Kategori arşivi: Adımlar 1.Cilt

Rü’yet

RÜ’YET:

Hayaldeki anlayışı, kemale erdirmektir. Keşfin sonu budur. Dünyada yaşarken Allah(c.c.)’a ait bir marifete sahip olamayan, ahirette O’nu göremeyecektir. Başka bir deyişle, dünyada marifet zevkine varamayan, ahirette müşahede tadını alamayacaktır. Dünyada marifetten ne kadar nasip oldu ise, ahiretteki müşahedesi de bu ölçüde olacaktır. Dünya değiştirilince, perde ortadan kalkmış olacak ve marifet müşahedeye dönecektir. Rü’yet zevki, bütün zevklerin üstünde bir zevktir.

Marifetin çoğalması ile marifetin kemalinden söz edilir. Marifetin son haddine varan ölümü sever. Temiz hayat ölümden sonra başlar. Onun için yaşayış, ahiret hayatıdır.

“Asıl hayat, ahiret yurdundaki hayattır, keşke bilseler”                                                                Ankebut/ 64

Allah Sevgisini Kuvvetlendiren Sebepler

ALLAH SEVGİSİNİ KUVVETLENDİREN SEBEPLER:

Bütün mü’minler marifetin aslından ayrı değillerdir. Dolayısıyla hepsinde, hakiki sevgiden eser vardır. Fakat aşk derecesine yükselen kuvvetli sevgiye hasrettirler. Bunun sebebi ise dünya sevgisine düşkünlük ve ilim eksikliğidir.

Önce dünya sevgisini kalpten çıkarmak gerekir. Dünya sevgisi, Allah(c.c.) sevgisine engeldir. Bir kalpte iki sevgi olmaz. Ahzâb/4. âyette, Allah-ü Tealâ: “Allah insanın içine iki kalp koymamıştır” buyurmaktadır. Böylece kalbi Allah sevgisi ile doldurmak için, başka her şeyden temizlemek lâzımdır. Dünya ile ahiret birbirinin zıddı şeylerdir. Biri ile meşguliyet, diğerini uzaklaştırır. Dünya demek, dünyada hoş olan ve ele geçirilen her şey demektir. Bunlarla yaşanır, o bakımdan bunların hepsi hayatımıza girecektir. Ama kalbimizde yer etmemelidir. Bu durumda olan için, yani dünya sevgisini kalbinden söküp atmış olan için, dünya bir hapishanedir. Ölüm ile bu hapishaneden kurtulup, sevdiği ile buluşacaktır. Hz. Mevlâna ölümü için, düğün gecesi demiştir. İşte Allah ehlini, dünya ehlinden ayıran husus budur. Her biri diğerini akılsızlık ile itham eder.

Dünya sevgilerinin içine eş, evlât, bağ, bostan, mal, mülk, servet ve sahip olduğu veya sahip olmak istediği her şey girer. Bunların içinden hiç biri, konunun dışında değildir. Bunlara sahip olunduğunda, bir emanetçi sıfatı ile sorumluluğunu bilmek ve yerinde davranmak ayrı bir şeydir. Ama aslında gönlünde dünya sevgisi olmayan kişi, asla bunlara sahip olmamış olur. İnsanların çoğu, Allah hakkında marifete sahip olduktan, yani bilgilendikten sonra; dünya sevgisinin kötü bir şey olduğunu öğrenerek, bundan kurtulma çareleri arayanlardır. Yoksa, işin başında bunu bilenler, zaten kalplerinde böyle bir sevginin yerleşmemesi için mücadele verenlerdir.

İlimlenmek: İşte dünya sevgisinin, kişinin yol alması için en önemli engel olduğunu bilmek bile, ilimlenmek ile olur. Burada ilimden maksadımız, elbette marifet yani Allah(c.c.)’ı bilme ilmidir. Ama bu ilimden önce, ilk öğrenilecek ilim, muamele ilmidir. Muamele ilmi ile, kişi amel etmeyi öğrenir. Amel, muamele ilminin sonucudur. Salih ameller ile, kalp temizlenmeye ve parlamaya başlar. Bir yandan insan, amellerine aksatmadan devam etse bile, bu ameller ile birlikte helâke götürecek şeyleri de öğrenir. Bunlar; kibir, ucub, gıybet, hased, kin, nefret, riya gibi pek çok olan şeylerdir. Amellerini yok etmek istemiyerek, bu kötü ahlâkından kurtulmaya ve amellerini ziyan etmemeye çalışır. Bir taraftan da kalbi cilâlanmaya başlar. Eğer nasib olur da nefis ilmini öğrenirse, kendinde meğer ne kadar gizlilikler içinde kötülüklerin mevcut olduğunu fark eder. Böylece bir yandan nefsin serkeşliklerinden kurtulmaya çalışırken, diğer yandan da öğrendiklerini hayatına geçirmeye çalışarak mücahedeye devam eder. Bu arada pek çok inişler, çıkışlar olur. Her inişte kendisinden daha aşağılarda kimse yok sanarak, her çıkışta da kendisinin geldiği yere henüz kimsenin erişemediğini sanarak, yaşar. Hayatı bu olmuştur. Birgün bir de bakar ki, masiva ona uğramıyor. Tek gayesi Allah için veya Allah hakkında ya da Allah(c.c.)’ın rızasına ulaşmak olmuştur.

Merakı, Allah(c.c.)’dır. O’nu tanıdıkça daha çok tanımak ister. Kendi işlerinde ya da başkalarının işlerinde O’nun lûtuflarını, ihsanını, geniş rahmetini, kudretini, iradesini görerek; daha çok tanımak, anlamak, yakın olmak ister. Böylece isimlerini, sıfatlarını, fiillerini öğrenir. Öğrendikçe sevgisi çoğalır. Sevgisi arttıkça daha çok tanımak ister. İşte bu ilim marifet ilmidir. Artık kulca da olsa Yaradan’ını tanımaya başlamıştır. Bilir ki Allah(c.c.)’ı yine en iyi Allah bilir. Buraya kadar anlatılanlar, mükâşefe ilmi olup, marifet ilminin son kısmıdır. Mükâşefe ilminin sonu yoktur. Ama marifet ilminin son kısmı olduğu için, böyle denmiştir. Marifet ilmi hazır olunca, muhabbet oluşur. Gerçek Allah sevgisi, marifetullah ile başlar. Bundan öncekiler, Allah(c.c.)’ı sevmeyi sevmektir.

Marifetullah’ta bu merhaleye ulaşanlar iki kısımdır:

Bir kısmı, önce Allah(c.c.)’ı bilirler, sonra Allah(c.c.)’dan diğer varlıkları bilirler. Bunlar kuvvetlilerdir. Hakk’tan halka delil çekerler. Bunların sayısı azın azıdır. Makbul olan da bunlardır. Zira bu kişiler, eserin sahibine gözlerini dikmişler, bir daha da başka yere bakmamışlardır. Necm suresinde Hz. Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında: “ O’nun gözü asla şaşmadı” denmektedir. Nefislerini bilmek şöyle dursun, nefislerini kaybetmişlerdir ve farkında bile değillerdir.

Diğer kısım ise, Allah(c.c.)’a yaklaşanların, yakin olanların çoğunluğudur. Bunlar önce işleri görürler, sonra işlerin sahibini görürler. Bu kişiler zayıflardır.  Önce eserleri görürler, sonra eserin sahibini görürler. Kuran-ı Kerim’de tavsiye edilen bu yoldur. Çünkü insanlar eserlerle oyalanmayı ve esere hayran olmayı daha çok başarabilirler. “Nefsini bilen, Rabbini bilir” Hadis-i Şerifi ile bilirler.

Sevgide İnsanların Farklı Olmalarının Sebebi

SEVGİDE İNSANLARIN FARKLI OLMALARININ SEBEBİ:

İnsanlar sevgide farklı derecelerdedirler. Bu farkın sebebi ise, yöneldikleri şeylerin farkları dolayısıyladır. Her kim neye yönelmiş ise, onunla alâkadar olur, böylece alâka kurduğu şeye karşı sevgisi başlar.

Bazıları yaratılışları icabı, “iman ettik” dedikten sonra, imanlarının gereğini yerine getirirler, amellerine devam ederler, fakat tefekkür etmezler, üzerinde durup, fikriyatlarını geliştirmezler.

Bir kısmı, varlıkların mevcudiyetlerini, yaradılış hikmetlerini düşünerek düşüncelerini genişletirler. Amellerinin yanı sıra tefekkür edip, beş duyularının kavrayışları ile, hayranlıklarını arttırırlar. Bu arada tefekkür sebebiyle sevgi bağları oluşur, hattâ zaman içinde kuvvetlenebilir.

Bir kısmı nimetler ve ihsanlar ile severler. Bu sevgi tehlikelidir, zira ihsan ve nimet azalınca sevgileri de azalır.

Bir kısmı ibadet, taat, salih amel, zikir, virdler ile çokça  meşgul olup, manevi zevklere sahip olurlar. Bu da, Allah(c.c.)’ı sevmelerine sebep olur. Fakat, bu zevkler kalp genişlemesi ile zaman içinde hissedilemez hale gelirse, korkulur ki bu kişilerin de sevgilerinde bir azalma olabilir.

En üstün sevgi, Allah(c.c.)’ın vasıflarını bilerek, bu sebeplerle kalpte hasıl olmuş olan sevgidir. Bu sevgi hiçbir şeyle azalmaz, yok olmaz. Hattâ artar. Makbul olan da bu sevgidir.

Allah-ü Tealâ’yı anlamak, bilmek zordur. Halkın anlayışı bu bakımdan kusurludur. Bunun da esas sebepleri, Allah(c.c.)’ın çok gizli  ve çok açık olmasıdır. Gizli oluşu ise açık oluşundan dolayıdır.

Kulun Allah(c.c.)’ı sevmesine muhabbet denir. Bu sevgi ileri dereceye ulaşırsa şevk denir. Şevk sevdiğini görmekle sakinler, iştiyak ise görüşmekle artar. Şevk evliyanın seçkinlerinde, iştiyak seçkinlerin de seçilmişlerinde bulunur.

Şevk  daha kuvvetli ve şiddetli olursa aşk denir. Aşk ihsandır. Muhabbet ilimlenmek ve dünya sevgisinden kurtulmak gibi çalışma ister. Aşk ise çalışma olmadan Allah(c.c.)’ın ihsanı ile olur. Aşk, Maşuk’un aşıkın kalbine akıttığı sıfattır. Aşk ile nefis tezkiyesi, ahlâk düzeltilmesi olur. Aşıklar seçilmiş ve yakın kullardır. Aşık kendini unutup, sevdiği ile meşguldür. Aşıka can korkusu ayıp ve ardır.Aşık ruh ve gönül sırlarının mahremidir. Aşık ilham ile amel eder, tarafı olmayana dönmüştür. Aşığın canına kuvvet, aşk olmuştur. Hak aşığının düşüncesi doğru ve saftır. Kalbi uyanık olup yanılma ve hatadan uzaktır. Aşığın himmeti herkesten yüksektir. Aşıkta beşeri özellikler yok olmuştur. Bir damla iken uçsuz bucaksız deniz olur. Aşığın makamı gönlün içidir. Aşığın her muradı hasıl olur, akıllı akıl ile mahcup olur. Aşığın meşrebi vahdet, mezhebi Hüda’dır. Aşkın kendisi, Hakk’ın dostlarına inayet ve hidayetidir. Aşık ölmeden önce ölmüştür. Aşık kırık olur. Gam ve üzüntüden uzak olmaz. Aşığın mezhebi yok olmaktır. Aşığın insanlarla bir işi kalmaz. Aşıkların sözleri kalplere ve akıllara hayattır.

Vecd, aşk ehlinin varlığının gitmesidir. Aşığın beşeriyetinin helâkidir.

Kulun Allah(c.c.)’ı sevmesi, Allah(c.c.)’ın o kulu sevmesi sebebiyledir. Zira sevgi büyükten küçüğe doğru yol alır… Hakk’a giden yollar çoktur, lâkin en kolay olanı aşk ve muhabbet yoludur. Bu yol ile gayretsiz olarak, ölmeden evvel ölme sırrına vasıl olunur.

Muhabbetullahın yerleştiği gönlün yedi alâmeti vardır:

1)   Ölmekten korkmaz.

2)   Dünyadan neyi severse, sevdiği için, O’nun adına sever.

3)   Gece, gündüz her an sevdiği iledir, hep O’nu anlatmak ister.

4)   Sevdiğinin dostlarına tazim eder. Hattâ mahlukata muhabbet ve şefkat ile muamele eder. Kibir, kıskançlık, keder, benlik kalmaz.

5)   Muhabbet ehli uzleti seçer, geceleri sever, uykusu uykusuzluktur.

6)   İbadet kolay, şevkli ve zevkli olur. İbadetinden gıdalanır.

7)   Hakk dostlarını kendine dost ve sevgili edinir.

Muhabbetullah sahibinin insanlarla ilişkilerinde üç özellikleri vardır ki, bunlar keramettir:

-Deniz gibi cömerttirler,

-Güneş gibi şefkatlidirler,

-Toprak gibi mütevazıdırlar.

Muhabbet âdetlerden ayrılmaktır ve kendisi öyle bir sevaptır ki, onunla bir günah zarar vermez. Muhabbet seveni, başkalarını sevmekten kör ve sağır eder. Muhabbet sevgilinin kazasına rızadır, itaattir. Gizli bir sırdır, ayan olmaz. Sahibine dünya ve ahiret isteklerini unutturur. Muhabbet tam teslimiyettir, sevdiğine tamamen meyl etmek, zahir ve batınında uymaktır. Hattâ kişide benlikten eser kalmayıp, ifna olmaktır. (sevdiğinde yok olmak). Muhabbete uğrayanın gözünde halk kaybolur. Arif ise muhabbet lezzetine, halkın eziyetlerinden zevk aldığında kavuşur. Muhabbetin yerleştiği kalbin sahibinin her türlü ihtiyacı biter, herkes ona muhtaç olur.

Sadık aşığın bedeni vahşi, kalbi arşî, tabiatı ruhani, himmeti Rabbani, siması nuranidir.  Muhabbet her hastalığın devasıdır. Muhabbet şahı bağlayan sultandır.

Muhabbet dört kısım olur:

-Esere muhabbet: En zayıf olandır ve dünya ehline aittir.

-Fiillere muhabbet: Abid ve Zahidlerin muhabbetidir.

-Sıfat ve isimlere muhabbet: Ebrarın muhabbetidir. Tam fenaya varmamıştır. Korku ve üzüntüleri devam eder.

-Zât’a muhabbet: Mukarreblerin muhabbeti olup, en kıymetlisidir. Tevhidin gereği olarak hasıl olur. Bu kullar seçkin kullardır. Vahdet deryasına dalmışlar, benlikleri yok olmuş, fenayı tamamlayıp, beka ile dirilmişlerdir. O’nun kemal sıfatları ile sıfatlanmışlardır, devamlı dereceleri artar. Allah-ü Tealâ’nın Zât’ı ile kaimdirler.

Zâti muhabbet ile sevişen sıdk ve safa ehli, ezel ve ebedde kuvvetli bir sevgi ile birbirini severler. Onlar muhakkak ki Evliyaullahtırlar. Gönülleri dergâhtır. Hak Tealâ, onlardan mahlûkatına merhamet nazarı ile bakar. Onları seven urve-i vüskaya (Allah’ın ipine) tutunmuştur. Onların rızasını alan, Mevlâsına kavuşmuştur. Allah-ü Tealâ: “Benim için, birbirini sevenlere muhabbetim vacip olmuştur” buyurmuştur.

“Sevgilinin yaptığı işler, hep sevgilidir,

Çünkü tabibin kızması, rızası gibidir”

 

“Birdir ol masdar-ı celâl ü cemal,

Bir bilir kahr-ü lûtfu ehl-i kemal”

 

“Zahit bir ayda bir günlük yol gider,

Aşık her nefesde o Şah’a erer.

Zahidler korka korka adım atar,

Aşıklar şimşek gibi havada uçar”

 

“Muhabbetten nâr olsa da nûr olur,

Muhabbetten ifrit olsa, hûr olur”

 

“Ey! Sevgili, şarabından bir kez de ben tadîm, dedim

Gözlerimden yaşlar geldi, kudretinden titredim.

O şarabın zerresinden, parçalandı yüreğim

Ya hepsini içse idim, ne olacaktı halim?”

Safa’ya

Safâ’ya

Artık ne sitem var sevgiliye, ne elem cana

Muhabbet şarabını iç, kana kana

Tüm sevgileri yok eder, muhabbet

Aşksız öze dönüş olmazmış elbet.

 

Ölü kalpler, yalnız aşkla  dirilmiş

Aşk her şeyin anahtarı, denilmiş

Rahman’ı anlamaya tek  ilim varmış

O da, hakiki aşkmış.

 

Aşk bir kuru dâva imiş, bâtıl elinde

Sihirli bir değnek imiş Musa elinde

Körlere göz açtırmış, İsa elinde

İki cihan yaratılmış, Muhammedî gönülde.

 

Aşk bir yolmuş, vuslat sorana

Rehber olmuş, hedefine varana

Sırlanınca sırlar sunmuş sultana

Özü bilip, girmiş asli vatana

 

Aşkı yok ise, ilim yavandır

Yavan ilim sahibine ziyandır

Kim ki yükü atıp, aşka sarıldı

İki cihanda can bulan sultandır.

 

Marifet, özü bilmeye dönük

Özü bilmek, aşkta yanmaya yenik

Aşkla yanan gönül, Hakk’a yönelik

Hakk’ı bilmek, aşk içinde eriyip.

 

Aşk iki cihanı cem eder

Ve de esareti yok eder

Kör olanın görüşünü var eder

Hakikate eriştirip, kul eder.

Mektup-Muhabbetullah

Mektup

Ya, İlâhi! Bize verdiğin değerin kıymetini biliriz, İnşallah. Zira bizi sevdin de, biz de Seni sevmeyi bildik. Eğer Sen sevmeseydin, nasıl severdik? Gönüllerimizin durulmasını bekleyerek, nazar ettin. Bildin de bekledin, bekledin de nazar ettin. Sen ki, Azametli, secde edilmeye tek lâyık olan, Yüce bir Yaradan olarak; bizleri muhatap aldın. Elbette bunun hakkını acizler olarak da olsa yerine getirmeliyiz. Sana hiçbir şeyle, üzerimizdeki hakkının karşılığını veremeyiz. Sana secde az gelirdi, Sana senâ az gelirdi, Sana hamd ve şükür az gelirdi. Sana, Zâtın için hiçbir şey yapamamanın acizliği içindeyim. Fakat gözümü bu âleme açtığımdan beri, Senden başka bir şey görmedim. Bunu da yapanın Sen olduğunu bildiğim için, yine bir şey yapamamış oldum. Bu dünyanın içine değil, kenarına oturtan da Sendin. Önüme koyulan hiçbir şeyle oyalanamadım. Beni hiçbir yerde, hiçbir şeyle oyalamayan da Sendin. Sana bir şey yapamayınca, Senin için, hoşlanacağını umduğum bir şeyler yapmaya çalıştım. Yarattıklarına olan merhametini ve alâkanı bildiğim için, onlara döndüm. Yine biliyordum ki, döndüren Sendin. Onlara hizmet etmeye çalıştım. Bildirdiklerini bildirdim, verdiğin her şeyi bölüştüm. Ululuğun öylesine yok etti ki, vermenin sınırını göremedim.

Bir ömür boyu, hiç şaşmadan nasıl istedinse, öyle oldum. Ne yapmamı istedinse, onları yaptım. Lâkin hep, olanı ve yapanı yani esas kaynağı görerek. Sonunda bana, benim yapabileceğim, dayanma noktasını zorlayan, sadece aşk kapısını açık bıraktığını bildirdin. Bu kapıyı açan Sendin. Bu kapıyı, nefsine itibar etmeyene açtığını biliyorum. Süzülerek girdim, içeri girmem için bütün sebepleri yaratmıştın. Bana kalan sadece sevmek idi. Sadece yapabileceğim, bu kalmıştı. Sevindim. Sanmıştım ki orada aşkımla yaşayacağım. Fakat o kapının arkasında ahali vardı. Şimdi onlarla, Senin için, Senin hatırına beraberlik vardı. Nasıl razı olmazdım. Elime ilk defa Senin için bir şey yapmak fırsatı geçmişti. Zira o ana kadar Senin için henüz bir şey yapamadığıma samimiyetle inanıyordum. Ayrılık vardı, ama geçiciydi. Dünyada ne yaşadımsa geçici nazarı ile bakarak nasıl metanet gösterdiysem, aynı şekilde metin oldum. “Bu da geçer Ya! Hu!” dedim. Hep demiş olduğum gibi… Yalnız bir fark vardı. Dünyadaki şeyler için, geçer demek kolaydı. Ama burada büyük bir fark vardı. Buna katlanmak, sabrı da, rızayı da zorluyandı.

Şimdi alışmışlığın veya bizarlığın gölgesindeyim. Acizane, kulca yaptırdıklarını ve yaptırmadıklarını yaşayarak, yaşıyorum. Senin bildiğin gibi. İstifade var mı, bilmiyorum. Bana? Bilmiyorum. Tek bildiğim, tayin ettiğin vaktin dolmasını, tayin ettiğin işlerle beklemedeyim. Burada sabırsızlığımın rızaya dönmüş olmasına şaşmaktayım. Nasıl razı olunur?

Seni bildiğim kadarıyla, Seni bildikten sonra bildiğim tek şey, muhabbetim. Seni diğerlerine nasıl anlatayım da, onlar da ben gibi bilsin? Benim elimde kalan tek şey de bu muhabbet. Onun da sahibi Sensin, fakat benden halisane, aşıkane, sadıkane çıkan tek fiilim ile Sana yalvarıyorum. Eğer bu fiilimin bir değeri var ise, çevremde olan her kese, tanıdığım her yüze, bu yazıyı okuyanlara Yüce ve İzzetli Dergâhında yer ver. Eğer onlar Seni yeterince tanıyamadılarsa, bütün eksiklikler bu kuluna aittir. Yeterince anlatamamışımdır. Eğer nefislerine yenilip, Seni unuttularsa, bana lûtfettiğin muhabbeti dağıtamadığım içindir. Eğer gözleri açılmayıp, göremedilerse, işaretlerini belirtemediğim içindir. Eğer aşkları kendi nefislerine ise, muhabbeti arz edemediğim içindir. Sen Keremlilerin en Keremlisi, Sen Yücelerin en Yücesi, Sen mülkün ve hepimizin sahibi, Sen merhametlilerin en merhametlisi olarak affedersin. Bizler affını ummaktayız. Ve Senin affediciliğin, sevginden. Bizleri affınla, merhametinle, sevginle; muhabbetine dahil et, Ya! Rab!

Rıza

RIZA

Rızanın Fazileti

“Allah onlardan razıdır, onlar da Allah(c.c.)’dan razıdır”                                                                      Beyyine/8

“İyiliğin karşılığı ancak iyilik değil midir?”

Rahman/60

“…Allah(c.c.)’ın hoşnud olması en büyük şeydir”

Tevbe/72

“Allah(c.c.)’dan az bir rıza, masivadan büyüktür”

Tevbe/72

Konuyla ilgili Hadis-i Şerifler:

“Allah-ü Tealâ, Mü’minlere tecelli eder ve(Benden ne istiyorsunuz?) buyurur. (Rızanı isteriz) derler”                                                                                Teberani

“İslâma hidayet olunup, yetecek kadar nafakası bulunan ve buna razı olan kimseye müjdeler olsun”      Tirmizi

“Az rızıkla Allah(c.c.)’dan razı olan kimseden, az amel ile Allah da razı olur”                             Hz. Ali(k.v.)

Allah-ü Tealâ kulunu sevdiği vakit, onu ibtilâ eder; sabrettiği vakit, sür’atle kendine çeker ve korur; razı olursa onu tercih ve ihtiyar eder”

 

“Allah katındaki mevkiini bilmek isteyen, Allah-ü Tealâ’nın kendi nazarındaki mevkiine baksın. Zira Allah kulunu, kulunun kendisini indirmek istediği mevkie indirir”                                                                               Hz. Cabir

“Kim ki belâma sabretmez, kazama rıza göstermez ve verdiğim nimete şükretmez ise, Benden başka Rab arasın”

Teberani

“Bütün olacakları tedbir ve takdir ettim. Sun’ı bedi’imi tahkim ettim. Bunlara rıza gösterene, Bana ulaşıncaya kadar benden de rıza vardır. Bunlara kızana Bana ulaşıncaya kadar, Benden de gadap vardır”          Teberani

“Aziz ve Celil olan Allah-ü Tealâ, rahatlık ve ferahlığı rıza ve yakînde; gam, keder ve tasayı da şüphe ve kızgınlıkta kılmıştır”                                                      Teberani

Bu konu ile ilgili büyüklerin sözleri:

İbn-i Abbas (r.a.):“Kıyamet günü Cennet’e ilk davet edilecek olanlar, her hal-ü kârda Allah-ü Tealâ’ya hamd edenlerdir” demişlerdir. Her hal-ü kârda hamd etmek, ancak razı olmakla mümkündür.

Ömer b. Abdülaziz’e neyi sevdiği sorulduğunda, “Allah-ü Tealâ’nın hükmünü” diye cevap vermiştir.

“Allah(c.c.)’ın kazasına rıza göstermeyenin ahmaklığının tedavi çaresi yoktur”                  Meymun b. Mihran

“Hüner arpa ekmeği ile sirke yemek ve aba giymekte değil, kazaya rızadadır”

Abdullah b. Mes’ud “Ateşin bir yerimi yakması, benim için, (keşke olsaydı veya keşke olmasaydı) demekten daha ehvendir” demiştir.

Ebû’d Derda “İmanın zerresi, hükme sabır ve kadere rızadır” demiştir.

Hz. Ömer (r.a.) ise, “ İster bolluk, ister darlık olsun. Her ne hal üzere olursam  olayım buna asla aldırış etmem” demiştir.

İmam Servi, Rabia Adeviyye’nin bulunduğu bir yerde, “Allah(c.c.)’ım bizden razı ol” diye dua edince; Hz.Rabia: “Sen Allah(c.c.)’dan razı olmadığın halde, O’nun senden razı olmasını istemekten utanmıyor musun?” diye sordu. Orada bulunan Cafer b. Süleyman: “ Kul ne zaman Rabbin’den razı olur?” diye sorunca da “ Nimeti ve felâketi karşılayışı aynı olunca” demiştir.

Fudayl “ Allah-ü Tealâ’nın kendisine verdiği ve vermediği halleri müsavi olunca, kişi Rabbinden razı sayılır” demiştir.

Sehl b. Tusteri “ Kulların yakinden nasipleri, rızadan nasipleri nisbetindedir. Rızadan da nasipleri Allah ile ünsiyet ve geçimleri nisbetindedir” demiştir.

Rızanın Hakikati

RIZANIN HAKİKATİ:

Kazaya rıza, Allah(c.c.)’a muhabbetin meyvesi ve mukarreblerin en üst makamıdır. Bu makamdan haberi olmayanlar, rızayı bilmemeleri sebebiyle, insanın arzularına uymayan belâ ve müsibetlerde rıza düşünülemeyeceğini, ancak sabrın mümkün olduğunu söylemişlerdir. Böyle söyleyenler, muhabbetullahı göz ardı etmiş veya reddetmiş olurlar. Şayet muhabbetullah kabul ediliyorsa, rıza inkâr edilemez. Zira seven sevdiğinin her yaptığına razı olur. Sevenin, sevdiğinin her yaptığına razı olması iki sebepten olur:

1)Muhabbetullaha uğrayan kalp, bu düşünceye daldığında başka şeylerden haberi olmaz. Muhabbet, acı duyularını iptal eder. Bütün arzusu sevdiğini görmek olan aşık, aşırı derecedeki sevgisi sebebiyle; başkalarından gelen üzüntü ve sıkıntıları da duymaz olur. Hele bu meşakkat kalbini doldurmuş olan sevdiğinden gelirse, nasıl duyar ki? O’nun Cemalinden bir kısmı kendisine keşfolunandır. Hayran olarak O’na bayılır da, diğer olaylardan haberi bile olmaz.

2)Veya elemin acısını duyar da buna razı olur. Hattâ bu acıya  rağbet ve heves eder.  Bu rağbet aklı iledir. Meselâ bir belâ ile karşılaştığı zaman, razı oluşu ile alacağı mükâfatı düşünerek, sevinir, hattâ şükreder. Ayrıca sevdiğinin arzusuna uymakla, O’nun dilediği her şeyin sevimli gelmesi söz konusudur.

Basiret ile idrak edilen; kemalinin sonu olmayan bir güzelliğe sevgi duymak, gerçek sevgidir. Bunu hisseden basiret sahibi, öldükten sonra da Allah-ü Tealâ’nın katında diri ve daha büyük bir zevktedir.

“Sıkıntının mükâfatını bilen, ondan kurtulmaya heves etmez”                                                            Şakik-i Belhî

“Seven, belânın acısını duymaz. Yetmiş kılıç yarası alsa da duymaz”                                              Seriyyü’s- Sakatî

“Mısır halkı dört ay yemeden içmeden Yusuf a.s. ın güzelliğine baka kaldılar. Acıktıklarında O’nun yüzüne bakarak, açlıklarını unuturlardı. Kur’an-ı Kerim’de ise daha önemlisi haber verilir ki; Mısır’ın ileri gelen kadınları, Yusuf a.s. ın Cemaline hayran kalarak, ellerini kesmişler, fakat acısını duymamışlardır”

Ebû Amr Muhammed b.el-Eş’as

“Her makamın haline erdim. Yalnız rızaya ulaşamadım. Ondan bende yalnız, esen bir rüzgarın getirdiği koku vardır. Bu da bütün insanlar Cennet’te, ben de Cehennem’de olsam, buna razı olurum”

Ebû Süleyman ed-Dârâni

Arifin birine rıza makamının son haddine varabildin mi, diye sormuşlar. O da “Gayesine varamadım, fakat rıza makamına ulaştım. Eğer beni Cehennem üzerinde; insanların Cennet’e ulaşacakları bir köprü yapsa; sonra beni onların yerine Cehennem’e koysa, buna razı olur ve hatta sevinirim” demiştir. Zayıf insanlar için zor olsa da , kuvvetliler için kolay olan bu hali inkâr etmek, yanlış olur.

Sa’d b. Ebî Vakkas (r.a.)’ın gözleri görmez olmuştu. Hz.Resul(s.a.v.)’in, Sa’d’ın duasını kabul etmesini Allah(c.c.)’dan dilediği bilindiğinden; herkes “bize dua et” diye yanına gelirdi ve O da herkese dua ederdi. Yeğeni, kendi gözlerinin açılması için niye dua etmediğini sorduğunda; “Allah-ü Tealâ’nın hakkımdaki bu hükmü, benim için gözümün görmesinden daha hayırlıdır” demiştir.

Abidlerden biri işlediği bir günah sebebiyle, altmış yıl ağlayıp, istiğfar etmiştir. Günahı sorulduğunda; “Bir defa bir şey için (keşke olmasaydı) demiştim” demiştir.

Sırrî’nin ticarethanesinin bulunduğu çarşıda yangın çıkmış, kendisine sadece kendi dükkânı yanmadığı haberi geldiğinde; bir anlık gafletle “elhamdü lillah” demiş, daha sonra da bu gafletini anlayıp, tevbe etmiş bir daha da o dükkâna girmeyip, terk etmiştir.

Gözün gördüğü bütün güzellikler, Allah-ü Tealâ’nın Cemalinin lûtfundan gelen birer parçadır. Kalbi ile görmeyi bilmeyenler, manevi güzellikleri inkâr etse bile, bunun bir değeri yoktur.

Dua Rızaya Aykırı Değildir

DUA RIZAYA AYKIRI  DEĞİLDİR:    

Dua, sahibini rıza makamından çıkarmaz. Aynı zamanda günahı çirkin görmek, günahkâra ve günah sebeplerine kızmak, isyanı ortadan kaldırmak, iyiliği emredip kötülükten men etmek de rızaya karşı değildir. Şeriat hakkında cahil olan bazıları, küfre razı olmayı da rızadan sanmış ve aldanmışlardır.

Allah-ü Tealâ “ Korkarak ve umarak bize dua ederler” diye (Enbiya/90. âyetinde) dua edenleri övmüşlerdir.

Küfre razı oluşun yerilmesiyle ilgili olarak: “Kötülüğe şahid olup, ona rıza gösteren, o kötülüğü yapmış gibidir”Hadis-i Şerif’i örnek almamız gerekendir.

Hayır ve şerri yaratan, Allah-ü Tealâ’dır. Hayra rızası vardır, şerre rızası yoktur. “Şerri Allah yaratmaz” demek cehalettir. “Rıza bakımından hayır ve şer aynıdır” diyenler ise, kısa görüşlüdür. Bu konunun tam aydınlatılması mükâşefe iledir ve kader sırrına girer. Buna da müsaade yoktur. Bize yakışan, şu andaki öğrenmemiz gereken; “Şerrin arkasındaki hayrı göremediğimiz için, şerre razı olmamak gerekir” dememizdir.

Dua kalbin cilâsıdır. Keşfin anahtarıdır. Yaradanımız ile konuşmak, dertleşmek, her şeyini O’na açmak, yardım dilemek, kendimize en yakın olarak O’nu bilmektir. Allah-ü Tealâ duayı emretmiştir, “Taleb edene, veririz” ayeti ile, kulunun talebini beklemektedir. Allah(c.c.)’a baş vurmak için sebeptir. Sebeplere baş vurmak ne tevekküle  ne de kazaya rızaya aykırıdır.

Yalnız şikâyet maksadıyla, derdini anlatmak rızaya aykırıdır. Bilgi vermek üzere anlatmak aykırı değildir. Bunun gibi pek çok kısımlar vardır ki seçilebilir. Kul olana düşen ise, mülkü sahibine bırakmaktır.

İsyan Edilen Memleketten Uzaklaşmak

İSYAN EDİLEN MEMLEKETTEN UZAKLAŞMAK:                         

Bu da rızaya aykırı değildir. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.): “Taun olan yerden çıkmayınız” buyurmakla, hastalığın bulaşıcı olduğunu ve başka yerlere gidilirse bulaştırılacağı tehlikesi ile, çıkışı ve girişi yasaklamışlardır. Zayıf görüşlü bazıları da bu hadisi kaynak alarak, isyan olan yerden de çıkmamak lâzım gelir, şeklinde düşünmüşlerdir. Burada bu çıkışı Allah(c.c.)’ın kazasından kaçmak olarak değerlendirirler. Halbuki isyan olan memleketten çıkmak da Allah(c.c.)’ın kazasındandır. Masiyete teşvik eden şüpheli yerlerden de uzaklaşmak, rızaya aykırı değildir.

“Allah(c.c.)’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz”                                                                                Nisâ/ 97

Şayet ailevi durumu çıkmasına engel olursa, haline razı ve durumundan emin olmamalıdır. Bu duruma üzülmelidir ve devamlı olarak:

“Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bir şehirden çıkar”

(Nisâ/75) duasına devam etmelidir. Zira zulüm olan yere belâ iner ve iyileri de, kötülerle birlikte içine alır.

Alimler şu üç makamın üstünlüğü hususunda ihtilâf  etmişlerdir:

1)   Bir an önce Allah(c.c.)’a ulaşmak için ölümü sevmek,

2)   Kulluk ve ibadeti arttırmak için yaşamı sevmek,

3)   Allah(c.c.)’ın takdirini sevip, rıza gösterip, isteksiz olmak.

Konuyu Ariflere götürmüşler, onlar da üçüncü makamı üstün bulduklarını söylemişlerdir.

Kahrı ve Lutfu Bir Görmek

KAHRI VE LÛTFU BİR GÖRMEK:

Kahır sözü ile; Hakk’ın teyidi ile şahsi isteklerin yok edilmesi, nefsin arzularının men edilmesi ve bunlar olurken kendilerine ait bir isteğin olmamasını anlıyoruz.

Lûtuf sözü ile; sırrın bekası, müşahedenin devamı ve istikametin kararlı olmasını anlıyoruz.

Olması gereken ise; Hakk Tealâ kulu hakkında neyi murad etti ise, ona razı oluş ve talepsizliktir. Bu rızadır. Rıza kişiyi dertten kurtarır. Kalpten Allah(c.c.)’tan başka her türlü düşünceyi siler.

Rızanın hakikati; kul bütün hallerinde Allah-ü Tealâ’nın kendini gördüğüne tam iman etmiştir ve yine kul Allah(c.c.)’ın ilmine  razıdır ve bu ilmi beğenmektedir.

Rıza ehli dört kısım olur:

1)   Nimet ile Allah(c.c.)’dan razı olanlar: Dünya nimetleri ile Allah(c.c.)’dan razı olanlar helâk ve hüsrandadır. Rızaları ateştir. Bu rıza daimi olarak nimeti veren ile alan arasında perde olur.

2)   Belâ ile razı olanlar: Belâyı vereni görüp, belâyı taşımaya güç getirirler. Belânın üzüntüsü, dostu müşahede etme sevinci ile, üzüntü olmaktan çıkar. Rızanın ilk makamıdır.

3)   İhsan ile razı olanlar: İhsan karşısında aciz olduklarını hissederler. Dert ve meşakkatler kalpte külfet yaparlar. Bu kişilerde kalbin külfeti yok olur. Kul keşif haline ulaşınca marifet, hakikat olur. (Allah(c.c.)’ı hakikat üzere bilirler).

4)   Dostluk safası ve istifası içinde razı olanlar: Hakk’a aşık olanlardır. Bu kişilerin kalpleri İlâhi huzurdadır. Kalpleri halktan kopmuş, esaret bitmiş, makam ve hal kaydından kurtulmuş, sırları masivadan kesilmiştir.

“Bir kimse Allah(c.c.)’a ve kazasına razı olmazsa, kalbini meşgul etmiş ve bedenini yormuş olur; yaptığı ibadetin ve amelin ona bir faydası olmaz”     Hadis-i Şerif