Kategori arşivi: Elif’den Yansımalar

Cebbâr

CEBBÂR   (el- Cebbâr)   (10)

Her durumda mutlak iradesini yürüten, her güçlüğü kolaylaştıran,yerine göre zor kullanarak islâh eden

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1) Allah’ın ismi olarak: Haşr 23
2) Kur’an-ı Kerim’de ikisi çoğul kullanılmak üzere(cebbarin), dokuz âyette yerilen      insani sıfat olarak geçer. Bu yerilen sıfatlar, kaba, kibirli, zorba, bencil manâlarında kullanılmıştır. Meselâ: Hud  50/ İbrahim 15/ Meryem 14/ Kasas 19/ Mü’min 35/ Kaf 45
3)  Hz.Muhammed (s.a.v.) ve Hz. İsa’nın beşeri anlamda, kötü olan bu vasıftan münezzeh olduğu bildirilen:

Kaf 45/ Meryem 32

 

            Allah her işte hükmünü yürütür. Kudreti bunu sağlar. Kimsenin hükmü O’na geçmez, kimse O’nun kudretinden kurtulamaz.

 

 

Cebbar isminin kula yansıması: Bu isim kendisine yansımış olan kul, uyma derecesinden uyulma derecesine yükselmiştir. Derecesinin yüksek oluşunda tektir. Hareketlerinde, tavırlarında ve davranışlarında fevkaladelikleriyle çevresindekileri  kendisine uymaya mecbur eder. Halk O’ndan istifade eder ve O’nu örnek almaya kendini mecbur hisseder. O halktan istifade edemez. O halka tesir eder, fakat halk O’na tesir edemez. O’nu  gören tekrar görmek için şevk duyar. Kimse O’nun derecesine çıkabileceğini ümit etmez.

 

O’nun halk içinde zenginliği yoktur, Allah’la zengindir. Şöhreti yoktur. Ama Allah’ı bilir ve Allah tarafından bilinir. Belki ilmi de yoktur. Marifetullah sebebiyle söyletilir.

 

Hüküm Senin, hüküm Sensin, hakim de

Kulun benim,  hükmedersin acizde…

Mütekebbir

MÜTEKEBBİR     (el-Mütekebbir)  (11)

Her şeyde ve her işte azamet ve yüceliğini gösteren

Kur’an-ı Kerim’de :

 

1) Allah’ın ismi olarak: Haşr  23

 

2)  İnsanların büyüklük taslama ve kibirlenmesini yermek üzere:

Nahl 29 / Zümer 60 / Mü’min 27,35,76

 

3) Allah’a karşı böbürlenen ilk varlık olarak İblis’in anlatıldığı âyetler:

Bakara 34/ Sâd 75

 

4) İnkâr yoluna sapanların,bu yola kibirleri yüzünden saptıklarının ifade edildiği               âyetler: Neml 14

 

5) Firavun’un büyüklenmesi ile ilgili kullanılmıştır: Mü’min 27 ve35

 

6) Kibriya’nın yalnız Allah’a ait olduğunu bildiren:

“ Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Göklerde ve yerde azamet (kibriya) yalnız O’nundur. O azîzdir, hakîmdir.”                                                                  Câsiye 36-37

 

Bir Kudsi Hadis’de “ İzzet gömleğim, kibriya da elbisemdir.Benden bunları çıkarmaya kalkışanlara azabım haktır.” buyrulmuştur.

 

Kendini büyük görmektir. Bütün mevcudun yaradanı olarak Allah kendini büyük görür ve Kibriya adını da Zât’ına uygun bulur.

 

Mütekebbir isminin kula yansıması : Bir insanda Mütekebbir ismi tecelli edince, dünya isteklerini ve ahiret isteklerini hakir görerek değer vermez ve kalbini sadece Allah’a bağlar. İlk başında yapılması gereken olarak yani zühd yoluyla kazanılan bu hal, zaman içinde tabiileşir. Bu ismin yansıdığı insanlar, ârif olan zahidler olup, halkın kalbine vâkıf olduklarından onların ibtila derecesindeki hırslarını, dünya sevgilerini veya ahiret beklentilerini görerek onları küçük görebilirler ve kibriyayı kendilerinde hissedebilirler.Bu gerçekten  Mütekebbir isminin tecelliyatı ile olur. Burada doğru olanı Allah bilir.Bir de zem edilen kibriya vardır ki, bu insanlar Allah’ın sevmedikleridir. Bunlar paraları, evlatları, malları, ziynetleri , şan ve şöhretleri, makamları ile ve de güzel amelleri, fazla ibadetleri, tesbihleri, zikirleri, umdukları  manevi makamları, rüyaları ve manâları ile kibirlenirler ve halkın büyük bir kısmını hakir görürler. Bu istenmeyen ve günah olan kibirlenmedir. Aradaki fark iyi anlaşılmalıdır.

 

Kibriyanın kibrine hayran olam

Elest Meclisinden aşinan olam

Hâlik-Bâri-Musavvir

HÂLİK- BÂRİ-MUSAVVİR

(el-Hâlik, el-Bâri, el-Musavvir) (12,13,14)

 

Hâlik: Yok iken var olan her şeyin önce bir takdirinin yapılmasıdır. Yani plânlanması ve bir mukadderat çerçevesine alınmasıdır.

Bâri: Sonra bu takdire uygun olarak yaratılır.

Musavvir: Bu yaratılışa uygun olarak şekil verilir. Yani Hâlik ismiyle yaratır, Bâri ismiyle düzenler, Musavvir ismi ile şekil verir.

 

Allah’ın bu isimleri ile; kâinatın (güneş sistemimiz de dahil), ruhların ve nefislerin, cinlerin, insanın, aklın, nûrun, kalemin, arşın, Levh’in, ve diğer mahlûkatın yaratılışını âyetler ile biliyoruz.

 

1)  İnsanın yaratılışı ve tasvir edilişi ile ilgili olanlardan bir kaçı şöyledir:

 

“ Ey insanlar! Sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet (kulluk) edin. Taa   ki takva sahibi olasınız” Bakara  21

 

“ Döl yataklarında size nasıl dilerse öyle kılık veren O’dur. O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O mutlak galibdir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”  Âl-i İmrân 6

 

“ And olsun sizi evvela yarattık, sonra size sûret verdik….”            A’râf 11

 

“İnsanı bir damla sudan yarattı O.”                                                       Nahl 4

 

“Arkadaşı ona cevap vererek dedi ki: seni önce bir topraktan, sonra da bir damla sudan yaratıp,tekrar seni bir adam seviyesine (kemaline) getiren Allah’ı küfür ile inkâr mı ettin?”                                                                                                                              Kehf 37

 

“ Sizi ondan (topraktan) yarattık, yine ona döndüreceğiz. Sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.” Tâhâ 55

 

“ Yâdet o günü ki, biz göğü kitapların sahifesini dürüp büker gibi, düreceğiz. İlk yaradışa nasıl başladıksa, üzerimizde bir vaad olarak, yine onu iade edeceğiz. Hakikatte failler biziz.”                                                                                                              Enbiyâ 104

 

“ Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz şu muhakkaktır ki, biz  sizi topraktan, sonra insan suyundan, sonra pıhtılaşmış bir kandan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık. Size apaçık gösterelim diye sizi dileyeceğimiz  muayyen  bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi çocuk olarak çıkarıyoruz, daha sonra da kuvvetinize ermeniz için büyütüyoruz…..” Hac 5

 

2)   Kâinattaki her şeyin yaratıcısı olduğuna delil olarak:

 

Bakara 29 / En’âm101-102 / A’râf  54 / Yunus 34 / Ra’d16 / Mü’minûn 12-14 /Furkân 2/Fâtır 1-3/Sâffât 150/Sâd 71/Zümer 62/Mü’min 62/Zuhruf 19/Rahmân 14-15

3)    Her şeyin insan için yaratıldığı: Bakara 29

 

4)    İnsan ve cinlerin Allah’ı tanımaları ve ibadet etmeleri için yaratıldığı: Zâriyât 56

 

5)    Hâlik-u külli şey: Her şeyin yaratıcısı şeklinde:En’âm102/Rad16/Zümer 6,62/Mü’min 62

 

6)    Hâlik-un şeklinde,yaratma işinin kudret ve azametini göstermek üzere:

“ Sizi biz yarattık! Bunu tasdikiniz gerekmez mi?Söyleyin bakalım!Rahimlere döktüğünüz meni nedir? Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa gerçekte yaratan biz miyiz?”

Vâkıa 57,59  Tur 35

 

7)      Yaratılışın her an devam ettiği,bir defaya mahsus olmadığı hakkında:

“ Göklerde ve yerde bulunan her şey ve herkes O’ndan ister.O her an yaratma halindedir” Rahmân 29

 

8)      Hallâk ismi ile yaradılışın mükemmel olarak ve devamlı sürdüğünü belirten: Hicr 86/Yâsîn 81

 

9)      Ahsenü’l-Hâlikîn olarak, yani en güzel yaratan manâsında: Mü’minûn 14 ve Sâffât        125

10)    Bazı âyetlerde mahlûka nisbet edilmiş,yalan uydurma manâsında kullanılmıştır: Âl-i İmrân 49/Mâide 110/ Ankebût

 

Kur’anda:        Hâlik ismi, Hâlik olarak sekiz defa tekrarlanmıştır. Allah’ın yaratmasından haber veren 150’ nin üstünde âyet vardır.

Bâri ismi , Bâri olarak Haşr  24.âyette, Bakara 54.âyette geçer.

Musavvir ismi ise, Musavvir olarak Haşr  24.âyette geçer.Diğer kullanılışlarda kelimelerin kökü itibariyle bir alâka var olduğu içindir.

 

Diğer bütün yaratılışlar ile ilgili âyetler Kur’an-ı Kerim’de mevcuttur. Fazla teferruata girmemek üzere, merak edenler için özel ilgilenmeye bırakıyoruz.

Anlaşılan odur ki Allah takdir eder, yaratır ve sonra da en güzel ve uygun şekilde şekillendirerek tasvir eder.

 

Bu isimlerin insana yansıması ise; insanda tecelli etmesidir. İnsanlar da ilim ve kudretlerini kullanarak yeni bir şey icat edebilirler. İnsanlara faydalı olan ilâçların icadı, hastalıklara tedavi metotlarının icadı gibi şeyler böyle sayılır. İnsanlarda Musavvir ismi de böylece yansımış olur. İyi ve yararlı şeyleri yapmak, icad etmek, sonra bunları akılda tasavvur etmek, ortaya çıkarmak mümkündür. Bu işlerin yapılabilmesi için insanın aklen ve kalben lüzumsuz olan işlerden sıyrılmış olması, kâinatı incelemesi, göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür etmesi, kendi ile yalnız kalmayı ve kendi içinde yolculuk etmeyi başarabilmesi lâzımdır.

 

Ya Hâlik! Ya Bâri! Ya Musavvir!

“ol” emrini idrak etmek güç değil…

Gaffâr

GAFFAR  (el-Gaffâr)    (15)

Daima affeden, tekrarlayan günahları bağışlayan

 

Gaffâr isminin kökü olan gaf kelimesinin lûgat manâsı, örtmektir. Allah bu isimle iyi ve güzel şeyleri ortaya çıkaran ve güzel olmayan şeyleri-meselâ günahlar da böyledir- örtendir. Gaffâr ismi ile Allah, kulunun çirkinliklerini, günahlarını örtmek suretiyle, affediciliğini göstermiş oluyor.

 

Gafûr  ismi Kur’an-ı Kerim’de 91 defa, Gaffâr beş defa, Gafîr iki defa geçmektedir.

 

1) Kök olarak gufrân, mağfiretten türemiş olan Gaffâr kelimesi: Tâhâ 82/Sâd 66/Zümer5/Mü’min 42/Nuh 10. Âyetlerde ayıpları örten (Settar) anlamında geçer.

 

2) Gafîr ismi: Mü’min suresinin bir diğer ismi de Gafîr’dir. Mü’min üçüncü âyette “gâfirü’z-zenb” şeklinde geçer.

 

3)   A’râf 155. Âyette “hayrü’l-gâfirin” şeklinde geçer.

 

4)  Ra’d 6.Âyette  ve Fussilet 43. Âyette “zû-mağfira” şeklinde geçer.

 

5)  Necm 32 . Âyette : “vâsi’u’l-mağfira”  olarak geçer.

 

 

Allah, kulunun birinci örtüsü olan dışı ile içini örtmüştür. Dolayısıyla kulun zâhiri yani dışı,güzel olup içindeki çirkin görünenleri kapamıştır. İnsan içindeki atılacak maddelerle ortada gezinse de sadece dışı fark edilir. Böylece içindekiler gizlenmiş olur. Bir diğer örtüsü insandaki kötü düşüncelere kalbi perde kılmıştır ki, hiçbir insan karşısındakinin kalbinden geçene vâkıf olamaz. Halbuki kalpten geçen kötü fikirlere vâkıf olunsa belki de o kişiyi öldürme derecesine gelinir. Bu insani olmayan düşüncelerin gizlenmesi ile, Allah o kulunun belki de pişman olarak tövbe edeceği zamanı sabırla bekleyerek, o rezil kulunu diğer insanların yanında rezil olmaktan korumuş olur. Esas olan üçüncü örtüsü ise, kullarının günahlarını affederek, iman ile ölenlerde sevapları ile günahlarını örter. İnsanlar bu haldeki kulun rezilliklerine,günahlarına vâkıf olsalar, kendi günahlarını bırakıp,o kişiyi rezil, rüsva etmede yarışırlar. Allah bütün bu günahları affetmeye, örtmeye her an hazırdır.

 

Örtmek, yapılanları unutmak veya önemsememek demektir. İşte Allah kendisi ile ilgili olan günahları eğer kimse şahit tutulmamışsa böylece örtüp affetmeye hazırdır. Belki kulun kendi ile arasındaki bütün günahları için durum böyledir. O kulun bir diğer insana veya mahlûkuna karşı gösterdiği bir anlık merhamet sebebiyle veya o kişinin günahlarını fark ederek kendini en kötü, en zelil görmesi sebebiyle, merhameti coşar da affını kullanır. (Rahmetim gazabımı geçti). Yalnız burada aldanılmaması gereken bir şey vardır ki o da kul haklarının karıştığı günahlardır. Burada Allah yine de kuluna fırsat verir ve sabırla bekler. Burada kul yaptıklarını muhasebe etmeli, kul hakkına girdiği kişilerle helâlleşmeli, hakları iade ederek adaletli davranmalı, nihâyet bütün bunları yerine getirdikten sonra Allah’a yönelerek bir daha yapmamak üzere tövbe etmeli, pişman olmalı ve tekrar aynı günaha dönmemelidir.Bu dünyada iken gasp edilen kul hakları burada gasp edenler tarafından saklansa bile, hakiki hayatta hepsi önümüze gelecektir. Kazandığımız sevaplar ile ,hak sahiplerine bu hakları ödeyeceğiz. İşte şanı yüce olan Allah’ın adaletinde herkes için işleyiş vardır.

 

            Kulun bu isimden alacağı hisse, yani bu ismin kula yansıması ise o kulun başkalarının örtülmesi gereken kusurlarını örtmesi ile olur. “ Her kim bir Mü’minin kusurunu örterse, Allah da kıyamet günü onun kusurlarını örter…” Hadis-i Şerif’i bize kusurları örtmeyi, hatta mümkünse görmemeyi ilham etmektedir.

 

Bu ismin az bir tecellisi ile, o kişi daha evvel yapmış olduğu gıybet, intikam, kusur araştırma, karşısındakini yenik düşürmek üzere ilim araştırmak,v.s.,gibi ahlâkındaki kötülükleri fark eder ve tövbe ederek, kıyamet günü kim bilir kendisinin de hangi kusurlarının ortaya çıkarılıp mahcûb olacağını düşünerek, pişmanlıkla Allah’a sığınır. Ve artık bu ahlâkını terk eder. Bir daha asla bu ahlâka dönmez. Biraz daha fazla tecelliye uğradığında; böyle kişiye ait olup, kamuyu ilgilendirmeyen kusurları gördüğünde onu örter. Kıyamet günü bir kusurunun  örtüleceğini bilerek, örter. Kamuya ait zarar vereni görüp, örtmek ve de birilerinin haklarının çiğnendiğine dair hatalara şahit olup örtmek bu konuya dahil değildir. Çünkü burada belki de o kişi bazı menfaatlerini kaybetmeyi göze almış ve hakkı tavsiye etmiş ve hakkı yerden kaldırmış olacaktır. Bazıları bu konuları zayıflıkları sebebiyle kusur örtmek ile karıştırıp, bir de üstelik kendilerinin kusur örten olarak anlaşılmasını sağlayıp, aldanmakta, aldatmakta ve zayıflıklarını böylece örtmektedirler.

 

Bu ismin tam yansımasına uğrayanlar ise, örtecek bir kusur görmezler. Kusuru görüp örtmek güzeldir, lâkin kusuru fark edememek daha güzeldir. Burada kişi iradesini zorlayarak bu hale gelemez. Lâkin insanı bilmek, tanımak, hangi alt noktalara kadar inebileceğini bilmek, belki kendisinin de oralardan daha aşağılara inebileceğini bilmek, her şeyin Allah’ın kudreti dahilinde cereyan ettiğini bilmek, belki kendi o kusuru yapmadığı için, o kişi de yaptığından dolayı, o insanın kendi yanında ne kadar aciz bir durum yaşadığını bilmek ve Allah’ın da acizlerle beraber olması sebebiyle, kendi durumunun belki de kibir olduğunu bilmek… İşte böylece hikmetin yansıması ile, basîret ile, ferasetin işlemesi ile her hal tabii gelerek, mevcut bir kusurun olup olmadığı fark bile edilememiş olur. Nihâyet o kişinin Allah’ ı kendisi değildir ve hesabı soracak olan da kendisi değildir. Bu anlattığım kısım iradesini kullanarak kusur görmemekle ilgilidir. Bir de kusuru fark edememek vardır ki, bu, fark edemeyen için tevhid makamıdır.

 

Bu konuyla ilgili olmak üzere bir beyanım daha olacaktır. O da her Mü’minde Esmâ aynı yansımada olmaz. Olabilir de ama bu ihtimal daha azdır. Bu sebeple bazı güzelliklere sahip olan insanda bütün güzellikler aynı anda beklenmemelidir. Kemalât tüm olarak birinde tebarüz edinceye kadar, bazı konularda kemal vasıfları ve ahlâkı, bazı noktalarda da noksanlık vasıfları ve ahlâkı olacaktır. Bize düşen bu hakikati bilerek insanlardaki güzel tarafları takdir etmektir.

 

“Gaffar” ismini öğreneli,vird edindim dilime affetmeni

Mağfiretin günahları aşınca, korku gitti, ümit doldurdu beni.

Kahhâr

KAHHAR   (el-Kahhâr)   (16)

Yegâne galip, asla yenilmeyen

 

 Kur’an-ı kerim’de:

 

1) Kahhâr olarak altı defa geçer. Vâhid-ül kahhar olarak geçer.

Yusuf 39/ Ra’d16/ İbrahim 48/ Sâd 65/ Zümer3-4/ Mü’min 16

 

2)Kâhir olarak iki defa geçer:  En’âm  18,61

 

3) Firavun ve adamları kendilerini kâhir olarak, Allah’ın adı ile isimlendirmişlerdir.  A’râf 127

 

Allah en büyük kahredicidir. Düşmanlarını kahreder. Zalimler için kahredici olup, daima mazlumdan yanadır. Zalimlere bu dünyada fırsat verse bile ahirette kahredecektir. Bir kalbe Allah yerleştiği zaman o kalbin sahibinin nefsini kahrederek, nefsin yanlışlıklarına set çekmiş olur. Bu sebeple Kahhar ismi kötü şeylerin kahrı için işlediğinden, yüksek manâlı bir isimdir.

 

            Bu ismin insana yansıması ise biraz zordur. Çünkü insanın kendi iç alemine bakıp, mevcut olan kötü düşünceleri, kabul etmesi, hele ki bunları belli bir terbiyeden geçirme kararı alması zordur. Açık kalplilikle kendindeki eksiklik veya hataları kabul etmek herkese nasip olmaz. Bu sebeple Kahhâr ismi insanda tecelli etmişse, o kişi nefsinin yanlış isteklerini kahreder, ayrıca nefsinin her an kontrolünü yaparak, dolambaçlı yollardan götüreceği dolaylı kötü hedefleri hisseder. Kendini bu kötülüklerden ancak nefsini kahretmek ile korur. Kendi nefsini tam olarak kahretmiş olan kişiler, Allah katında diri gibidirler. Artık ruhun telkini ile hareket etmektedirler. Kahhâr ismi insanda tam olarak tecelli edince, etrafındaki insanların da nefislerinin kahredicisi olur. Yani çevresine ışık olur.

 

Kahhar ismi iki aşamada yansır: Birinci aşama  nefsinin kahredicisi olmak ve ruhunu ihya etmek; ikinci aşama ise nefislerin kahredicisi olmak ve ruhların ihyasına sebep olmaktır. Bunlardan birinci aşama dahi insanlık âlemi için önemli bir yol alıştır.

 

Kahrederek ölüden, diri çıkaran Kahhar

Bir değil, bin can olsun Sana venhar…

Vehhâb

VEHHAB   (el-Vehhâb)       (17)

Her çeşit  nimeti karşılık beklemeden bağışlayıp veren

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Vehhâb ismi Kur’an’da üç   defa geçmektedir: Âl-i İmrân 8/ Sâd 35 /Meryem 19

 

2)    Aziz-ü’l Vehhâb olarak Sâd 9’da geçmektedir.

 

3)    İnsanların verişleri için de kullanılmıştır. Ahzâb 50

 

4)    Vehhâb kelimesinin “hibe” kökünden  türemiş olarak: En’âm 84/ Meryem 49-50,53/ Enbiyâ 72, 90 /Şuarâ 21/ Ankebût 27/ Sâd 30, 43 / Şûrâ 49.âyetlerde geçer.

 

Bu isim karşılıksız hediye, bağış, bahşiş manâlarını taşır. İşte Allah kullarına devamlı olarak, ne hemen ne de daha sonra hiç karşılık beklemeden verir, bahşeder. Bu sebeple Allah hem Cevvâd hem de Vehhâb’dır. Karşılık beklemek sadece para, mal, mülk değildir. Övülmek, sevilmek, kötülenmekten kurtulmak da menfaattir. Ve bunu beklemek de Cevvâd ve Vehhâb ismine lâyık değildir.

 

Bu isim ile isimlenen kul da derece derecedir. Bu ismin yansımasına uğrayan kul, verdiklerini Allah’ın rızası için ve hiçbir beklenti olmaksızın yapabilirse, ona da Cevvâd ve Vehhâb denir. İnsanlar Allah’a ibadet ederken, Cennete kavuşmak, Cehennemden kurtulmak  beklentisi içinde olabilirler ki buna dikkat etmelidir. İbadetler de bir şeye kavuşmak için değil, sadece Allah için yapıldıklarında değerli olurlar.

 

İnsanlar kendilerine verdikleri önem sebebiyle, kendilerine ait olduğunu düşündükleri paraları, malları, zamanları, hayırları da önem arz eder. Bu sebeple hayırlarını bile yaparken mutlaka yerine ulaşmasını, kendilerinin ve paralarının önemli olması sebebiyle, karşılığında mutlaka beklentilerine cevap olacak bir harcama yapmayı isterler. Belki de bilseler ki karşılığında bir şeye ulaşamayacaklar, o kişi ölse bile yardım yapmayacaklardır. Karşılığında beklenen şey sevap, dua, Cennet nimetleri, hayırla anılma, iyi denilme, taraf toplama, gönüllerde hayır sahibi olarak yer etme gibi şeylerdir. İşte insanlar bunlar için ve bir de dinen mecbur tutuldukları zekât, fitre gibi sebeplerle verirler.

 

Vehhab isminin kula tam kemali ile yansımasında ise: Yukarıda sayılan verme sebepleri önemini kaybetmiştir. İster karşılığı olan isterse olmayan verişler ve  sadece ihtiyacı olana değil olmayana da verişler; Allah’ın Ahlâkındaki verişlerin kulda aynen yansıması demektir.  Ve bu kul Vehhâb ve Cevvâd olarak anılır. Bu hal özenilerek sahip olunacak bir hal değildir. Bu hale sahip olmak için kul önce kendi hayatını savurmuş, kendi önemini bitirmiş olmalıdır. Kendi önemi bitmeyenin , yani henüz varlığını silememiş olanın, sahip olduğu her şey aynı derecede önemlidir.

 

İnsanlardan Allah’a yaklaşırken makamlarda durmaları veya aşmaları umulur. İşte beklentinin sadece Allah rızasını kazanmak için olması durumunda yakînden bahsedilir. Bu yakîn makamı çok şerefli bir makam olup, insanın Allah’a en yakın olma durumunun ifadesidir. Burada bulunan kul için yaptığı her hayırlı iş ve verişten, Allah rızasını kazanacağından dolayı bir haz alma hali vardır. Yakîn bir ikilik halidir. Kişi için hem Allah, hem de kendisi vardır. Yakînden tevhide gelen kişide ise haz değil, huzur vardır. Burada kendisi diye bir şey yoktur. Yani kendi, etrafındaki her şeyle birlikte önemini kaybetmiş, âdeta yok olmuş, sadece Allah kalmıştır. Bu zâtlarda Allah’ı müşahede etmenin huzuru vardır.

Bu huzurda hiçbir konuda endişe kalmaz. Geçim derdi, rızık endişesi, gelecek endişesi kalmaz. Nefsin kötülüğe meylettiren etkisi de kalmadığı için, tarafsız olur. Bu tarafsızlık, Adl ve Hak isimleri ile beraber Vehhab isminin de kemalinde tecellisi ile olmuş olur. Gerçek olanı yani hakkı, bâtıldan ayırır.

 

Çalışmadım, hibe ettin , Ya Vehhab!

Çalışsaydım belki olurdum harab…

Rezzâk

REZZAK  (er-Rezzâk) (18)

Bedenlerin ve ruhun gıdasını yaratıp veren

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)  Allah’ın bütün canlıların rızkını verdiğine dair Hûd altıncı Âyette kesinlik ifadesi  vardır: “Yeryüzünde yürüyen  her canlının rızkı Allah’a aittir.” Hûd 6

 

2) “Hayrü’r-râzikîn” yani rızık verenlerin en hayırlısı anlamında: Mâide 114/ Hacc 58/ Mü’minûn 72/ Sebe’ 39 / Cum’a 11

 

3) “Rezzâk” yani tekrar tekrar ve çok olarak veren anlamında: Zâriyât 58

 

Bu isim, hem rızıkları, hem rızıklandırdıklarını yaratan; onlara rızıklarını ulaştıran ve rızık elde etme sebeplerini hasıl eden Allah’ın İsimlerinin en önemlilerindendir. Rızıklar iki türlü mütalâa edilir: Birinci bölüm bütün yaratılmışları kapsar ve bedenin ihtiyacı olan rızıktır ki yiyecek ve içeceklerdir. İkinci bölüm ise, yaratılmışların en şereflisi olan insan için olup, kalbin ihtiyacı olan rızıktır. Birinci bölümde söz edilen rızıklar zâhiri rızıklar olup, dünya hayatının devamı için gereklidir. İkinci bölümde sözünü ettiğimiz bâtıni rızıklar ise ahiret hayatını kazanmak için gereklidir. İkisi de önemlidir. Çünkü dünya hayatını yaşamadan ahiret hayatını kazanmak mümkün değildir. Bâtıni rızıklar: Kalbi gıdalandıran ilim, amel, haller olup, mükâşefe (kendini tanıma ve Allah’ı tanıma sonucu elde edilen keşifler), zikir (her an Allah’la beraber oluş) ile zenginleşir. Allah her iki rızkı da tekeffül etmiş ve lûtfundan vermiştir.

 

Bu ismin kula yansıması: Birinci aşamada kul, gerek zâhiri ve gerekse bâtıni bütün rızıkların sahibi olarak Allah’ı görür. Kendisinden zuhur eden bütün güzel hallerin ve amellerin sahibi olarak da Allah’ın rızıklandırması sebebiyle ve Allah’ın dilemesi ile Allah’dan olduğunu bilir. Kulun rızık konusunu böylece bilmesi, bu isimle isimlendiğinin delilidir. Lâkin bu ismin kemal mertebesinde tecelliyatına uğramak demek ise; Allah ile diğer insanlar arasında, Allah’ın şerefli rızıklarının bu insanlara ulaşmasında ve kalblerin şifa bulmasında vasıta olur hale gelmesidir. Biliriz ki Allah-ü Teâlâ bir kulunu sevdiği zaman, halkın ona ihtiyacını arttırır. Böylece bu kişi eliyle bedenlerin ihtiyacı olan rızıkları vermeye sebep olurken, dili ile de kalplere ilim ve huzurun ulaşmasına vasıta olarak rızıklanmalarına sebep olur. Bu ismin tam kemali ile halkın her türlü ihtiyacının giderilmesi ve irşad vardır.

Nihayetsiz rızkını içmeye kanamadım,

Nice yele savurdum, dibini bulamadım.

Fettâh

FETTAH  (el- Fettâh)  (19)

İyilik kapılarını açan, anlaşmazlıkları mutlak adaleti ile gerçekleştiren

 

Kur’an-ı Kerim’de: “Feth”  kökü fiil veya isim kalıblarıyla 38 yerde geçer.

 

1)“ Fetih” şeklinde Allah’a izafe edilerek: Nisâ 141/ Mâide 52/Feth 1/Sâf 13 /Nasr 1

 

2) “Mefâtihu’l-gayb” yani gaybın anahtarları olarak: En’âm 59

 

3) “Hayrü’l-fatihin” yani hükmedenlerin en hayırlısı olarak: A’râf 89

Allah inâyetiyle, kapalı olan bütün kapıların açıldığı ve hidâyetiyle bütün müşküllerin hallolduğu ,yani fethin ancak O’nunla mümkün olduğudur.

 

“Biz  sana gerçekten bir fetih açtık.” Fetih  1.Âyet  Burada Hudeybiye sulh antlaşması ile fetih yolunun açıldığını anlıyoruz. Burada Peygamberimiz (s.a.v.)’ e bildirme vardır. Fetih ile müjdelenen kişiye Fettah denir. Bir kişide rızıklanan kalp,  rızıkları dağıtmaya vesile olduğunda, fetih açılır. Gayret, Fettah ismi ile isimleninceye kadar vardır. Fetih açılmış olanda gayret kalmaz. Dili ile İlâhi müşküller çözülür.  İlim ve marifeti ile halkın hem dünyevi, hem uhrevi  meseleleri cevap bulur.

 

Mü’minlerin önemli bir kısmında bu isim yansımaz. Bu isim özel vazifeli kişiler için tecelliye açıktır.

Alîm

ALİM  (el-Alîm)   (20)

Herşeyi hakkıyla bilen

Kur’an-ı Kerim’de Alîm, Allâm, ilim olarak geçer.

1)  Alîm olarak: 153 yerde Allah’a izafe edilmiş olarak geçer.Ve genel olarak başka                                                                                                        bir isim ile beraber geçer.

 

2)    Yalnız kullanıldığında ise: “bi külli şey’in alîm” yani (Allah her şeyi bilendir)    şeklinde  21 âyette kullanılmıştır.

 

3)    “alîmün bi-zâti’s-südur” : Yani (Allah kalplerinizdekini en iyi bilendir)  şeklinde  12  Âyette kullanılmıştır.

 

4)    “…hakkıyla bilendir” şeklinde: 18 Âyette kullanılmıştır.

 

5)    Esmâ’danHakîm, Semî, Vâsi, Azîz, Habîr, Halîm, Şâkir, Kâdir, Hallâk, Fettâh isimleri ile birlikte kullanılmıştır.

 

6)    Üç yerde Azîz ismiyle birlikte, Zât’ına ad olarak kullanmıştır.

 

7)    Bir yerde Habîr ismiyle birlikte Zât’ına ad olarak kullanmıştır.

 

8)    “Allâm”(yegâne bilen) manâsında ve “Allâmü’l-Guyûb” (gaybı yegâne bilen manâsında): Mâide 109,116/ Tevbe78/ Sebe’48

 

9)    “Alimü’l-gayb” olarak :  Sebe’3/ Cin 26

 

10) “Alimü’l-gaybi ve’ş-şehade”olarak: En’âm 73/ Tevbe 94, 105/ Ra’d 9/ Mü’minûn 92/Secde 6/Zümer 46/Haşr 22/Cum’a 8/Tegâbün 18

 

11)  İlim ise 105 defa kullanılmıştır.

 

12) “ alimin” şeklindeki kullanılışta, fiilin öznesinin azameti gösterilmek ve bu surette yapılan işin kuvvetini belirtmek üzere ve Allah’a izafe edilerek: Enbiyâ 51 ve 58

 

Bu isim ile Allah’ın her şeyi ilmiyle kuşatmış olduğunu anlıyoruz. Bu kuşatmanın, hiç bir bilgi eksikliği olmaksızın tam ve kâmil bir kuşatma olduğunu anlıyoruz. Bu ilmî kuşatma, malûmattan yani bilinen şeylerden elde edilmeyip, hatta malûmat bu kuşatılmış ilimden elde edilmiştir.

 

İnsanların ilimlenmesi mevcut olan ilmi öğrenmek üzeredir. Bu ilim hem çok teferruatlıdır, hem de henüz bilinmeyen gizli duran pek çok ilim vardır. Bütün bu mevcut olan ve henüz bulunamamış olan bu sonsuz ilim deryasında hepsini öğrenmek insan için zordur. Ayrıca insanın beş duyusu ve zâhiri ile bildiği ilim, ilmin aynı olmayabilir.

 

Bâtınen bilinen ilim yine sonsuz ve özel anlayış ister. Buna ilâveten Allah’ın ilminin, yarattığı her şeyi yaratmadan önce mevcut olduğunu düşünürsek, bu ilme yetişmenin mümkün olmadığını görürüz. İnsanlar ilim elde etmeyi kendileri için uygun görüp, ömürlerini bu işe ayırmış olsalar, meselâ bir hadis ilmini tam öğrenebilmek için ,eğer ezberlerine almak durumu da olsa ancak bir ömür ile bu ilme sahip olurlar. Belki de kendilerini hadis alimi olmakla bir gurura da kaptırırlar. Halbuki bu tür ilimleri öğrenmek, Allah’ın yarattığı bir ilmi öğrenmek olup, Allah’ın Zât’ını tanımak demek değildir. Bu ilimlerle ilimlenmeyi de yüce görmekle beraber, Allah’ı bilmek isteyenler için Marifetullah en şerefli ilim olarak kabul edilmiştir. Burada öğreneceğimiz şey, en şerefli şey olduğundan, Allah gibi en şerefli olanı öğrenme ilmi yani Marifetullah en şerefli ilimdir.

 

Alîm isminin insana tam olarak tecelliyatı yani yansıması ile o kişiye Arif denir. Ve Arif, marifet sahibi kişi olup; Allah’ı fiilleri, isimleri, sıfatları ve hatta Zât’ı ile bilen kişi demektir. Hatta bilmek kelimesi yetişmez, bunları kendinde bulan kişidir. Yüksek Allah Dostları olup, halka ışık tutarlar. Mülkün sahibinin tarifini yapmayıp, O’nu tanıtırlar. Bazılarının da marifet sahibi olmasına sebep olurlar.

 

Arif , alîmden kıymetlidir. Alîmin Allah’ın yarattığı bilgiler hakkında bilgisi vardır. Arifin ise, bu bilgileri yaratan hakkında bilgisi vardır. İnsanların çoğu Arif olmaya niyetli değildir. Alîm olmak daha tercih edilir. Zira insanlar boşluğa ve yokluğa gitmekten pek hoşlanmazlar. Hiç olmaz ise alîmin elinde ilmi ve itibarı vardır, amel defteri açıktır. Halbuki Arif olan öyle bir yokluğa dalmıştır ki elinde hiçbir şeyi kalmamıştır. Amel defteri de yoktur. Kendisi amel defteri olmuştur. Allah’ı bilmek keşiflerin en şereflisidir. Diğer keşfedilenler ise daha önceden yaratıldıkları için mevcudun keşfidir, keşfedilmiş değildir.

 

Ya Alim! Şehrine girilmez Ali’siz,

Orada bütün güller dikensiz.

Bâsıt-Kâbız

BASIT /KABID(el-Bâsıt/el-Kâbız)       (21,22)

Bâsıt; lûtuf ve keremini esirgemeyen, rızkı bol veren, ruhları bedenlere yayan

Kâbız; rızkı belli ölçüde tutup veren,bedenlerden ruhları alan

 

Kur’an-ı Kerim’de:

 

1)    Kâbız : Furkan 46/ Mülk 19. Âyetlerinde Allah’a izafe edilerek  kullanılmıştır.

 

2)  Kâbız ve Bâsıt beraberce : Bakara 245

“darlık veren de bolluk veren de Allah’dır” burada bu iki zıt isim kullanılmıştır.

Ayrıca: Ra’d 26/İsrâ 30/Kasas 82/Ankebût 62/Rûm37/Sebe’36,39/Zümer52/Şûrâ 12,27.Âyetlerde iki isim de kullanılmıştır.

 

3)  Bâsıt: Kâbız ile kullanılması yanısıra, Bakara 257 /A’râf 69/ Nûh 19.Âyetlerde insanların ilmî ve bedeni imkânlarını genişlettiğine dikkat çekilmiştir. Mâide 64.Âyette yine Allah’ın kereminin ifadesini görmekteyiz.

 

Bast hali kalbin genişlemesi ve İlâhi tecellileri alacak hale gelmesi, kabz hali ise kalbin daralması ve İlâhi tecellilere kapalı hale gelmesi manâsınadır. Allah  kimi zaman kimi kalpleri tutarak daraltır ve yansımasını yani tecelliyatını kısar. Kimi zaman ve kimi kalplere de lûtuf ve keremi ile genişleme lûtfeder, böylece kulun kendisine yaklaşmasını  ve İlâhi tecellilere açık hale gelmesini sağlar.

 

Kalbin daralması ile kalpte sıkıntı hasıl olur. İnsan doğruyu eğriden ayıramaz hale gelir. Kalpte vesvese, şek, şüphe hasıl olursa daralma olur. İçinde dünya sevgisi ağır basan kalp, Allah’ın sığamayacağı kadar daralır. Gerçek manâda kalp darlığı, kalpte Allah’tan başka şeylerin olması ile hasıl olur.

Belâya sabır, musibetlere katlanma bile kalpte darlık hasıl eder. Sabırda zorlanma vardır. Allah için katlanma vardır. Bu hal giderek daha az zorlanarak olursa, zamanla kalpte genişleme başlayabilir. Bu sebepten inananlara sabır tavsiye edilir.

 

Kalbin genişlemesi ise, orada Allah’tan başka şeyin olmadığına delildir. Belâya sabır, katlanmak yoktur. Belânın kaynağını bilerek, Allah’tan gelene razı olmak vardır. Burada severek razı oluş vardır. Rızada hoşlanmak vardır.

 

Allah-ü Teâlâ günde pek çok sefer kulunun kalbine tecelli eder. Orada kendisini bulamaz ise bunu tekrarlar, yine bulamazsa kalbi daraltır. Bulursa hemen genişletir. İşte sıkıntılar ve genişlikler böyle olur…İbadetlerin ve güzel amellerin yapılması sırasında, insan diğer düşüncelerden sıyrılabildiği için Allah’la olmak hasıl olabilir ve kalp de Allah ile meşgul olur. Bu da genişlemeye sebep olur.

 

Bu isimlerin bir diğer manâsı ise, Allah ölüm anında bedenlerden ruhu alır, kabzeder. Tekrar dirileceğimiz zaman ise ruhları bedenlere iade eder, bast eder, demektir.

 

Bu isimler ile isimlenmiş olan kişide bu iki ismin yansıması şöyle olur: Kendisine hikmet ve hakikatler verilmiştir. Bu ilim ile amel etmiş olur da sözleri dışarıya etkili olur. Böylece Allah’ın rahmetinden, nimetlerinden lûtuf ve kereminden söz ettiğinde kalplerde genişleme hasıl eder. Allah’ın azabından, celâlinden, kibriyasından, gadabından, aziz olan intikamından bahsederek kalplerde daralma hasıl eder. Korku ve umudu aynı ayarda tutarak, sırat-ı müstakim üzere olmalarını temin eder. Hz.Peygamberimiz (s.a.v.)’ in yolu da böyle idi. Sahabe efendilerimize korku ve umudu yaşatırlardı. Onlar da kalplerinde aldanmaya fırsat vermeden, orta yolda sabit kalmaya gayret gösterirlerdi.

 

Bast kabz’a rahmet, kabz basta hikmet

İkisi de nimet efendim, yok asla zahmet.