaybolur”.Burada Üveys, zühd için tevekkülü şart koşmuştur.

“Zühd herkesi kendinden üstün görmektir” Hasan-ı Basri burada zühdün tevazu olduğuna işaret etmiştir.

“Bize göre zühd, seni Allah’dan meşgul edecek her şeyi terk etmektir” diyen Süleyman Dârâni ise, en üstün zühdü tarif etmiştir.

“Farz olan zühd haramdan kaçınmaktır. Nafile olan zühd helâlden kaçınmaktır. Selâmet olan zühd ise, şüphelilerden sakınmaktır”                                         İbrahim b. Ethem

Halbuki öğrendik ki zühd, helâllerden ve şüphelilerden sakınmaktır. İbrahim Ethem, farz olan zühd haramlardan kaçınmaktır derken, haramlardan kaçınmak bütün Müslümanlara farzdır. Bütün Müslümanlar, haramdan kaçınmakla zühd etmiş olurlar ve Kur’an ile müjdelenen zahitliğin karşılığını da almış olurlar. Allah-ü Tealâ’ya varış yolları, insanların kudretlerine ve meşreplerine göre çeşitlidir. İlim yolu, ibadet yolu, zühd ve takva yolu, aşk ve muhabbet yolu, irfan yolu olmak gibi çeşitlidir. İşte dinin şubelerinden olan zühd yolundan da mahrum olmamak üzere, diğer yol ile gidenler de zahitliği tatmış olurlar. Her bir şubenin içinde, her bir yola ışık vardır.

Bu bakımdan bir yol kendisine açıldı diye, diğer yola küçümseyerek bakmak doğru olmaz. Her yol, asli görevini yaparak, Sevilen ile seveni kavuşturur.

Zühdün en alt derecesi, sakıncalı olanlardan hatta şüphelilerden kaçınmaktır. Bazıları daha da ileri giderek, zühd şüphelilerde değil, helâllerde olur demiştir.

Dünya hayatı, Allah’a ulaşmak için şarttır. Burada iken, aradaki engelleri kaldırabileceğiz. Bu bakımdan, bedenin sağlıklı kalması için zaruri ihtiyaçlara yönelip, temin etmek; zühde aykırı olmayıp, aslında zühdün şartıdır.

Zaruri Şeylerde Zühd

Zaruri şeylerde zühd:

İnsanların heves ettikleri ve kalplerini meşgul ettikleri şeyler, zaruri ve fuzuli olmak üzere iki kısımdır. Fuzuli olanın sonu yoktur. Her nefis arzu ettiğini elde ettikçe, bir sonrakini elde etmek ister. Veya eline geçirdiği ile yetinmeyip, onun yanına onu tamamlayacak başka şeyler icat eder. Meselâ; hiç halısı yoksa, senelerce halı diye arzu eder, bir halı versen, artık sevinip oturacağına, perdelerini değiştirmek ister. Hadi perdeyi de versen, hemen ondaki hevesi biter, o perdeye ve halıya uygun eşya, mobilya ister. Sonunda çıplak taşta oturup, halı ihtiyacı ile yola çıkar da, kendini çay bardağının tabağında oyalanırken bulur. Zira o eve artık, uygun çay bardağı tabağı gerekmektedir. Böylece, eğer çay tabaklarına kavuşamazsa, senelerce ister, durur. Kavuşunca nefsi hemen başka bir şeye yönelir.  Kavuşamadığı taktirde, belki de son nefesinde etrafına vasiyeti, bu olur.
Zaruri ve önemli olan şeyler şunlardır:
1)Yiyecek: İnsanın belini doğrultacak kadar helâl yiyeceğin temini, zaruridir. Zühdün yemekle ilgili en üstün derecesi, sabah yiyince akşamı, akşam yiyince sabahı düşünmemektir. Bir alt derecesi bir aylık veya kırk günlük nafaka teminidir. Daha alt derecesi bir yıllık nafaka teminidir. Bu zayıf zahit derecesidir. Bir yıldan fazla toplayana zahid denmez.
Yemeğin miktarı da önemlidir. En üst derecesi 24 saatte bir müd’dür. Bir müd; yemin ve oruç kefaretinde bir fakirin iki öğün doyacağı miktardır. Gıdanın cinsi bakımından, en ehveni kepek ekmeği, en üstünü de buğday ekmeğidir. Katıklar da sınırlıdır. Yemek yeme süreleri ise üç günde bir oruç tutmaktır. Görüldüğü gibi zühd yolu zor bir yoldur. Sahabe devrinde, etrafın genel olarak yediklerine göre yapılan bu tanzim, bu gün için aynı şekilde olmaz. Bu gün, hamburger, çikolata, tatlı devri yaşanmakta olduğundan, bu güne göre zahitlik de farklı olacaktır. Ama nefsine illâki bir terbiye vardır, olmalıdır.
2)Giyecek: En azı kişinin avret yerini örten ve sıcaktan, soğuktan koruyan miktardır. Orta derecesi gömlek, başına örtü( erkek için) ve nalinlerdir. Üstün derecesi şalvar ve mendilin bulunmasıdır. Zahidliğin şartı, elbisesini yıkadığında, kuruyana kadar evden dışarı çıkmamaktır. Kumaş da kalın ve kaba olmalıdır.
Hz. Peygamberimiz(s.a.v.): “Allah, giydiğine aldırış etmeyen müptezel insanları sever” buyurmuşlardır. (Ahmed). Bir defa ipek bir elbise hediye edildiğinde, giymiş ve hemen çıkarıp bir müşrike hediye etmişler, erkeklere de ipek giymeyi yasaklamışlardır. Başka bir sefer de altın bir yüzük takmış ve akabinde çıkarıp, erkeklere haramdır, demişlerdir. Bir sefer de işlemeli bir elbise giyip, namaza durmuşlar; sonra selâm verince hemen çıkarmışlar, işlemelerin kendilerini meşgul ettiğini söylemişlerdir. O, rahmet vesilesinin ahlâkları böyleydi.
“Beni seven benim sünnetime uysun” buyurmuştur, Allah-ü Tealâ da:
“De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin” (Âl-i İmran) buyurmuştur.
“Alimler yanında seni meşhur etmeyecek, cahiller yanında da hakarete uğratmayacak elbiseyi giy”            Süfyan-ı Sevrî
“Her kesin sana bakacağı elbiseyi değil, sokakta karışıp gideceğin elbiseyi giy”                                           Selef-i Salihin
“Elbisenin hayırlısı bana hizmet edeni, kötüsü de benim hizmet ettiğimdir”                                                    İbn Şibrime
“Üç çeşit elbise vardır: Biri Allah içindir ki setr-i avret edecek elbisedir. Diğeri kişinin kendisi içindir, sıcak ve soğuktan korur. Bir diğeri insanlar içindir, göz alıcı ve parlak kumaşlardır”                                               Süleyman Dârâni
Allah-ü Tealâ, Peygamberlerinden birine; “Dostlarıma söyle, düşmanlarımın giydiği gibi giymesin. Düşmanlarımın girip, çıktığı yerlere girip, çıkmasın. Sonra onlar nasıl düşmanım ise, bunlar da düşmanım olur” diye vahyetmiştir.
Kişinin kendisini zahit göstermek üzere, yukarıda tarif edilen şekilde giyinmesi ise riya olur.

3)Mesken: En üstünü hiç mesken edinmeden, Ashab-ı Suffa gibi cami kapısında barınmaktır. Orta derecesi penceresi olmayan kamıştan bir meskendir. En aşağı derecesi ise inşa edilmiş bir binaya sahip olmak veya kiralamaktır. Eğer evde süs ve zinet bulunmaz ise, aşağı derecedeki zühdden çıkılmış olmaz.

“İhtiyacından fazla inşaat yapana  kıyamet gününde, bunu sırtına al, diye teklif edilir”                                        Taberani

“Bir millet gelecek, çamuru yükseltecek ve fakat dinlerini düşürecektir. Geniş sahaları kullanacaklardır. Sizin kıblenize dönüp namaz kılacaklar fakat başka dinde öleceklerdir”

İbn-i Mes’ud

4)Ev eşyası: En üstünü Hz. İsa a.s. gibi olmaktır. O’nun bir tarağı ve bir bardağı vardı. Bir gün bir adamın sakalını parmakları ile taradığını görünce, tarağı attı. Bir başkasının da avucu ile su içtiğini görünce, bardağı attı.

Orta derecede olanı ise, yetecek kadar sağlam kap kacak bulundurmaktır. En aşağı derecesi, kıymetsiz kaplardan ihtiyacı için her çeşidini bulundurmaktır. Yatak yastık ve diğer eşyalar da aynı şekildedir.

5)Evlenmek: Evlenmenin zühd üzerine bir etkisi olmadığı kabul edilir. Ama bazı hallerde bekârlık üstündür, evlenmemek zühd kabul edilir. Şayet evlenmek suretiyle, Allah’dan gafil olmayacağını bildiği halde evlenmiyorsa; bu zühd sayılmaz. Kişinin gönlü evlenmek ile meşgul oluyor ve bu da o kişiye Allah’dan gaflete düşme korkusu veriyorsa, bu kişi bu sebepten evlenmiyorsa, bu zühddür. Kişi, evlense de gaflete düşmeyeceği halde, dünyaya ait meşru olan bir zevkten kendini uzak tutmak için evlenmekten geri durmamalıdır. Çünkü o zaman hem nesil zarar görür, hem de yaptığı zühd değildir.

6)Mal ve mevki: Mal ve mevki, yukarıda sayılan beş hususun temini için vesiledir. Servet yetecek kadar olmalıdır. Eğer kişi bir senelikten fazla ihtiyacını karşılayacak kadar kazanırsa, zahitliğin en düşük derecesinden de çıkmış olur. Özetle; insanın ihtiyacı olan mal ve mevki mahzurlu değildir. İhtiyaçtan fazlası ise, öldürücü bir zehirdir. İhtiyaç kadar olması ise, ilâç kadar değerlidir. Şu bakımdan ilâç gibidir: İnsanlar bazı işlerini gördürmek, yardım almak için, gönüllerde yer almak isterler. Buna “cah” denir ve çok kötü bir ahlâktır. Bu vesile ile hürmet ve saygı da görürler. Bu bakımdan, saygı görmezse hizmetine bakılmaz. İşte serveti olan için, buna ihtiyaç olmaz ve parası ile hizmet görür. Yine parası ile yardım yaparak saygı da görür. Mal bu bakımdan, kişinin cah gibi kötü bir hale düşmesini önlediğinden, ilâç kabul edilir. Mevki de böyledir. Kişinin parası olmasa bile, mevkii sayesinde işlerini gördürebilir, itibar görebilir.

Cah; ya menfaat temin etmek için veya bir zararı def etmek için ya da bir zulümden korunmak için vardır. İşte mal ve mevki de bunu sağladığından dolayı, cah hastalığına karşı önleyici bir ilâç olarak kabul edilir. Zira cah, kişiyi Hâviye Cehennemine kadar sürükleyebilir.

Zahit bir yandan dünyadan ve belki de ahiretten sıyrılmaya gayret ederken, diğer yandan zühdü ile öyle memnun ve hatta mağrur olur ki, zühdünü etrafına bildirerek, kendisine zühdü sebebiyle hürmet gösterilmesini, övmelerini bekler. Halbuki nefsi ile belli bir noktaya gelmiş iken, tekrar başlangıca dönmüş, gayretleri boşa çıkmış olabilir. Bu bakımdan, zühdü de kendisinedir. Etrafının takdirinin ne önemi vardır, Allah’ın takdiri önemlidir, şeklinde düşünmesi gerekir.

Zahitliğe niyet eden kişi, aile efradını zahidliğe sürükleme hakkına sahip değildir. Kendisi uygular.